Said Koçer
“Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mâl, bire bindir. Ramazan’da bir hayır işleyen kimse diğer aylarda bir farz işlemiş gibi olur. Bir farz işleyen ise diğer aylarda yetmiş farz işleyen gibidir….”
Efendimiz (s.a.s) ramazan ayında tutulacak oruç için şöyle buyurmuştur: مَنْ أَفْطَرَ يَوْمًا مِنْ رَمَضَانَ مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ وَلاَ مَرَضٍ لَمْ يَقْضِهِ صِيَامُ الدَّهْرِ وَإِنْ صَامَهُ
“Herhangi bir özrü, hastalığı olmaksızın Ramazan’da bir gün oruç tutmayan kimse, bunun yerine bir yıl oruç tutsa, Ramazan’daki o bir günün sevabına ulaşamaz.”
Bütün ibadetlerin renklerini içinde barındıran Ramazan, adeta ahlak-ı âliyeden olan “cömertlik eğitimi” nin yapıldığı bir zaman dilimidir. Mü’minin en önemli vasıflarından biri olan “cömertlik”; Allah’ın verdiğini O’nun yolunda sarfetmek demektir.
Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır:
«السَّخِيُّ قَرِيبٌ مِنَ اللَّهِ قَرِيبٌ مِنَ الجَنَّةِ قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ، وَالبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللَّهِ بَعِيدٌ مِنَ الجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ، وَالْجَاهِلُ السَّخِيُّ أَحَبُّ إِلَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ مِنْ عَابِدٍ بَخِيلٍ»
“Cömert Allah’a cennete ve insanlara yakın ve cehenneme uzaktır. Cimri ise Allah’a, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır. Cahil cömert Allah’a cimri âbid’den daha sevimlidir”.
“İki haslet vardır ki bir mü’minde asla beraber bulunmazlar: Cimrilik ve kötü ahlâk.”
“Allah (c.c.) Münezzehtir, nezîh olanı sever; kerîmdir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever…”
“Ey insanlar! Allah sizin için din olarak İslam’ı seçti. Öyleyse siz de İslam’la olan arkadaşlığınızı, cömertlik ve güzel ahlakla bütünleştirin.”
Ebu Hüreyre (r.a) ‘dan bir rivayette; “Ey Allah’ın Resülü! hangi sadaka daha üstündür?” diye soruldu. “Fakirin cömertliğidir…” buyurdular. Başka rivayette ise: “Sağlıklı, mala karşı tamahkâr, zenginliği umar ve fakirlikten korkar bir durumdayken verecek olduğun sadaka.” Diye cevap verdiler.
Cömertlik: Ahlâk-ı âliyedendir. Mü’minin en önemli vasıflarından biridir. Cennete ilk defa âlimler, vaizler, hocalar değil, hak ve hakikatı neşir uğruna malını ve canını Hakk yolunda bezleden, esnaf, tüccar ve kazanç seviyesi ne olursa olsun, bütün cömertler, Hakk’a dilbeste civanmertler girecektir. Evet, onlar Rablerine fani olan şeyleri verecek bakiyi kazanarak ebediyete ereceklerdir.
İnsan Suresinde “iyi insanların” vasıfları sayılırken bu vasıflardan birinin de “Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler” İnsan/76; 8. buyrulmaktadır. Borçlu, köle, mahpus olanlar da esirler kapsamındadırlar.
وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
“… Allah sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et, sakın ülkede nizamı bozma peşinde olma. Çünkü Allah bozguncu-ları sevmez.”…” Kasas /77.
… وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“… Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.” Haşir/59; 9.
Âyet-i kerimede; وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
“Allah’ın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’a aittir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Al-i İmran: 180 buyrulmaktadır.
“Her sabah iki melek iner. Biri:
– Ya Rabbi! İyilik edene malının karşılığını ver. Diğeri de:
– Ya Rabbi! Cimrilik edenin malını telef et, diye dua eder.”
Nebiler Sultanı insanların en cömerdiydi. Kendinden bir şey istendiğinde varsa verir, olmadığı takdirde de vaad ederdi. Bazen üzerine giydiği tek bir elbiseyi isteyen olur, O’ da hiç çekinmeden hemen verirdi. Her zaman cömert davranan Allah Resulü Ramazan’ın gelmesiyle adeta coşardı.
İbn Abbas’ın ifadesiyle, bilhassa Ramazan ayında, Cebrail (a.s)’la buluştuğu zaman cömertliği daha da artardı… O günlerde Allah Rasûlü (s.a.s) insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert olurdu.” Yani elinde-avucunda kalan en son şeyleri de dağıtıverirdi.
Efendimiz (s.a.s); “Ramazan ayında verilen sadaka daha faziletlidir.” Buyurarak insanları bu konuda teşvik etmişlerdir.
Ramazan’a mahsus ibadetlerden biri olan “fidye” ve “fıtır sadakası”yla adeta bir alt sınır çizilmiştir. Daha fazlasını yapamayanlar hiç olmazsa bundan geri kalmamalıdır.
Fidye, sürekli bir hastalık, yaşlılık, hamilelik veya çocuk emzirme gibi herhangi bir özürden dolayı oruç tutamayan kimselerin, tutmaları gereken her bir gün oruç için bir fakiri iki öğün doyuracak kadar yaptıkları yardımın ismidir.
Fıtır Sadakası, halk arasında fitre diye bilir. Fıtır sadakası (sadaka-i fıtır); bir sadakat nişanıdır.
İnsan olarak yaratılmanın,
Ramazan orucunu tutup bayrama ulaşmanın bir şükrü,
Ramazan orucu için cebren linnoksan; yani bilmeden ve istmeyerek orucun mahiyetine zarar veren davranışların sebebiyet verdiği noksanlıklar için bir özür ve eksiklerin tamamlanması için verilmesi gereken bir sadakadır.
Bu sadaka; Hanefilere göre vacip, diğer üç mezhebe göre farzdır. Hanefilerde farz ile vâcip arasında uygulama açısından fark yoktur.
“Resûlullâh fitreyi oruç tutanı anlamsız ve çirkin davranışlardan temizlesin; muhtaçlara da yiyecek bir lokma olsun diye farz kılmıştır.” Bazı âlimler, buradan hareketle fitreyi namazın eksiklerini telafi eden sehiv secdelerine benzetmişlerdir ki bu benzetme oldukça yerindedir…
Mükellef kişi, ister zengin isterse fakir olsun, ister oruç tutsun ister tutamasın, kendisinin, küçük çocuklarının ve bakmakla mükellef olduğu kimselerin fitrelerini vermekle yükümlüdür.
Fıtır sadakası bayramdan önce de verilebilir. Hatta bu daha faziletlidir. Bu süre içerisinde verilemeyen fıtır sadakaları, bayram günü veya daha sonra da verilebilir.
Hanfi mezhebinde Hasan ibni Ziyaddan gelen bir görüşe göre; sadakai fıtır; Ramazandan öncede verilebilir. İmam Şâfiî bir ay, Ebû Hanîfe bir yıl, Zeydiyye mezhebi ise iki yıl öncesinden ödenebileceği görüşündedir. Fakihlerin çoğunluğuna göre fitrenin bayramdan sonraya bırakılması mekruh kabul ederken, bazı fakihler ise haram sayar ve yapılan ödemeyi kazâ olarak nitelendirir.
Fitrenin hedefi, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması, böylece bayram sevincine iştirak etmesine katkıda bulunmaktır.
Fıtır sadakası miktarının belirlenmesinde, kişinin bir günlük (iki öğün) normal gıda ihtiyacını karşılayacak miktarın ölçü alınması daha uygundur. Kişi dinen zengin sayılanlara, usûlüne (anne, baba, dedeler ve nineler), fürûuna (çocuk ve torunlar) ve eşine fıtır sadakası veremez. Fitreler bir fakire verilebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtılabilir. Ancak bir kişiye verilen miktar bir fitreden az olmamalıdır.
Fıtır sadakası, kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul müslümanlara verilir.
Hanefî mezhebinde fitre sadece zekât vermekle yükümlü olan müslümanlara vâciptir.
Fıtır sadakasının sarf yerleri ile zekâtın sarf yerlerinin aynı olduğu hususunda fakihler görüş birliği içindedirler. Buna göre, zekât verilemeyen kimselere fitre de verilemez.
Bir kimse zekâtını, fıtır sadakasını ve fidyesini kendi usûl ve fürûuna veremez. (Usûl, bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleri; fürûu ise; çocukları, torunları ve onların çocuklarıdır.) Zekâtın kimlere verileceğini Tevbe sûresi, 9/60. âyette bildirilmiştir.
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِنَ اللهِ وَاللهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
“Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak;
(1)yoksullara,
(2)düşkünlere,
(3)zekât toplayan memurlara,
(4)gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara,
(5) boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere,
(6)borçlulara,
(7)Allah yolunda çalışıp cihad edenlere,
(8) ve yolcuya mahsustur. Allah her şeyi bilendir, her yaptığını hikmetle yapandır.” Tevbe sûresi, 9/60.
Bakara suresi 177. Ayette; “… Sevdiği malını Allah’ı hoşnut etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren…” denilerek bizlere infakın yapılacağı yerlerle ilgili irşatta bulunulmaktadır.
Bakara; 273 Ayette; yapılan yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar için;
“Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir.
Bunlar yeryüzünde dolaşıp geçimlerini sağlama imkânı bulamazlar.
Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hallerini bilmeyen kimse, onları zengin sanır…” Bakara; 273.
Bu âyette Allah Teâla,
– kendilerini tamamen İslâm hizmetine adamış,
– din uğrunda kendilerini ilime, adamış,
– Allah yolunda meşguliyetlerinden veya hastalık ve acizlik gibi engellerden dolayı nafakalarını kazanamayan fakirlere yardımcı olunmasını istemektedir. O gün Ashab-ı Suffa (r.a) bu sınıfın başında gelirdi. Efendimiz (a.s.m) onlara İslâmı öğretir, başkalarına da öğretmek ve diğer hizmetler için onları hazır bulundururdu.
Allahu a’lem bugün;
– Hâsseten, korkutulmuş veya paralı müfterilerle haklarında tamamen yalan ve içi boş dosyalarla tutuklanan,
– savunma hakları ellerinden alınan, avukatları dahi tutuklanan insanların ihtiyaçları,
– veya bu mağdur edilen insanların çocuklarının, ailelerinin ihtiyaçları,
– mallarına çökülen, sermayeleri yağmalanan,
– diplomaları ve çalışma izinleri iptal edilerek bir tür soykırıma maruz bırakılan,
– pasaportları iptal edilerek seyahat imkanları ellerinden alınan,
– gaybubette olduğundan, sağlık güvenceleri olmadığı için doktora ve ilaca ulaşamayan,
– bir yerde sıkışmış kalmış seyahat edecek bilet parası bulmayan,
– ancak sırtındaki bir elbiseyle yurt dışına çıkabilmiş insanlara öncelik verilebilir…
Durumlarını dile getirdiğimiz bu insanların hepsi “Allah yolunda” oldukları için bu muamelelere maruz kalmaktalar.
Bu ve benzeri muameleye maruz kalan insanların her gün acı haberlerini almaktayız…
Efendimiz (s.a.s): “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”
Yine; “Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyuruyor.
Ramazan’da sosyal hayata ait açılan en belirgin iyilik kapılarından biri ikramdır.
İkram: Ağırlamak, hürmet etmek, saygı göstermek. Bağış, iltifat olarak bir şeyler vermek. Allah’ın lütfu ve ihsanı gibi manalara gelmektedir.
İkram, Ahlâk-ı Aliye’dendir. Rabbimiz; Zü’l- Celal-i ve’l-İkram dır. “Azamet ve Kerem sahibi” demektir. Bu da ikram yapan insanın Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biriyle rezenonsa geçmesi demektir.
Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm lafza-i celali, Kur’an’da iki yerde geçer (er-Rahmân 55/27, 78). Allah’ın ikram sahibi oluşu, yaratılmışlara lutfettiği nimetler sebebiyle onların zillete ve sıkıntıya mâruz kalmamaları ya da karşılıksız verdiği bütün nimetlerin aslında şerefli ve değerli olması mânasındadır.
Kulun zü’l-celâl ve’l-ikrâmdan nasibi, Allah’ın azametinin yanı sıra lutuf ve ikram sıfatları bağlamında kulluk görevini yerine getirmesi, özellikle kendisine verilen nimet ve imkânları O’nun diğer kullarıyla paylaşmasıdır. Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurdu:
«مَنْ كَانَ يُؤمِنُ بِاللَّهِ والْيوْمِ الآخِرِ ، فَلْيُحسِنْ إلِى جارِهِ،
ومنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ واليومِ الآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse komşusuna iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin!”
İslâm’ın ilk devirlerinde müslümanlar çok fakirdi; büyük geçim sıkıntısı çekerlerdi. O zamanlar misafire ikramda bulunmak, yolluğunu vermek farz kılınmıştı. Fetihler çoğalıp müslümanlar rahat yaşamaya başlayınca, misafire ikram konusu eskisi gibi farz değil, Peygamberimiz’in bir sünneti olarak kabul edilmeye başlandı.
Dolayısıyla herhangi bir zamanda veya Ramazan ayı gibi belli mevsimlerde sofralarımızı öğrencilere, fakirlere, tanıdık tanımadık toplumun her kesiminden insanlara açmamız Allah Resûlü’nün önemli bir sünnetini ihya anlamı taşımaktadır ve evimizi bereketlendirecek güzel davranışlardır.
Abdullah b. Selam der ki: Hz. Peygamber (s.a.s) Medine’ye varınca halk ona doğru koşuştu ve: “Resulullah geldi” denildi. Ben de halkla beraber ona bakmak için geldim. Yüzüne dikkatle baktığım zaman bu yüzün yalancı birinin yüzü olmadığını anladım. Resulullah’ın (s.a.s) söylediğini işittiğim ilk şey şu sözüydü: “Ey insanlar! Selamı yayın, yemek yedirin, akrabalarınızı gözetin ve insanlar uykudayken namaz kılın. Böyle yaparsanız cennete girersiniz.”
Yine başka bir rivayette ise Resulullah (s.a.s): “Aç olanı doyurun, hasta olanı ziyaret edin ve esir olanı kurtarın” buyurdu.
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhumâ’dan rivayet edildiğine göre, bir kimse Resûlullah (s.a.s)’e “Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye sordu. Hz. Peygamber de: “Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen ve selam vermendir.” buyurdu. Tanıdık tanımadık herkese selam vermek ve ikramda bulunmak, Müslüman iyilik severliğinin anlaşılması bakımından da oldukça önemlidir. Çünkü insan, ihsanın kuludur. İyilik görmekten, iyisin denilmekten hoşlanmayan normal bir insan düşünmek mümkün değildir.
Yemek yedirmek ve selâm vermek toplumda sıcak ilişkilerin, köklü dostlukların kurulması ve güzelliklerin artması için iki önemli iyiliktir. Bunların muhataplarının “tanıdık tanımadık herkes” olması, her iki iyilik için de en geniş çerçevenin tespiti anlamına gelir. Zira insanlar, genellikle yakınlarına ve sevdiklerine ya da iltifat ve iyiliğe layık gördüklerine ikramda bulunur ve onlara selâm verirler. Oysa her iki halde de kimseyi küçümsemeden herkese aynı davranabilmek son derece önemli bir olgunluk ve iyiliktir.
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle demiştir: “Herhangi birinizin sofrası önünde yayılı bulunup kaldırılıncaya kadar, melekler sevabı onun için olacak şekilde salâvat-ı şerife getirirler.”
Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurdu:
“ Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur:
–”Ey âdemoğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin”.
Âdemoğlu: – Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl ziyaret edebilirdim? der.
Allah Teâlâ: “Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?
Ey Âdemoğlu! Beni doyurmanı istedim, doyurmadın” buyurur.
Âdemoğlu: Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirdim? der.
Allah Teâlâ: “Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini benim katımda mutlaka bulacağını bilmez misin?
Ey Âdem oğlu! Senden su istedim, vermedin” buyurur.
Âdemoğlu: Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben sana nasıl su verebilirdim? der. Allah Teâlâ: “Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?” buyurur.
Hadis, Yüce Allah’ın, kullarına yapılan iyiliği, âdeta kendisine yapılmışçasına önemsediği ve bu düzeyde değerlendirdiğinin çarpıcı bir ifadesidir.
Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: “Hangi müslüman elbise ihtiyacı olan başka bir müslümana bir elbise giydirirse, Allah da ona cennetin yeşil ipek elbiselerinden giydirir. Hangi müslüman aç bir müslümanı doyurursa, Allah da onu cennet meyvelerinden yedirir. Hangi müslüman susamış bir müslümana su verirse, Allah da ona (kabı) mühürlü hâlis cennet şarabı içirir.”
Efendimiz (s.a.s)’in İftar ve Sahurlarda İkramları
Her zaman ikramı seven ve ümmetini de teşvik eden Efendimiz (s.a.s) Ramazan’da da oruçlulara iftar verilmesi hususunda ümmetini teşvik etmiştir.
“Ey İnsanlar! … Sofranız herkese açık olsun, çokça ikram edin,… Böylece selametle Cennet’e girersiniz!” Buyurmuşlardır.
Fakirleri ve açları doyurma mevzuu ayet-i kerimelerde ve hadislerde farklı şekillerde ifade edilmiş; zekât, sadaka, keffaret ve fidye gibi meselelerde fakirlerin doyurulması konusu, sınırları çizilerek genişçe ele alınmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz (s.a.s) “sofranız herkese açık olsun” sözüyle; zengin-fakir, mü’min-müşrik ayırmamış; yemek yedirmeyi mutlak bırakmıştır. Bu açıdan, öncelikle Müslümanlara olmak üzere, kim olursa olsun hatta gayr-i müslime ikramda bulunmak da bu sözün muhtevasına dâhildir. Soframızı herkese açık tutmamız, misafirimiz kim olursa olsun yemek yedirmemiz mümince bir davranıştır. Kapıya gelen herkesi Hızır gibi kabul etme, güler yüzle karşılama ve ona ikramda bulunma yemek yedirmenin hakkını verme demektir… İşte, Peygamber Efendimizin “yemek yedirin” sözü bu genişlikte yorumlanmalıdır.
Efendimiz(s.a.s)’in ikramı iftarla sınırlı değildi, sahurda da misafir kabul ederdi. İrbâd b. Sâriye (r.a) şöyle demiştir: «Resûlüllah (s.a.s) Ramazan’da beni sahur yemeğine davet etti de: «Mübarek yemeğe buyur, dedi.»
Zeyd İbni Sâbit (r.a)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Biz Resûlullah (s.a.s) ile birlikte sahur yemeği yedik sonra da sabah namazını kıldık.”
Efendimiz (s.a.s) cemaate namaz kıldırdıktan sonra döner: “Herkes evine ağırlayabileceği kadar misafir alsın!” derdi. Sahabe Efendilerimiz de, imkânları ölçüsünde bir, iki veya üç kişi alır, evlerine götürürlerdi. Şayet misafir edilmedik kimse kalırsa, onları da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisi misafir ederdi. Yine böyle bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz arkadaşlarından, mescitte ikamet eden ve sabah akşam Rablerinin rızasını avlamak için gayret eden Suffe ashâbından ağırlayabilecekleri kadarını evlerine misafir etmelerini istedi. Onlar da birer ikişer kişi alıp evlerine götürdüler. Ancak geriye beş kişi kalmıştı. Allah Resûlü o beş kişiye, “Haydi, buyurun!” dedi ve onları Hazreti Âişe’nin (r.a) hanesinde misafir etti. Efendimiz “Yâ Âişe! Bizlere yiyecek bir şeyler hazırla.” Dedi.
Hz. Âişe (r.a) Validemiz, misafirlerine undan ve etten yapılmış bir çeşit yemek getirdi. Onu yemelerinden sonra da hurmadan yapılmış bir tatlı ikram etti. Ardında da süt içtiler.
Vâsile b. el-Eska’ (r.a) da başından geçen şu hadiseyi aktarıyor: Suffe ashâbı arasında kalırken, Ramazan ayı girdi ve oruç tutmaya başladık. İftar vakti, her birimizi, Akabe veya Rıdvan Biatı’na katılan sahabilerden biri yemek için evine götürüyordu. Bir akşam, iftar vakti gelip geçtiği halde kimse bizi yemeğe götürmedi. O gece, hiçbir şey yemeden aç olarak sabahladık. Ertesi gün iftar vakti gelmişti ama bizi yine hiç kimse davet etmedi. Bunun üzerine biz Allah Resûlü’ne gittik ve durumumuzu ona arz ettik. Hanımlarına, yanlarında yiyecek bulunup bulunmadığını öğrenmek için haber gönderdi. Hepsi de yanlarında yiyecek bir şey bulunmadığını söylediler. Bunun üzerine, Efendimiz herkesin toplanmasını istedi ve şöyle dua etti: “Allah’ım, senin lütuf ve rahmetinden istiyorum. Lütuf ve rahmetinden vermek senin elindedir. Senden başkası ona sahip değildir ve sahip olamaz.” Allah Resûlü duayı henüz bitirmişti ki, kızartılmış bir kuzu ve ekmek getiren birisi girmek için izin istedi. Resûlullah (s.a.s), yemeğin önümüze konulmasını istedi ve doyuncaya kadar yedik. Efendimiz, yemekten sonra şöyle buyurdu: “Biz, Allah’ın rahmet ve lütfundan istedik. İşte; bu gördüğünüz O’nun lütfudur. Rahmetini ise, bizim için ahirete saklamıştır.”
Ebû Hüreyre radıyallanu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
يَا نِسَاءَ الْمُؤْمِنَاتِ، لاَ تَحْقِرَنَّ جَارَةٌ لِجَارَتِهَا وَلَوْ بِفِرْسِنِ شَاةٍ “Ey müslüman hanımlar! Hiçbir komşu hanım, bir koyun paçası bile olsa, komşusuna vereceğini küçük gör(üp vermemezlik et)mesin.”
Hazreti Hatice, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Osman (r.anhum) gibi sahabe efendilerimiz insanları dine davet için düzenledikleri ziyafet sofralarında ya da fakirlere-muhtaçlara yardım yolunda servetlerini tüketmişlerdir (fırsatları değerlendirmişlerdir demek daha doğru olsa gerek).
Bugün İslam’ı evrensel manada temsil eden Hizmetimiz; ikrama ayrı bir derinlik katmış; gelir düzeyindeki çok adaletsizlik gibi durumları da göz önünde bulundurularak gıda paketleriyle bu tür ihtiyaçlar karşılanabilmekte böylesi yüce bir ibadetten mahrum kalınmamakta…
Sakladığın Değil, Paylaştığın Senindir
Peygamber Efendimiz bir koyun kesti… Etleri parçalayıp hazırladı. Bu sırada bir ihtiyaç sahibi geldi. Etten bir miktar verdiler. Az sonra başka bir ihtiyaç sahibi geldi. Ona da etten verdiler. Derken başka gelenler oldu. Kimseyi boş çevirmediler, onlara da verdiler. Geriye yine de bir miktar et kaldı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Hz. Aişe (r.a) validemize,
— Koyundan geriye ne kaldı, diye sordu. Hz. Aişe (r.a.),
— “Sadece bir budu kaldı”, dedi. Bunu üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s) — “Bir budu hariç gerisi bize kaldı”, buyurdular.
Etin, neredeyse hepsini dağıtmışlardı. Peygamber Efendimize göre, ellerindeki değil de başkalarıyla paylaştıkları kendilerine kalmış oluyordu. Başka bir ifadeyle, kendimize sakladığımız değil, başkalarıyla paylaştığımız bizimdir.
Kur’ân, Muhtaç Olanlara Sahip Çıkılmamasını Kınamaktadır
كَلَّا بَلْ لَا تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ (17) وَلَا تَحَاضُّونَ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ (18 “Hayır! Siz Allah’tan hep ikramı devam ettirmesini istersiniz ama, yetime değer vermezsiniz!– Muhtaçları doyurmaya teşvik etmezsiniz.” Rabbimiz böylesi bir itabına maruz kalmaktan hepimizi muhafaza buyursun.
أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ (1) فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ (2) وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ (3)… وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ “Baksana şu dini, mahşer ve hesabı yalan sayana! O, yetimi şiddetle itip kakar. Muhtacı doyurmayı hiç teşvik etmez… İbadetlerini gösteriş için yaparlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler.” Maun/107; 1-7.
2-3. Ayetlerde; “yapıp ettiklerinin ceza veya mükâfat olarak bir karşılığını göreceklerine (âhirete) inanmadıkları için, yetime kötü davranmaktan, yoksullara karşı ilgisiz durmaktan çekinmezler” denilmektedir.
Surede: Yetimin hakkını yiyen, ona kalan mirası vermeyen, üstelik bir yetim, çaresizlik içinde gelince onun ihtiyacını karşılamadan onu itip kakarak kovan ve yoksulun açlığı ile ilgilenmeyen kimselerin durumu şiddetli tehdit ifade eden bir üslupla bize bildirilmektedir.
Varlıklı olanların malında yoksulların haklarının bulunduğu belirtilmektedir. Nitekim bu husus, وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ “Onların mallarında isteyenin ve yoksulun hakkı vardır” Zâriyât 51/1). meâlindeki âyette de ifade edilmektedir.
Ölen Yakınlarımız Adına da Tasaddukta Bulunabiliriz
Hz. Âişe (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.s)’e bir adam: – Annem ansızın öldü. Öyle sanıyorum ki, şayet konuşabilseydi, sadaka verilmesini vasiyet ederdi. Şimdi ben onun adına sadaka versem, sevabı ona ulaşır mı? diye sordu. Nebî (s.a.s) de: – “Evet” buyurdu.
Nesai Sa’d b. Ubade’nin söyle dediğini rivayet eder: “Ya Resulullah annem öldü, onun için sadaka verirsem faydası olur mu diye sordum. O da “Evet.” dedi. Ben de “Hangi sadaka daha faziletlidir.” dedim”, O da “Su dağıtmandır.” dedi. Bunun üzerine Sa’d bir kuyu kazdı. “Bu kuyu Sa’d’ın annesi için.” dedi.
Bu hususta benzere rivayetlerde göz önünde bulundurularak söyle bir neticeyi çıkarılabilir: Kişinin, ölen yakınları için, onlar adına tasaddukta bulunması, onlara fayda sağlar. Hadiste geçen “Su dağıtmandır” ifadesi ise, mukteza-i hale mutabık bir ifade olup, Efendimiz (s.a.s)’in bu ifadesi, meseleyi sınırlamak için değil, alternatif sunmak için olsa gerek.
Ebu Zer (r.a)’ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) ona şöyle buyurdu: “Ey Ebu. Zer’ Kardeşini tebessümle karşılamak veya kendi kovandan hayvan sulayan kardeşinin kovasına bir su boşaltman bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme.” “Kovandan kardeşinin kovasına bir şey boşaltman sadakadır… ”
Resulullah (a.s.)’ın “su”yu, en üstün sadaka ilan etmesi iki sebebe bağlanabilir: Bunlar “Su”yun o devirde Medine’de azlığı ve çok fazla ihtiyaç duyulan madde oluşudur.
İhtiyaçlar zamana ve şartlara göre farklılık arzedebilir. Bir yerde su ihtiyacı varken başka bir yerde barınma veya başka ihtiyaçlar olabilir. Bu bakımdan sadakalardaki üstünlük veya efdaliyet tamamen ihtiyaca hasredilir.
Görüldüğü üzere sadaka ile ilgili çıta her insanın yapabileceği ölçüdedir. Buna rağmen Yunus Emre’nin dediği gibi çoğu insan:
Kazanıp kazanıp verir ziyana / Hak yolunda bir pula kıyamaz.