Evlat, Tanışıyor muyuz?

Yazar Mehmet Yıldız

Telaşlı bir gündü. Yoğunluk ve yorgunluk kendisini iyiden iyiye hissettirmiş, ruhum daralmış bir çıkış kapısı arıyordum. Bir anda sanki şimşek çakmış, tatlı bir rüzgâr esmişti ve aklıma güzel bir fikir gelmişti. Eşim ve çocuklarımla birlikte bir lokantaya yemeğe gidebilirdik. Hem ailece biraz gezmiş hem de birlikte bir şeyler yemiş olurduk. Ben de bu arada hafakanlarımı biraz olsun dağıtmış olurdum. Eve girer girmez, “Haydi herkes hazırsa bir yere yemeğe gidelim” deyince; iki oğlum, soluğu hazırlanmak için odalarında aldılar. Bu arada eşimle gidilecek yer konusunda istişare ettik. Hazırlanmış halde yanımıza gelen çocuklar bizden farklı düşünüyorlardı. Sanayi lokantasında kalmıştı akılları.

Gideceğimiz yer, küçük, şirin, çeşidi fazla olmayan, fakat lezzetli yemekleriyle, müşterilerini kendisine çeken bir sanayi lokantasıydı. Sanayi lokantasına karar verilince, eşim, “Ben gelmeyeyim sen çocukları götür, onlar için bir değişiklik olur, ben de size tatlı yapayım dönünce çayla beraber yer içeriz” dedi. Olaylar düşündüğümden farklı seyrediyordu.

Bizim gençlerin mutlu konuşmaları arasında mekâna yaklaştığımızda tanıdığım bir esnaf arkadaşımı, Medet Bey’i gördüm. Ona birlikte yemek yemeği teklif ettim. Beni kırmadı. Lokantaya birlikte gittik. Çocuklar klasik siparişlerini verdiler, biz de kendimize göre bir şeyler istedik. Hem sohbet ediyor hem de yemeğimizi yiyorduk. Gençler de kendi aralarında muhabbet ediyorlardı. Benim yönüm dışarı doğru idi. Bir ara gözüm camdan içeri bakan yaşlıca bir adama ilişti. Adam vitrinden yemeklere baktı ve hemen geri çekildi. Ben bir anda irkildim ve Medet Bey’in de dışarıdaki adama bakmasını istedim. Sonra da ani bir kararla kapıdan yana oturan Medet Bey’e adamı içeri davet etmesini söyledim.

Yaşlı adam Medet Bey ile birlikte içeri girerken ben hemen kalkıp onu karşıladım ve yan masaya davet edip; “Amcacığım müsaaden olursa size yemek ikramında bulunmak istiyorum” dedim. Adam utanarak, “Zahmet etmeseydin evlat” dedi. Ben “Estağfirullah, ne zahmeti amcacığım” dedim ve garsonu çağırıp, “Bey amca ne isterse ikram et ücretini ben takdim edeceğim” dedim. Az sonra yaşlı beyefendinin yemekleri de gelmişti, bizler de yemekleri bitirmiş çay faslına geçmiştik. Ancak benim aklım bu adamda kalmıştı. Medet Bey ve iki oğluma arabaya gitmelerini istedim ve yaşlı beyefendinin yanına oturmak için müsaade istedim. Adam olur anlamında başını öne eğdi. Zaten çok konuşacak durumda değildi. Ben selam verdim ve karşı sandalyeye oturdum. Adam biraz tedirgin halde; “Evlat tanışıyor muyuz?” deyince ben “Hayır, sizi tanımıyorum” dedim. Adam daha bir merakla; “Öyle ise niçin beni davet ettin yemeğe?” diye sordu. Bu sefer ben bütün sakinliğimi yüklenerek; “Amcacığım biz yemeğimizi yerken camdan sizi gördüm. Camdan yemek tezgahına bakıp hemen geri çekildiniz. Şayet cebinizde az bir para olsaydı mutlaka içeri girer bir şeyler yerdiniz. Ama siz yemek tezgahına baktıktan sonra başınızı sallayıp gerisin geriye döndünüz. Anladım ki o anda imkânınız yoktu.” Ben sözlerimi bitirmeden bir anda onunla göz göze geldik. Adam derin bir iç çekti ve gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Ben de duygulandım, ne diyeceğimi bilemedim ama merakımı yenemediğim için “Allah’ım kimdir bu insan?” diye içimden geçirdim.

Kaşık tabağın üzerinde kaldı. Adam sanki bir anda başka dünyalara daldı. Belki maziye gidip; dostlarıyla, ailesiyle, arkadaşlarıyla buluşup, o günleri yeniden yaşıyor gibiydi. Elleri masanın üzerinde öylece kalırken dudakları da titremeye başladı. Bir şey söylemek istiyor fakat söyleyemiyordu. Ben kısa cümlelerle bir şeyler diyordum ama o beni duymuyordu. Gözünü benden kaçırmaya çalışıyor, tanımadığı birine sır vermek istemiyordu.

Ben de birkaç saniye içinde empati yapmaya, adamı anlamaya çalıştım. Kafamda sorular harman olmuştu. Kimdi bu insan? Ne iş yapardı? Ailesi, çoluk çocuğu var mıydı? Neredeydi onlar? Bu ara ben yeniden ortamı seslendirmek için “Amcacığım lütfen buyurun yemeğinizi yemeye devam edin” dedim. Biraz kendine gelir gibi oldu gözlerini tekrar sildi ve kaşığını yavaş yavaş çorba kasesine götürmeye başladı ve nihayet sessizce konuşmaya başladı. “Evladım üç gündür doğru dürüst bir şey yemedim. Cebimde de hiç para yok. Ne yapayım bir ümit buraya geldim. Camdan bakmak da bir dua olurmuş meğer. Yemekleri görünce içim gitti ama kendimi aşıp da lokanta sahibinden isteyemedim. Bu yemeği ikram ettiğin için sana çok teşekkür ederim” dedi. Ben “Hayır hayır, bana teşekkür etme bey amca, seni buraya getiren, bana seni gösteren, kalbime seni davet etme fikri ve hissini veren Rabbimize teşekkür et amcacığım. O anda seni görmeyebilirdim, görsem de davet etme fikri oluşmayabilirdi. Fakat her şeyi görüp gözeten, kalplerden geçen her şeyi bilen Rabbimiz senin ihtiyacını benimle görmek istedi herhalde. Şükür O’na, minnet O’na” dedim.

Adam bu ara tabağını temizlemişti. Çayını da yudumladıktan sonra çok teşekkür etti, dualar etti ve kalkarken “Kaldı mı böyle insanlar” diye de mırıldandı. Ben de dedim ki; “Amcacığım sizler bizim babamız, dedemiz yaşlarında olan insanlarsınız. Sizlere sahip çıkmak, bizlere hem bir vazife hem de bir şereftir. Büyüklere vefa küçüklere vecibedir. Allah’ın rızasını kazanmaya bir vesiledir. Öteler hesabına da bir yatırımdır. Biz sadece Allah rızasını gözetiriz.”

Canına can, kanına kan, yüzüne heyecan gelmişti. Elimden tuttu gözlerimin içine baka baka o kadar güzel dualar etti ki ben de gönülden “âmin” dedim. Sonra da selamlaşıp, vedalaştık o yaşlı beyefendi ile. Onun yüzündeki bir anlık da olsa gülümseme, gözlerindeki ışıltı bana çoktan yetmiş ve artmıştı bile. Adam kapıdan çıkıp uzaklaşırken ben de de arabaya doğru yürüdüm. Küçük bir şeyle de olsa insanları mutlu etmek ne kadar önemliymiş diye düşündüm.

Medet Bey, merak içinde “Onu tanıyor muydunuz deyince”, ben “Hayır” dedim. Medet Bey devam etti. “O bir zamanlar bu civarın en varlıklı insanlarından birisiydi. İşleri kötüye gitti. Her şeyini kaybetti. Ben de siz onunla konuşmaya gidince hatırladım o adam olduğunu” dedi.

Güneş gruba meyletmiş, ufku güzel bir kızıllık kaplamıştı. Arabayı çalıştırıp, yola revan olduk.

Bir an derin bir sessizlik oldu. Çocuklar da konuşmuyordu. O sessizlik aldı beni bir anda on dört asır öncesine götürdü. İnsani değerlerin en üst seviyede yaşandığı döneme. Empatinin lafının yapıldığı değil, icraatının yaşandığı devre. Sevginin, saygının, paylaşmanın samimi duygularla yaşandığı kutlu bir devre. İçte derinleşme ve yükselme dönemi. İyilik yapmak için çaba sarfedilen bir devre. Rabbimizi nasıl memnun ederiz diye fırsatların en üst seviyede değerlendirildiği bir devre. Hayırda yarış yapıldığı, gösterişin sırra kadem bastığı bir devre. Mizan’da hangi amel ağır basacak bilemeyiz. Hiçbir iyiliği küçük göremeyiz. Bazen bir çömlek yoğurt, Süleymaniye camisinden ağır gelebilir mizanda. Bir yetimin başını okşamak, muhtaç birisine ikramda bulunmak, bir gencin okuması için elinden geleni yapmak, bir muhacirle evini, bahçeni paylaşmak, ümidini yitirmek üzere olan birisine ümit kaynağı olmak…

Ne kadar da özlemişiz bu hasletleri!

Hani bir gün Allah Resulü (sav) mescitte iken yanına biri gelmiş ve kaç günden beri yiyecek bir şey bulamadığını, çok aç olduğunu söyleyivermişti. Bundan çok etkilenen şefkat peygamberi, etrafına bakmış ve o garibin karnını doyuracak birini aramıştı. Ancak o an mescitte elinde avucunda bir şeyler olan kimse yoktu. Neden sonra Ebu Talha ayağa kalkmış ve “Ya Resulallah onu ben misafir edeyim” demişti. Ancak onun evinde de akşam çocukların içeceği az bir çorbadan başka bir şey yoktu. Eve gidince hanımı ile konuştu. Çocukları uyutmasını istedi ve küçük bir plan yaptı. Buna göre sofraya bir kâse çorba gelince, hanımı yanlışlıkla mumu söndürecekti ve Ebu Talha da yiyor gibi yapıp bütün çorbayı misafirin yemesini sağlayacaktı.

Ebu Talha ve misafiri sabah namazında Allah Resulünün arkasında yerlerini aldılar. Namazdan sonra Allah Resulü (sav) yüzünü cemaate döndü, sonra da gözleri ile Ebu Talha ve misafirini arayarak sordu: “Bu gece ne yaptınız ki, hakkınızda şu âyet (Haşr, 59/9) nazil oldu: “Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.”

Hiç kimsenin görmediği bir yerde Allah’ın takdir edeceği, meleklerin imreneceği bir tavır sergilemek ne büyük bir güzellikti. Efendimiz (sav)’in yer yer uğradığı o nasıl kutlu bir hanedir ki, orada Ebu Talha ile beraber eşi Ümmü Süleym fedakarlığın zirvesini yaşıyorlar ve ötelere hazırlık için adeta yarışıyorlardı ve kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin gönüllerine iyilik yapma tohumları saçıyorlardı.

Bundan dolayıdır ki, bu günlerde binlerce, on binlerce, yüz binlerce Ebu Talha ve Ümmü Süleym ruhu taşıyanlar; muhacir kardeşlerini evlerinde barındırıyor, onlara sahip çıkıyor, yalnızları, kimsesizleri, garipleri, yolcuları düşünüyor; onlara Allah rızası için kol kanat germeye gayret ediyorlar.

Yaklaşmakta olan Ramazan ayının manevi atmosferinden âzamî derecede istifade etme ve yeni yeni açılımlara vesile olması duası ile. 

[email protected]

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy