Musibetler, İmtihanlar ve Değerler

Yazar Rasim Haner

Musibet zamanında imtihanların boyutları değişir, derinliği artar. Normal zamanlarda sorgulanmayan şeyler, zor zamanlarda sorgulanmaya başlar. İnsanların zaaflarından istifade etmeyi seven şeytan, problemlerin üst üste yaşandığı dönemlerde, kriz anlarında, gazap duygusunu da kullanarak, insanları isyana, günaha, şüpheye sevk etmeye çalışır. Çoğu zaman da bunda başarılı olur.

Musibet dönemleri, tam da karşılıklı düellonun yapılacağı zaman dilimleridir. İnsan iradesiyle, şeytan da olanca hileleriyle bu dönemde karşı karşıya gelir, vuruşur, çarpışır ve sonunda iradesinin zaferini kazananlar da olur, şeytana yenik düşenler de! Şeytan sağdan soldan, alttan üstten, önden arkadan insanı sıkıştırır, onun aklına, ruhuna, kalbine, duygularına, şehvet ve gazap gibi garizelerine baskı uygulayarak onu doğru yoldan saptırmaya, selim akıldan uzaklaştırmaya, temiz fıtrattan çıkarmaya çalışır. O, rahat zamanlarda insanın daha ziyade şehvet hissini tahrik ederken, zor zamanlarda daha çok gazap duygusunu kullanır.

Bir hadis-i şerifte ifade edildiği üzere rahat zamanda şükür ile zor zamanda sabır ile mü’minin kazanacağı da bundan olmalıdır. Zira insan zorlandığı zamanlarda gerilir, bu da sinirleri harekete geçirir. Aklın mantığın zayıfladığı hatta tamamen devreden çıktığı bu dönemde insan sınır tanımaz bir asabiliğe teslim olur. Şeytanın aradığı an işte bu andır. Sinirleri ayakta olan ve her şey yapmaya hazır bir insanı alır, ona en söylenmeyecek şeyleri söyletir, en yapılmayacak şeyleri yaptırır. Ayette buyurulduğu üzere, وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ “Kim Rahman’ın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.” (Zuhruf suresi, 43/36)

Eğer insan, musibet anında şeytanın insana neler düşündürüp neler yaptıracağını bilmiyorsa, tamamen sebeplere yoğunlaşır. Musibetin neyden kaynaklandığını araştırıp ders ve ibretler çıkararak ileriye yürüme planlamaları yapmak ve zaman zaman kendisini de sanık sandalyesine oturtmak yerine etrafta suçlu arar. Bu esnada şeytanı ve onun kendisine neler yaptıracağını unutur. Şeytanın istediği de zaten budur; kendini unutturmak.

Bu yüzden musibet esnasında başka zamanlardan daha fazla bir temkin ve teyakkuza ihtiyaç vardır. Nasıl düşünmeli, nasıl davranmalı ve nasıl hareket etmeliyiz ki çözmekte zorlandığımız problemler karşısında şeytana yem olmayalım, o güne kadar sürdürdüğümüz kulluk bilincini kaybetmeyelim, tam kazandık derken hüsrana uğramayalım, hasat mevsiminde fırtınaya yenik düşmeyelim?

Bunun için öncelikle şeytan gibi bir düşmanı iyi tanımak, onun stratejilerini bilmek gerekir. Dinimiz her zaman için bizlere stratejiler sunar. Bunlar şeytana ve insan nefsine karşı kullanılacak stratejilerdir. İster rahat dönemler isterse de problemli süreçler olsun, şeytan her döneme ait hileleriyle insanın üzerine gelir. Baştan bunu böyle bilmek ve kabul etmek gerekiyor. Düşmanın varlığını, stratejilerini bilen ve onu önemseyen biri, ona göre hareket edecektir. Kur’an, şeytanın ezeli bir insan düşmanı olduğunu bildirerek bizi ikaz eder ve “Şeytan sizin düşmanınızdır.” (Fatır suresi, 35/6) der. Sadece bunu demekle kalmaz, onu bir düşman olarak benimsememizi, cephede düşman karşısında bulunuyormuşuz gibi hareket etmemizi ister ve “Siz de onu düşman edinin.” diye ilave eder. Demek ki daha baştan şeytanı düşman bilmemiz ve ona karşı bir duruş sergilememiz gerekiyor. Musibet zamanlarında ise bu duruşu bir kez daha hatırlamaya, böylece mukavemetimizi yenilemeye, direncimizi perçinlemeye ihtiyaç duyuyoruz.

Buraya kadar şeytanın musibet anında insana hücumundan bahsettik. Elbette mücadele bundan ibaret değil. Rahat dönemlerde de şeytan boş durmuyor, insana musallat oluyor, onu selim akıl ve kalple baş başa bırakmıyor. Rahatlığın getirdiği avantajları değerlendiriyor; insanın şehvetini, rahatlık hissini, konforlu yaşama tutkusunu, yüksek standartta bir hayat sürme özlemini tahrik edip bu duyguları besliyor. Normal şartlarda, konforlu yaşamak isteyen birinin çok çalışması gerekirken, şeytan orada bir zıtlık oluşturuyor. Konfor özlemiyle tembelliği bir arada yaşatıyor insana. Böylece insanın mücadele azmini, hareket kabiliyetini, çalışma şevkini kırıyor ve geleceği imar etme planlarını yerle bir ediyor. İnsanın esas rahatının harekette olduğu, hareket edip didinen insanın bereket ve huzura kavuşacağı, bir dönem yokluklar yaşayan fakat çalışan insanın ileriki bir zamanda refaha ereceği gerçeğini örtüyor.

‘Rahat bir hayat’ etrafında ifade etmeye çalıştığım şeyler sadece maddi açıdan değerlendirilmemeli. Manevi sahada da aynı kanunlar geçerlidir. Allah, maneviyatını kuvvetlendirmeye çalışan, bu konuda çözümler üreten, stratejiler geliştiren, ferdî ya da topluluk halinde faaliyette bulunan insanlara, mutlaka manevi olarak bir konfor sunacaktır. Biz bu konfora tasavvufi yaklaşımla kalp ve ruhun yüksek hayat standartları diyebiliriz. Dünyaya karşı tavrını belirlemiş, temel dinî ve insanî değerlere bağlı, prensiplerinden şüphe etmeyen, modern dünya karşısında kendi değerlerinden gocunmayan, bilakis yaşadığı değerlerin farkında olup onları dünyaya bir katkı olarak sunmaya çalışan insanlara, Allah mutlaka yüksek dereceli bir hayat bahşedecektir. Bu hem dünyada hem de ahirette görülecek bir neticedir.

İnanmış, inancından taviz vermeyen, şüpheye düşmeyen insanların bu dünyada yaşadığı huzur, meselemiz için bir güzel örnektir. Allah’ın bu örnekleri bize göstermesi büyük bir nimettir. Onların hayatı, dünyada değerlere bağlı bir hayatın nasıl yaşanabileceğine dair bize önemli bir fikir verir. Daha da önemlisi, zihnimizde şeytanın dürtüleriyle oluşturduğumuz “Böylesi bir hayat yaşanamaz.” vehmini siler atar. Rahat zamanlarında inanç ve ibadetinden elini gevşetmeyen, zor zamanlarında imanını ve ibadetini sorgulayıcı tavırlar sergilemeyen mukavemetli insanlar, bizim için birer güzel örnektir. Onlar, manevi hayata dayalı bir huzurun yaşanabilirliğini gösterirler bize. Bu örneklerle aslında bizim isyan etme mazeretimiz elimizden alınmış olur. Aynı şartlarda aşağı yukarı aynı özelliklere sahip insanlardan bir kısmının, hayatın manasını ve gayesini bilerek yaşaması, dünyaya saplanan, zevkine göre yaşayan, işlerin sonunu düşünmeyen ve ahireti unutan kişilere mazeret bırakmaz.

İnanmayan, inancından şüphe eden, kulluktan elini gevşeten insanlara ahirette mutlaka şu kıyaslama sorulacaktır: Aynı şartlarda yaşadığınız halde neden inanan insanlar gibi siz de inanmadınız? Niçin o gayret ehli gibi siz de ahiretinizi kazanmak için gayret etmediniz? Onlar bütün imkanları değerlendirip ahiret için çalışırken, sizi bu imkanları değerlendirmekten alıkoyan neydi?  Nitekim Kur’an’da bazı insanlara daha dünyada iken şu teklif yapılır: “İman edenler gibi siz de iman edin.” (Bakara suresi, 2/13). Bu teklifi bir soru olarak değerlendirip şöyle de ifade edebiliriz: “Neden sizin gibi birer insan olan fakat sizden farkları ‘inanmak’ olan o insanlar gibi siz de inanmıyorsunuz?” Yani sizin ne üstünlüğünüz var ki, iman edip bir değerler sistemine dahil olmuyorsunuz? Bu teklif ve soruya muhatap olanların bu dünyada kendilerine göre bir cevabı olabilir. Mesela “O sefihler, zayıflar, aşağı tabakadakiler gibi biz de mi bir şeylere inanalım!” diyebilirler, demişlerdir de. Fakat dünyada mantıklı gibi görünen bu mazeret ahirette geçerli olmayacaktır. Kaldı ki dünyada da bu cevabın ne kadar mantıksız olduğu zamanla anlaşılır. İlerleyen zamanlarda inanan, değerlerine bağlı yaşayan insanların nasıl yükseldiği, değerli hale geldiği ve dünyaya değer kattığı, görmek isteyenler tarafından görülecektir. İnsanlık ve İslam Tarihi boyunca inanan kitlelerin dünya medeniyetlerine, ilim ve inanç dünyasına kattığı değerler, ilgililerin malumudur.

Diyeceğim o ki, bizi gerçek insanlığa, istikbale, mutlu geleceğe taşıyan, vahiy kaynaklı, aklın kabul ettiği, delillere dayalı, neticeleri bizzat yaşanarak görülen, tecrübe edilmiş bir inanç ve değerler sistemine sahip insanlar, bu değerlerinden şüphe etmemeli, şüphe etmek şöyle dursun, o değerleri zor zamanların çaresi, merhemi, ilacı olarak görmeli, böyle zamanlarda daha da o değerlere yapışmalı, onların birer hayat kaynağı olduğunu unutmamalı. Konforlu hayatın ağır bastığı dönemlerde de bu değerleri gözden gönülden düşürmemeli. Modern hayatın sağladığı bir kısım rahatlıklar olsa da bu rahatlıklar bize “Meğer yaşanası hayat buymuş” şeklinde bir şeytanî düşünce aşılasa da, gerçek hayat standardının sırf bedenle yakalanamayacağını bilmeli, kalbi ve ruhu tatmin eden inanç ve ahlaki değerlerin kıymetini bilmeli, onları eskimiş, zamanı geçmiş kurallar olarak görmemeli, gerçek insanlığın modern ve bedenen konforlu hayatta değil, o değerlerde gizli olduğunu unutmamalı.

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy