Hakaret karşısında Peygamber duruşu | Reşit Haylamaz

Yazar Hizmetten

Son yazılarda, Hulefâ-i Râşidîn dönemlerine odaklanmış, o saf ve duru dünyayı bulandıran entrikaların izini sürmeye başlamıştım. Ancak, Fransa merkezli üst üste yaşanan vahşet dolu hadiseler, rehber olarak peşine düştüğü Peygamberini bile tanıyamamış ümmetine Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) yeniden anlatmanın lüzumunu bir kez daha ortaya koyduğu için bugün, Şefkat Peygamberi’nin kucaklayıcı ve sımsıcak iklimine avdet etmiş oldum.

Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) yapılan hakaretler ilk değil; umarım son olur!

O’na neler söylenmedi, neler yapılmadı ki? Hakaret görmediği, şiddete muhatap olmadığı gün yok gibiydi.

Peki, bunlar karşısında O (sallallahu aleyhi ve sellem) ne yaptı?

Kötülüğe kötülükle karşılık vermedi; bilakis her kötülüğü, iyiliklerinin sımsıcak ikliminde eritti.

Tehevvürle üzerine gitmedi; teenni ile karşılayıp afv u safh ile mukabelede bulundu.

Ebû Cehillerin veya İbn-i Selûllerin üfürdüğü sesi çıkaran kadir bilmezlere karşı hicranla baktı ve o hallerine hüküm bina etme yerine geleceğinin sahâbîsi olacakları güne odaklı adımlar attı.

Düşmanlığa karşılık düşmanca bir cephe oluşturmadı; şahısları değil, düşmanlıklarını hedefledi ve gün geldi, dünün yıllanmış kin tüccarlarını bile davasının amansız savunucuları haline getirdi. Yermûk’te şehâdete yürürken bir yudum suyu içmeyip başkalarına gönderen dört kişiden ikisi Ebû Cehil’in kardeşi (Hâris İbn-i Hişâm, Abdullah İbn-i Ebî Rebîa), birisi de oğlu İkrime’dir! Dördüncülerine gelince o, hayatını Allah ve Resûlü’ne hakaretle geçirmiş, şiir ve hitabetlerinde sürekli uygunsuz sözler söyleyen Kureyş’in hatibi Süheyl İbn-i Amr idi ki kaynaklar bize, ufku açılıp da Müslüman olduğu andan itibaren gecelerini namazla aydın kılıp gündüzlerini de oruçla geçiren, geçmişine ah çekip gözyaşı döken onun kadar hassas ve duyarlı birisinin görülmediğini anlatır.

Yine kaynaklar, erkek çocuklarının ardı ardına ölümü karşısında O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) “ebter” diyen 7 kişiden bahseder; anlaşılan o ki o gün bunun edebiyatını çok yapmışlar ve söz konusu yakıştırma bütün bir topluma mâl olmuş!

Sonuç?

Ebter diyenler ‘ebter’ olmuş; Mekke fethini görüp de gözü açılmayan kalmamış! Kin ve nefret dolu dünyalarına silinmez bir çizgi çekmiş ve ‘düşman’ bildikleri Dost’un sımsıcak iklimine demir atmışlar!

Babalarının davasını devam ettiren bir Mekkeli kalmamış ve dün söndürmek için can verdikleri davayı, dünyanın en ücra noktalarına taşıyabilmek için can atar olmuşlar!

Kapının bu denli açık olduğunu görüp müşahede eden nice katı kalpler eriyip gitmiş ve iyiliğin temsilcileri haline gelmişler.

Mekke fethinden sonra canından korkup kaçan Hebbâr İbn-i Esved, uzaktan uzağa uzun müddet bakmış ve herkesin affedildiği bu sımsıcak iklimden uzak kalamayacağı kanaatine ulaşarak Mekke’ye gelmiş. O Hebbâr ki Bedir’den sonra Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı Zeyneb’in (radıyallahu anhâ) yolunu kesip ölümüne sebebiyet vermişti. Ebû Cehil’in kankalarından birisiydi ve o güne kadar işlediği daha ne cinayetler vardı!

Ancak, gelmişti. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ci’râne’de olduğunu öğrenip buraya kadar geldi. Onun gelişiyle birlikte ashâbın sesi yükselmeye başlamış, “Hebbâr geldi; din düşmanı, Resûlullah’ın kızının katili Hebbâr!” nidaları yayılıyordu. Bazıları kılıcını kınından çekmiş, küçük bir kıvılcım bekler haline gelmişti ki onu uzaktan gören Rahmet Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen müdahale etti. Sinesindeki samimiyet, kalbindeki sıcaklık ve iç dünyasındaki mülayemetle yaklaştı Hebbâr’a ve yanına oturmasını istedi.

Bu insibağla diz dize gelen Hebbâr’ın da dili çözülmüştü: “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!” diye başladı sözlerine. “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; Muhammed de O’nun Resûlüdür!” dedi ve ilave etti:

“Acemlere sığınabilmek için senden memleket memleket kaçtım. Sonra, senin akrabalarına karşı düşkünlüğüne, faziletine, iyiliğine ve sana karşı cahilce davrananlara karşı gösterdiğin bağışlayıcı duruşuna odaklanıp düşünmeye başladım. Duydum ki İkrime’yi, Safvân İbn-i Ümeyye’yi, Süheyl İbn-i Amr’ı da affetmişsin, affedilmek üzere ben de huzuruna geldim!

Yâ Resûlallah! Bizler, Allah’a şirk koşan insanlardık; Allah (celle celâlühû) seninle bizleri hidayete erdirdi ve bizi helâke giden yollardan kurtardı. Benim cahilliğimi ve benden sana ulaşan kötü sözlerimi affet. Yaptığım kötülükleri kabul ediyor ve günahlarımı da itiraf ediyorum!”

O güne kadar her türlü kabalık ve kötülüğü sinesine çeken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), karşısında iki büklüm duran Hebbâr’a baktı ve “Seni de affettim!” dedi. “Şüphesiz ki Allah (celle celâlühû), sana ihsanda bulunmuş ve seni de İslâm’a hidayet etmiştir. İslâm ise kendisinden öncekileri siler süpürür!”

Demek ki akıl ve mantığını iptal edip kin ve nefret duygularıyla hareket edenlere, aynı duygularla karşılık vermek, onları itmek ve yanlışlarına hapsetmek demektir. Halbuki bütün kapıların yüzünüze kapandığı dönemlerde bile kapınızı herkese açık tutmak, o kapının yarınlarda çok işe yarayacağını, yanlışını anlayıp da gelenlerin bu kapıyı çok kullanacağını gösteren bir Peygamber duruşudur.

Ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) duruşu, başından itibaren hiç değişmemiş ve hep bu istikamette olmuştur.

Demek ki hüner, öldürmek değil, yaşatmaktır!

Öyleyse soralım:

Peygamber’i müdafaa ettiğini sanıp seri cinayetleriyle O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) adını kirletenler!

Sizler kimin ümmetisiniz?

Kaynak: Reşit Haylamaz | TR724

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy