Miraç ve Hizmet Aşkı | Fikret Kaplan

Yazar Mizan
Çekmediği cefa, görmediği eza kalmamış… Üzüntü üzerine üzüntü yaşıyor… Mekke’nin, bugünkü insafsız ve hukuksuz insanlarına benzer, kindarları, hasetçileri gemi azıya almış. Günümüzde o zindanlardaki insanlara yapılanların kat katı, kadın-erkek denmeden çilenin kat kat fazlası o gün Kabe’de irtikâp ediliyor. Yetmiyor, bir de boykot kararı alınıyor. Bir soykırım adeta…
İnsanlığın iftihar Tablosu’nun hayatta en çok sıkıldığı dönemlerden bir tanesi… Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot yaşıyor, üç uzun sene… Su yok, ekmek yok, çardak kurma yok, çadır yok. Çölün altında, beyin kaynatan sıcakta; bütün Beni Hâşim, orada yaşamaya mahkûm. Henüz inanmamış amcası Ebu Tâlib de onların içinde; analar anası, mübarek anamız Hazreti Hatîce de orada…
Güç bela buldukları çardaklara, çadırlara sığınıyorlar. Tam üç sene orada İnsanlığın İftihar Tablosu, Beni Hâşim ile beraber çileli bir hayat yaşıyor… Sadece kendisinin hüznünü değil, bütün müminlerin derdini de sırtlanmış, sallallâhu aleyhi ve sellem.
Daha Kur’an-ı Kerim’den çok fazla ayet nâzil olmamış, din tamamlanmamış; denecek şeylerin hepsi denmemiş ama denenleri yeterli bulmuşlar; orada O’nunla (sallallâhu aleyhi ve sellem) beraberler sıkıntı çekiyor gökteki yıldızlar.
Güneşin altında, kumun üstünde, yiyecek şey ya buluyorlar, ya bulamıyorlar. Öyle bir ızdırap içinde kıvranıp duruyorlar… Ama bu mevzu ile alakalı Siyer’de, Megazî’de, Hadis kitaplarında Efendimiz’den şikayet ifade eden tek bir cümle dahi duyulmamış. “Şunu çektik, bunu çektik!” dememiş.
Yanında bulunanlar da kimseyi suçlu görmemiş. Ümitsizliğe kapılıp fikrini bulandırmamış. Ne O (sallallâhu aleyhi ve sellem), ne de Beni Hâşim’den başkaları en zor şartlarda dahi yıkılmamış, bozgunculuk yapmamış.
Ne Ammâr İbn Yâsir, ne Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anhüma ve anhüm ecmaîn), bunlardan hiç biri, değişik belalara maruz kaldığı zaman hemen suçlama yoluna gitmemişler. O zamana kadar inen ayet sayısı, beş-on tane; fakat ne o ağır taşlar, ne beyin kaynatan çölde işkence görmeleri, çarmıha gerilmeleri… birbirlerini asla suçlamaya sevk etmemiş:
“Sen gelmeseydin, bizi böyle bir yola çekmeseydin, bunlar, başımıza gelmezdi! Baba, sen inanmasaydın; anne, sen inanmasaydın, ben de bunlara maruz kalmazdım!” diyen bir tane insan yoktu.
Yüce Allah’ın izniyle zamanı gelince de güveler kemiriyorlar boykot maddelerini… Zulüm bir an için sona eriyor sanki…
Ama… o üç yıl boyunca çok ağır yıpranmalar olmuş. O sıkıntılı hayat, onları orada öyle yıpratmış ki, boykot sona ermiş fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki şoku birden yaşıyor. Çocukluğundan beri kendisini himaye eden, ona kol kanat geren Ebu Talib vefat ediyor. Ve hemen arkasından, o güne kadar O’na kucak açmış, destek olmuş, her şeyi ile O’nu tasdik etmiş mübarek anamız, Hatîce validemiz de ruhunun ufkuna uçuyor, kanatlanıp gidiyor bu alemden.
Bütün bu hüzün ve kederine rağmen insanları ebedî saadete yönlendirmek için duramıyor Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem). Panayır panayır, çarşı, pazar durmadan geziyor. Ama zulüm gittikçe daha da katlanıyor. Katmerleşiyor. ‘Amcacığım, yokluğunu ne çabuk hissettirdin!’ diyerek inliyor O Şefkat ve Merhamet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Taif’e gidiyor. Fakat, Allah Rasûlü’nün Tâif’te karşılaştığı zorluk, O’nun insanlığın kurtuluşu konusundaki ızdırabı ve misyonu açısından, Uhud’dan daha şiddetli… Mekke’de maruz kalmadığı şeylere maruz kalıyor; üstelik geçtiği sokaklarda, masum çocuklar taşlamaya memur ediliyor. Taşlıyorlar… Mübarek eli-ayağı yarılıyor. Ama aldırmıyor… Duyduğunu insanlara mutlaka duyurma derdiyle adeta kıvranıyor.
Hazreti Âişe validemiz, bir gün Peygamber Efendimiz’e hitaben: “Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi?” diye soruyor.
O da (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Yemin olsun ki kavmin Kureyş’ten gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü (Tâif’e gidişte) karşılaştığım zorluk hepsinden şiddetli idi.” buyuruyor…
Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) çok büyük musibetlerle karşı karşıya kalıyor. Ama hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmuyor, çok incindiği anda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınıyor. O müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk’a el açarak hazin bir sesle dua ediyor:
“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.
Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin, benim de Rabbimsin; beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir.
İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in, o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail gelip:
“Ya Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” diyor… Ama O Şefkat Peygamberi bunun karşısında adeta tir tir titriyor:
“Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inliyor.
Geri dönüyor olmuyor. Mekke’ye sokulmuyor bir müddet. ‘Ölsün gitsin çölde!’ deniliyor. Her tarafta insanlık dışı muameleyle karşılaşıyor.
Artık iyice hırpalanmış, zulüm altında inim inim inlemiş. Bir müşriğin himayesinde dönüyor evine… ama çok hüzünlü… Durmadan ağlıyor… Sebepler tamamen sükut etmiş.
İşte böyle bir anda, İnsanlığın İftihar Tablosu, en âlî bir şey ile şereflendiriliyor, pâyelendiriliyor, taçlandırılıyor. Mirac’a davet ediliyor.
Cenâb-ı Hak, İnsanlığın İftihar Tablosu’na diyor ki:
“Ey Habibim! Yeryüzünde bunca şeye maruz kaldın. Şimdi Seni huzuruma almak ve aradaki nikâbı kaldırmak istiyorum. Seni huzuruma çağırıyorum, misafir ediyorum; mihmandârın oluyorum!”
Ve İnsanlığın İftihar Tablosu, hiçbir kimseye müyesser olmayan Miraç’a çıkıyor.
İnsanlık için çekilen o sıkıntılar, dertler, tasalar “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ”ya, vücub-imkân arası bir noktaya, bir zirveye ulaşmayı doğuruyor. Ümmet-i Muhammed’e de o noktaya giden o güzergâhı gösteriyor. Bir taraftan o sıkıntılar; bir taraftan hâlâ Kâbe’nin karşısına gidip orada bir rükûa, bir secdeye fırsat vermeyen müşriklerin vahşîce baskıları… Bütün bunların olduğu bir dönemde, bu sıkıntıların üst üste balyozlar halinde başına indiği dönemde, Allah (celle celâluhu) O’nu Mirac’ı ile sevindiriyor. Kendi cemâl-i bâ-kemâlini göstermekle, O’na “Habibim!” demekle şereflendiriyor.
Efendimiz, bütün enbiyâ-i ızâmın bulunduğu göklere uğruyor. Hazreti İsa ile görüşüyor, Hazreti Musa ile konuşuyor; zirvede Hazreti İbrahim (aleyhisselam) ile muhabbet ediyor. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ile şerefyâb oluyor ve Cennet’ler de O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağını basmasıyla O’nunla şerefyâb oluyor. O, Cennet’leri şereflendiriyor; aynı zamanda Kendisi de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek ile şerefleniyor.
İnsanlığın İftihar Tablosu bütün bunları ihraz ediyor. Orada kalabilir; ama, Şefkat Peygamberi, kendine has o derin merhamet hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla, insanları ebedî saadete yönlendirmek için Mirac’tan şu mihnet yurduna geri dönüyor.
Geri döndüğü yerde sıkıntı var, ızdırap var, elem var… boynunu sıkan, öldürmeye teşebbüs eden insanlar… İşkembeyi, sırtına koyan vicdansızlar… geçtiği yollarda önünü kesen vahşiler var… Ashâb-ı kirâmı çarmıha gerenler var… Bilal-i Habeşîleri, Sümeyye’leri, Yâsir’leri, Ammâr’ları kumun üstüne yatıran, kayaları onların üzerine koyan insafsızlar doldurmuş her yanı… Dünya, O’nun için Cehennem. Fakat “Olsun!” diyor. O gördüğü şeyleri gördürmek, duyduğu şeyleri duyurmak, tattığı şeyleri tattırmak için Miraç’tan ayrılıyor, geliyor insanlığın içine; o Cehennem gibi hayatın içine geliyor.
O halde, “Git, kullarımı da buraya çağır!” deyip hediyelerle gönderiyor Allah cc:
“Bu, senin yolun! Bu yolda yürüyenler, aynen Senin yolunda Bana ulaşacaklar!” diyor. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) armağan olarak getirip ümmetine hediye ettiği beş vakit namaz ile onları da şereflendiriyor.
Allah Rasûlü, akın akın Cehennem seline kapılmış insanlar oraya dökülmesin diye, ciddî bir şefkat hissi ile dünyaya dönüyor. O’nun o şefkat, o acıma duygusu, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’tan dönmesine vesile oluyor.
Dünyada iken böyle bir ufka ulaşan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin elinden tutmak için yine onların arasına döndüğü gibi ahirette de ümmetinden Cehennem’e gidenlerin çığlıklarını duyduğu zaman, onun kenarına kadar gidecek, onlara el uzatacak ve onları Cehennem’den çıkarmak isteyecektir.
Bediüzzaman Hazretleri, Resûl-u Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselam) ümmetine karşı olan bu benzersiz şefkatini ve merhametini şöyle ifade ediyor:
‘Sahih rivayetlerle haber verildiği gibi, mahşerin dehşetinden herkes, hatta peygamberler bile “Nefsim, nefsim!” dedikleri sırada, Resûl-u Ekrem (aleyhissalâtü vesselam), “Ümmetim, ümmetim!” diyerek merhametini ve şefkatini gösterecektir. O, dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi “Ümmetim, ümmetim!” şeklindeki yakarışını işitmiş. O’nun (aleyhissalâtü vesselam) bütün hayatı ve yaydığı şefkatli ahlâk güzellikleri, kusursuz merhametini ve şefkatini gösterir.’
Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) tattıklarını insanlığa da tattırmak için Miraç’tan dönmesi eşsiz bir “îsâr”dır ve aynı zamanda, ümmet-i Muhammed’e o fedakârlık ufkunu işaretlemektedir.
İşte dünyada kalınacaksa, bunun için kalınır: İnsanlığın elinden tutup ebedî saadete yönlendirmek… yani Hizmet için. Dünyada, böyle yüksek bir gâye-i hayal için durmaya değer.
Sultanlar Sultanı (celle celâluhu) insanlara anlatılmayacaksa.. bu mevzuda bir hizmet, say u gayret ortaya konmayacaksa.. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdirilmeyecekse… bir insanın hidayetine Allah’ın izniyle vesile olunmayacaksa… şahsî hayat adına böyle yüksek bir gâye-i hayale bağlanılmayacaksa… yaşamanın ne gibi bir anlamı olabilir ki?  “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin!” buyruluyor.
Samimi Hizmet gönüllüleri, bugün bu gâye-i hayale daha çok talipler. Ötede şanlı, namlı, nişanlı, adlı, ünvanlı hâle getirecek bir yolda yürütüyor Allah, onları. Onun için, Cenâb-ı Hakk, öyle yüce bir şeye talip olmanın bir parça sıkıntısını çektiriyor. Büyük bir şeyi elde edecekseniz, azıcık sıkıntı çekmeniz, âdet-i İlahîdir. “Belanın en çetini, en zorlusu, enbiyâ-ı ızâma… Sonra derecesine göre diğer insanlara gelir.”
Bu sebeple, dünyanın başlarını döndürdüğü, bakışlarını bulandırdığı insanlar var gücüyle saldırıyorlar Hizmet gönüllülerine. Bu kıymetli, çok değerli olan Hizmet’i değersizleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Kur’an’ın ifadesiyle:
“Bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih ediyorlar.”
Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm, kendi ashabına “Arkadaşlarım!” diyor, “Ashabım!” diyor, “yol arkadaşlarım, dava arkadaşlarım, mefkûre arkadaşlarım, gâye-i hayal arkadaşlarım!” diyor. Diğer taraftan, her şeyin bittiği, boyunduruğun yere konduğu, “Allah’a inandım!” diyen insanların bile şeytana zil taktırıp oynattıkları bir dönemin geleceğini haber veriyor. Halkın kendini bozgunculuğa saldığı böyle bir dönemde ellerinden geldiğince tahribatı tamire, fesadı ıslaha çalışanlara da ‘Kardeşlerim!’ diyor. ‘O gariplere müjdeler olsun!’
Boykot döneminin sonunda, hüzün senesinin ardından Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Miraç’la mükâfatlandırılması gibi, her sıkıntı fevkaladeden bir iltifatla taçlandırılıyor… Meselenin sonucu bu ise, hizmet insanları kazanıyor demektir. Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikten asla söz edilemez.
O gün, kadınıyla erkeğiyle, geride kalanıyla hicret edeniyle, dünya yüzüne güleniyle gülmeyeniyle, gazi olanıyla şehadet şerbeti içeniyle bütün sahabîler, kendi başlarına gelenleri Hakk’ın hususî iltifati, ihsanı biliyorlardı. Dağınıklığa meydan vermeden, suçlu arama peşine düşmeden, yıkıcı, kırıcı eleştirilere kapılmadan Allah’ın kendilerine sunduğu krediyi tam değerlendirirken diğer taraftan arkada kalanlar için kederlenip kavlî ve fiilî dualar ediyorlardı. Asla taş atmıyorlardı kadere. En küçük bir imayla olsun Yüce Yaradan’ı kimseye şikâyet etmiyorlardı.
Bizler de Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize miras kalan bu “îsâr” ruhuyla hizmet ederken, gece âleminin taçları ve zamanın Allah’a en yakın zirveleri ya da O’na açılmanın rıhtımları, limanları, rampaları sayılan bu mübarek gün ve gecelerde, geride kalan arkadaşlarımızı unutmayalım.
Hizmetimizin geleceği için her türlü fedakârlığa katlanarak sıkıntı çeken arkadaşlarımızı dualarımızda sık sık zikretmek bizim için öncelikli ve çok önemli bir vefa borcudur. Hislerimiz, heyecanlarımız ve beyanlarımızla her ellerimizi kaldırışımızda onlar için Cenâb-ı Hak’tan kurtuluş dilemek aynı davaya gönül vermenin gereğidir.
Allah’ım! Zâtına ve Habîbine karşı bize, öyle delirtici bir iştiyak ver ki; başka bütün iştiyaklar, sinemizden silinip gitsin! Ey yegâne merhametli, başka bütün iştiyaklar, sinemizden silinip gitsin!.. Amin. 

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy