627
Kendisiyle 1985’li yıllarda tanışma bahtiyarlığına erişmiştim. Bulunduğumuz mekâna oldukça sınırlı sayıda kişinin uğradığı o zaman dilimlerinde sık sık uğrayan enderlerden biriydi. Sessizliği, vakarı, nezâketi, mütevaziliği ve mütebessimliği ile hep dikkatimi çekmişti. Giyim kuşamı özenle seçilmiş, lüksten uzak ama önemli bir iş yaptığı her halinden belli oluyordu. Birkaç geliş-gidişinden sonra, merak ettim ve böylece kim olduğunu da öğrenmiş oldum.
O, artık bulunduğumuz kıymetli mekânın adeta sâkinlerinden biri gibi olmuş ve sık sık uğrar olmuştu. Özellikle de her ayın belli günlerinde, onda ayrı bir heyecan ve endişe hissederdim. Elindeki mütevâzi ve oldukça kabarık çantasıyla gelir, ortamı yoklar, bazen saatlerce bekler, uygun olmadığı zaman boynu bükük, hüzünle gider ama ertesi gün yeniden önceki günkü aşk ve heyecanıyla gelirdi.
Bazen onun bu gelişleri, biteviye bir hafta devam ettiği de olmuştu. Görüşeceği Zât müsait olmadığı ya da rahatsız olduğu için ertesi güne, o da bir ertesi güne derken uzayıp giderdi. Görüşme kabulü bildirilince de büyük bir heyecanla çantasını alarak salona girer ve çantasından çıkardığı resim, yazı vs. gibi bana oldukça ilginç ve orijinal gelen materyalleri, âdeta mükellef bir sofra gibi yere serer ve tek tek okuyarak bilgi verir, sonra da denilenleri sayfalara özenle kaydederdi. Bu hummalı faaliyet, o yıllarda aylık yayınlanan ve ilgili herkesin çıkmasını âdeta iple çektiği SIZINTI DERGİSİ’nin mizanpajıydı.
Bahsi geçen yıllar hızlıca geçmiş, hiç beklemediğim bir şekilde ezeli kader kazaya dönüşmüş ve yukarıda kısaca kendisinden bahsettiğim Zat, kayınpederim olmuştu. O, benim için artık bir abiden de öte aynı zamanda bir kayınpederdi.
Kendisini yakından tanıyanlar, gazete ve dergilerde bir vefa gereği olarak onun hakkında yazılar yazdılar; gördükleri ve bildikleri bazı özelliklerine değindiler. Ancak ben bu yazımda daha çok onun aile içerisindeki ahlakına kısaca değinmek istiyorum.
Vefatına kadar kendisine karşı saygıda kusur ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Zaten böyle bir konumda da hiç mi hiç olmadı. Vakarı, tevâzuu, hoşgörüsü ve duruşu zaten karşısındakine kusur yapacak bir şans bırakmazdı. Sâkin ve yumuşak ses tonuyla ideal bir mü’min portresi çizer, son derece yumuşak davranır, öfke patlaması yaşanılan durumlarda bile, karşılaştığı kimseleri bakışıyla yumuşatır ve sakinleştirirdi.
İşyerinde onun ciddiyetini bilenler, torunlarıyla olan yakın, candan ve sıcak ilişkisini görünce, sözle bir şey demeseler de çoğu kez bakışlarından şaşırdıklarını anlardım. Onlarla şakalaşır, ellerinden tutup gezdirir, isteklerini mutlaka yerine getirir, eline aldığı yemlerle kuşları yemlemeye gider ve asla isteklerine hayır demezdi. Onun bu denli sıcaklığından dolayı, bütün torunları onu, kendi babalarından kendilerine daha yakın görür ve onunla olmaya can atarlardı. Bu açıdan da küçük olmalarına rağmen torunları onu hiç kırmaz, her dediğini mutlaka yerine getirirlerdi.
Torunlarının Kur’ân öğrenmelerine ve namaz kılmalarına ayrı bir ihtimam gösterirdi. Yazın torunlarının İstanbul’da olmasını ister, Kur’ân öğrenilecek yerleri kendisi araştırıp bulur ve çoğu kez de seve seve torunlarının servisini kendisi yapmaya özen gösterirdi. O, onların kuru kuruya bir Kur’ân okumalarını değil, okunulanların anlamlarını ve hayata geçirilmesini sağlayacak çocuk kitaplarını da uzun uzun araştırır, farklı kitap ve dergileri alıp getirir, yaşlarına göre taksim ederek, okumaları için de farklı teşviklerde bulunurdu.
Namaz konusunda oldukça derin ve büyük bir hassasiyeti vardı. Abdestine özen gösterir, namazını mutlaka cemaatle kılar, ne kadar acele olursa olsun herhangi bir işi namazına asla yansıtmazdı. Kendisiyle uzun süre beraberliklerimizde, namazlardan herhangi birinin sünnetini aksattığına şahit olmadım. Seccadeleri serer, oda oda evi gezerek ev halkının cemaatle namaza katılmalarını sağlar, safları özenle tanzim eder ve mutlaka torunlarının da namazda yanında olmalarını isterdi. Onlar da dedelerinden alacakları bir aferin, ertesi gün çıkacakları bir gezi ve getireceği sürpriz bir hediye beklentisi gibi faktörlerden ve hepsinden de öte ona karşı duydukları derin sevgiden dolayı, bu konuda onu kırmamaya özen gösterirlerdi.
Namaza aşk derecesinde bağlılığının bir tezahürünü vefatına ramak kala hastanede müşahede etmiştik. Hastalığın ağırlığıyla zaman zaman kendinden geçer ve neden sonra kendine gelirdi. Kendine geldiğinde, derin ağrılarına rağmen ilk sorduğu soru, “Namaz vakti girdi mi? Namazı kılmış mıydım?” olurdu. Hatta zaman zaman namazdayken kendinden geçer, rekatlerin sayısını karıştırır, ama sağa sola yaslanarak da olsa kılmaktan vazgeçmezdi.
Ramazan Aylarında, teravihi hatimle kılınan mekânları araştırır, bu konuda ev halkını da teşvik eder, mümkün olduğu kadar da hatimle kılmaya çalışırdı.
Misafire ikram ve sofraları alabildiğine donatma ve misafirleri memnun etme konusunda, Hz. İbrahim (a.s.)’ı hatırlatırdı. Kendisine kalsaydı, her gün evde farklı misafirlerin olması, en içten istediği ve memnuniyet duyduğu şeydi. Özellikle de Ramazan Aylarında iftarlar çoğu kez misafirle olur, farklı şehirlerde olmamıza rağmen, bizlerin de gelmesini bekler ve en detayına varıncaya kadar misafire ikramda kusur etmezdi. Aynı zamanda Isparta’dan getirdiği hakiki gülyağı ve takkelerle de misafirlerini hediyesiz göndermezdi.
Dost ve arkadaşlarına karşı vefası da gerçekten dikkat çekiciydi. Bayramlarda aksatmadan onları arar, uzak yerlerde de olsa düğünlerine katılmaya özen gösterir, evlerine ziyarete gideceği zaman, götüreceği hediyeleri özenle seçer ve başlarına gelen herhangi bir sıkıntı olursa, onu da evde paylaşır ve derin üzüntüsünü ifade ederdi. Hatta bir defasında ticari işleri oldukça sıkıntı içerisinde olan sevdiği bir dostunun bu durumunu benimle defalarca paylaşmış ve: “Keşke imkânım olsaydı da borçlarını kapatacak meblağı verebilseydim. O abimiz bu sıkıntıdan kurtulsaydı!” şeklindeki içten arzusunu ifade etmişti.
Az insanda bulunan oldukça dikkat çeken yönlerinden biri de, uzlaşmacı bir kişiliğe sahip olmasıydı. Herhangi bir kimseyle sert bir şekilde konuştuğuna veya tartıştığına şahit olmadım. Her fikir, ekol, cemaat ve tarikattan insanla kolayca diyaloga geçebilir, hatta farklı dinden insanlarla bile kolayca yakınlık kurabilir ve komşuluk yapabilirdi. Mesela oturduğu sitede farklı bir cemaate ve cemaatin de en başındakinin talebesi olan bir Hocayı haftalık akşam sohbetlerine davet eder, sohbette ona ders yaptırarak şahsın konumuna son derece dikkat ederdi. Ayrıca sitede oturan farklı dinden ve ülkeden biriyle de irtibatı ilerletmişti. Bu şahsı da haftalık akşam sohbetlerine davet eder, sohbette ona da söz hakkı verirdi. Ayrıca ailece de iyi bir yakınlık kurar, ev ziyaretine gider ve onların da gelmesine böylelikle fırsat kapısını açmış olurdu.
Ehl-i ilme karşı derin bir saygı ve sevgisi vardı. Yaşça ne kadar küçük olursa olsun, ilimle meşgul olan arkadaşları hep aziz tutar, onlara hürmet gösterir ve onları dinlerdi. Kendisi de İlahiyatçı olmasına ve kıraati de iyi olmasına rağmen, hiçbir zaman bana namaz kıldırmadı ve her zaman benim imam olmamı istedi.
Kur’ân dinlemeyi çok severdi. Özellikle de S.Minşevi, M.İsmail, M.Galveş ve Abdussamet gibi meşhur kârilerin neredeyse bütün kasetlerini temin etmişti. Zaten bunların NT’lerdeki mevcudiyetindeki büyük gayreti de herkesin malumuydu. Aracımla yolculuklarımızda dinlettiğim S.Minşevi’nin kıraatini çok severdi. Hatta en son vefat hastalığında Ankara’da hastanedeyken, arabada dinlediğimiz CD’lerden istemişti de, o sırada Ankara’daki bir arkadaş vasıtasıyla kendisine ulaştırmıştım.
Dünyadan ayrılması, ebedi hayatı adına oldukça kolay oldu. Zira mal varlığı olarak üzerinde dünyalık bir şey yoktu. Kayınpederinden kalan küçük bir iki gayrımenkulü bile kendi üzerine almamıştı.
Evlatlarına karşı derin bir sevgisi vardı. Onlarla hiç üşenmeden ilgilenir, işlerinin yoğunluğuna rağmen onların isteklerini de kusursuz yerine getirirdi. Okulları uzak olmasına rağmen, onları arabayla okullarına kadar bırakıp aldığına çok şahit olmuşumdur.
Baba tarafından dedesi, Bediüzzaman Hazretlerinin en zor zamanlardaki postacılarından Postacı Abdullah’tı. Ancak böylesine meziyet sayılacak bir akrabalığının olduğunu kendisinden duymamıştım.
Onun en dikkatimi çeken yönlerinden birisi de, iş yeriyle evin arasına koyduğu kalın perdeydi. Orada meydana gelen bazı iç meseleler, tayinler, yer değişiklikleri, tatsızlıklar vs. evde hiçbir zaman ağzından duyulmamıştır. Hatta tam olarak kurumdaki görevini bile evdekiler bilmezlerdi. Kendisiyle ilgili durumları bile kendisi asla konuşmaz, bunlar orada çalışanlardan duyulur ve öğrenilirdi.
Yakından tanıdığım ve kayınpederim olduğu günden beri, pekçok meseleyi beraberce konuştuğumuz halde, ne çalıştığı kurum içindekiler, ne de kurum dışındakilerle ilgili olarak hiç kimse hakkında, dilinden olumsuz bir söz duymadım. Şayet konuşmamız öyle bir noktaya doğru gidecek olsa bile, hemen konuyu değiştirir ve dedikodu denebilecek bir şey konuşulmasına zemin bırakmazdı.
En son hastanedeki beraberliğimizde, odada kimsenin olmayışını da fırsat bilerek yakınına çağırdı ve yakında uzaklardan gelen bir arkadaşının, Hocaefendi’nin selamını getirdiğini söyleyerek, kendisi hakkında sarfettiği cümleyi, büyük bir sevinç ve heyecanla benimle paylaştı. O cümle şuydu: “Ben Şerafeddin Beyi kendi kardeşlerim gibi seviyorum.”
Evet kısaca kendisinden bahsettiğim kişi, Muhterem Şerafettin Kocaman Bey’di. 24 Kasım 2012 yılında Hakk’ın rahmetine ulaştı. Mekânı Firdevs olsun!
Kaynak: Prof. Dr. Muhittin AKGÜL | Samanyoluhaber
https://www.patreon.com/muhittinakgul
https://twitter.com/muhittinakgul