“Bu cadı avı ya da ‘ötekileştirme’ siyasetinden
şüphesiz en çok etkilenen
minik bedenleri ve narin ruhları ile çocuklar oldu.
Bugün Türkiye zindanlarında
sırf annesi orada diye büyüyen
900’ün üzerinde çocuk var…”
Devletlerin tarihlerinde “keşke olmasaydı” denilen ve uygulandığı dönemlerde birçok insanın canını yakan politikaları olmuştur.
İsviçre’de bir dönem uygulanan Sözleşmeli Çocuklar (Verdingkinder) politikası bu durumun çarpıcı örneklerinden birisidir.
Sözleşmeli Çocuklar (Verdingkinder) uygulaması İsviçre’de, 18. Yüzyılın sonlarında bir eğitim politikası olarak başlamıştır. Bu uygulama ile çocukların tecrübeli aileler yanında eğitileceği düşünülmüş ancak zamanla bir trajediye dönüşmüş ve 1974 yılında bir kanunla kaldırılmıştır.
İsviçre’de 1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların özellikle sanayi sektöründe fabrikalarda çalıştırılmaları yasaklandı. Bu karar çocukların sanayide çalıştırılmasının kısmen önüne geçtiyse de fakir aileler çocuklarını çiftliklere vermeye başladılar. 18. yüzyılda bir tarım ülkesi olan İsviçre’de ‘sözleşmeli çocuklar’ (Verdingkinder) ucuz iş gücü olarak kullanılmaya başlandı. Bir eğitim politikası olarak başlayan projenin trajediye dönüşmeye başlandığı nokta tam da burasıydı. Başta fakir aileler olmak üzere; devlete borcu bulunan ya da boşanmış çiftlerin çocukları çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına (özellikle çiftliklere) yerleştirilirdi.
Daha sonra bunları anne-babası olmayan yetimler, ailesi ceza almış olan ya da suç işleyen çocuklar takip etti. Çocukların bu ailelerden seçilmesi, toplumun onları adeta doğuştan suçlu kabul etmesine sebebiyet verdi.
Devlet ve kilise ortaklığı ile yürütülen bu politika zamanla ‘kanunla korunan’ tam bir zulme dönüştü. Yaklaşık iki yüzyıl devam ve İsviçre’nin bu günlerde yüzleşmeye başladığı uygulama çocuk emek sömürüsünün yakın tarih örneklerinden birisini teşkil etti.
Vicdanları yaralayan Sözleşmeli Çocuk uygulamasının toplumda revaç görmesinin ve uygulamanın uzun süre devam etmesinin temel nedenlerinden birisi de kilisenin bu işte müşevvik olması ve çocukların papazların önderliğinde ailelerden toplanmış olması söylenebilir.
Sözleşmeli çocuklar bir ailenin yanına yerleştirildikten sonra kendi aileleri dahil pek arayıp soranları olmazdı. Yanına verildikleri ailenin evinde değil samanlıklarda, ahırlarda ya da barakalarda kalırlardı. Kimisinin annesi-babası hapiste, kimisininki ayrı ve yıllarca yavrularını ziyarete gelmez, bazıları ise fakirlikten istese de gelmezdi. Walter Steck o günleri şöyle anlatıyor: “Burada dar bir yol vardı. Yukarı doğru çıkardı ve tepeden tren istasyonu gözükürdü. Biz çocuklar yukarı çıkıp, ailelerimiz geliyor mu diye bakardık. Tabii ki bende. Benim annem babam hiç gelmezdi. Evet bu çok acıydı.” [1]
Sözleşmeli Çocukları toplumda ikinci sınıf insan hatta ‘köle’ muamelesi görürlerdi. Ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşar, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbise giyer çoğu zaman aç olurlardı. Hatta cinsel tacize uğrayanlar bile olurdu.[2] Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre’de bu konu konuşulmadı adeta üzerine beton döküldü.
Bu çocuklar verildikleri ailenin yanında insan yerine konmaz ve alınır-satılır, devredilir bir eşya muamelesi gördüler. Geleceğe ait bir planları, çocukluğun gereği oyun saatleri ya da alanları yoktu. Küçücük bedenlerden koca koca insanların yapabilecekleri işleri görmeleri istenirdi.[3]
Doğuştan suçlu muamelesi gören bu çocuklar devlet politikalarında da hikmetler(!) arayan toplum tarafından ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulmuş; narin bedenlerine yüklenen ağır hayat yükü ve yanında kaldıkları ailelerin kaba davranışları yüzünden hayata küsmüş ve gelecekle ilgili tüm ümitlerini çalıştıkları çiftliklerin topraklarına gömmüşlerdir. Nasıl bir travma geçirdiklerini ise büyüdükten sonra anlamış ve o ağır sosyal linçin etkisini ömür boyu üzerlerinden atamamışlardır.
Hiçbir şey yapamazsın, hiçbir şey isteyemezsin ve sen bir hiçsin…
O dönemin kurbanlarından Alfred Ryter bir televizyon kanalına verdiği röportajda yaşadıklarını anlatırken gözyaşlarına hakim olmakta güçlük çekiyordu.
“Hiçbir şey yapamazsın, hiçbir şey isteyemezsin ve sen bir hiçsin…” Bu söz İsviçre’nin bu günlerde hesaplaştığı ‘devlet ayıbını’ en iyi özetleyen cümlelerden birisidir belki de.
Şöyle devam ediyordu Alfred Ryter sözlerine: “Çok İyi hatırlıyorum, babam benimle birlikte Frutigen’deki köye, bisiklet ve karton kutu ile geldi. Beni babamdan devralan iki adam vardı. Babam kıyafetlerle kutuyu kollarıma bıraktı ve oradan ayrıldı.”
Kimse Alfred’e onu nelerin beklediğini söylemedi. Eve dönüp dönmeyeceğini, annesinin hayatta kalıp kalmadığını dahi bilmiyordu. Artık bu küçük çocuk için açlık, soğuk, sevgisizlik, dayak ve rahatsız eden kötü korkular gündelik hayatının bir parçasıydı.
Çiftçi onu saat beşte uyandırdı. Daha sabahın çok erken saatlerinde Alfred ahırı temizler, buzağılara yemlerini verir, samanlıktan saman taşır ve kışın hayvanlar için ahıra su getirirdi. Genel istikrarlı çalışmanın ardından çiftçi onu kahvaltı için mutfağa gönderdi. Alfred diyor ki: “Bana bir parça ekmek, bir bardak sulandırılmış süt verirdi. Bana zamanında okula gidebilmem için ve ağzımı yakmamam için sütü suyla soğuttuğunu söylerdi. Kahvaltımda hiç peynir ve tereyağı olmamıştı. Ara sıra biraz reçel bulunurdu.”[4]
O ağır hayat koşulları ve koruyucu ailenin davranışları Alfred’in hayatını birkaç ayda mahvetti. Bugün 76 yaşındaki Alfred, memleketi Frutigen’deki çiftlikte yaşadıklarını anlatırken nefesi daralıyor. Yediği dayaklardan sırtının kanamasını, soğuk günlerde sabahın erken saatlerinde çalışmaya başlamasını, kilerde geçirdiği soğuk geceleri, domuz yemiyle karnını doyurduğu günleri ve özellikle koruyucu annenin sürekli tekrar ettiği şu cümleyi hiç unutmuyor:
“Hiçbir şey yapamazsın, hiçbir şey isteyemezsin ve sen bir hiçsin…”[5]
Şu günlerde İsviçre tarihinin karanlık dönemlerinden biri olan Sözleşmeli Çocuklar konusunu İsviçreli tarihçiler cesaretle konuşmaya-yazmaya başladılar.
Kendisinin babası da Werdingkinder olan tarihçi Leuenberger; ‘ailesi fakir olan çocukların çiftçilere (adeta) satıldığını, çoğunun ucuz işgücü olarak sömürüldüğünü, bedensel olarak cezalandırıldıklarını ve cinsel tacize uğradıklarını’ söylüyor.
Bu uygulamaya maruz kalan çocuk sayısının ne kadar olduğu ile ilgili soruya ise şöyle cevap veriyor Marco Leuenberger: Bu rakamın 10 binden fazla olduğunu tahmin ediyoruz. Ancak tam sayının ne olduğunu bilmemiz mümkün değil zira 1820’den önceki dönemle ilgili elimizde kaynak yok ve birçok çocuk devlet yetkililerinin bilgisi olmadan işe alındı.[6]
Bu günlerde İsviçre Sözleşmeli Çocuklar uygulamasını cesaretle tartışıyor. Tarihçiler ve günümüz politikacıları konuyu tüm yönleriyle yeniden değerlendiriyorlar. Artık birçoğu yaşlı olan Eski Sözleşmeli Çocuklarla birlikte hareket eden tarihçi ve siyasetçiler kurdukları vakıf ya da derneklerle konuyu tüm yönleri ile ele alıyorlar.
Yapılan araştırmalarda yürekleri kanatan en acı tespit şu olsa gerek: Bu trajedinin kurbanı çocukların problemlerini kimse dinlemez; tecavüze uğradıklarını söylediklerinde, işkence gördüklerinde sahip çıkılmazdı. Çünkü onlar zaten dünyaya suçlu olarak gelmiş ya da aileleri mutlaka bir suça bulaşmış ve kurtarıcı bir ailenin yanına verilerek kendilerine zaten gereken tüm yardımlar(!) yapılmış çocuklardı. Bu çocuklar ilerleyen yaşlarında maruz kaldıkları muameleleri hiç unutamadılar. Bir fidana bıçakla yapılan çizik gibi büyüdükçe yaraları büyüdü. Bugün İsviçre devleti hayatta kalanlara 25.000 İsviçre Frank’ı tazminat verse de onlar kanayan yüreklerindeki acıyı unutamıyorlar.
Bugün Anadolu’da devleti yöneten elitler sarsılan iktidarlarını sağlama almak için âdeta tarihteki mevkidaşlarından (!) örnek alarak; dün sağcısını, solcusunu, alevîsini kürdünü çoluk çocuğuyla topyekûn suçlu ilan ettikleri gibi bugün de Hizmet Hareketini topyekûn suçlu ilan ettiler. Kurgu bir darbe ile yaklaşık 500 bin Hizmet gönüllüsü ile ilgili tahkikat yaptılar. On binlerce insanı sorgusuz sualsiz zindanlara attılar.
Bu cadı avı ya da ‘ötekileştirme’ siyasetinden şüphesiz en çok etkilenen minik bedenleri ve narin ruhları ile çocuklar oldu. Bugün Türkiye zindanlarında sırf annesi orada diye büyüyen 900’ün üzerinde çocuk var. Annesi, babası yahut her ikisi de hapiste ya da ülkeyi terk etmek zorunda kalan ailelerin çocukları Çocuk Esirgeme Kurumu ve akrabalarının yanında yaralı yürekleri ile hayata tutunmaya çalışıyor.
Medyanın etkisi, diyanetin işin içinde olmasından dolayı Türkiye’de toplum minicik yüreklere bile ‘terörist’ nazarıyla bakıyor. İlerleyen yaşlarında bu çocukların insanlığa küsmemeleri ve hayata tutunmaları için çok gayret edilmesi gerekiyor. Bu konu ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte şu tespiti şuraya bırakarak yazımıza son verelim:
Hiçbir zulüm gizli kalmıyor. Kanuna kitaba uydurulup devlet eliyle bile yapılsa er geç cezası tatbik ediliyor. Bugün dünyanın dört bir tarafında güya ‘devletlerini yaşatmak için’ esasen koltuklarını kaybetmeme adına muktedirlerin ve avenelerinin yaptıkları zulümler mutlaka ortaya çıkacak ve kanunların tespit ettiği cezalar kendilerine tatbik edilecektir. Hiçbir zulüm sonsuza kadar sürmez, günü geldiğinde mazlumun iniltisi dağları bile yerinden oynatır.
Bugün zulmün olduğu devletleri yönetenlerin yaptığı ve toplumun kahir ekserinin sessiz kaldığı zulümle iyi ya da kötü herkes yüzleşecektir. Zira tarih bunun örnekleriyle doludur…
Demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesinden sonra tarihteki hataları ile yüzleşmeyi beceren toplumlar/devletler gerekli dersleri çıkararak geleceğe yürümüşlerdir. Medeni Kanunumuzu aldığımız İsviçre tarihi hatasıyla yüzleşerek gelecek nesillere daha yaşanabilir bir demokratik ortam bırakıyor.
Ne diyelim! Darısı başımıza….
[1] Deutsche Welle Türkçe, 09.07.2016, Sözleşmeli Çocuklar
[2] https://www.sonntag.ch/av-372-verdingkinder/av-372-interview-leuenberger/
[3] Maria Helena Thöni, Widerstand oder Annahme?
[4] https://www.jungfrauzeitung.ch/artikel/164019/
[5] https://www.spiegel.de/panorama/gesellschaft/verdingkinder-in-der-schweiz-wir-kindersklaven-a-1111341.html
[6] https://www.swissinfo.ch/ger/verdingte-kinder—verdraengtes-thema/3778736