İzmir. Her sabah serin meltemlerle maviye uyanan şehir. Ve yakın geçmişte binbir ümitle sonsuza uyananlar şehri. Hele son kırk elli yıldır hayata farklı ve renkli çizgilerin heyecan verdiği şehir. Bu çizgide bu kadim şehre girenler de çıkanlarda sıdk ile girip çıkma duasında idiler.
Osman bey iş için gelmişti İzmir’e. İlk defa geldiği bu kadim şehirde, kendisi adına sıradan bir gündü. Ancak günün sonunda yani o gece bu sıradanlığın değişeceğini nereden bilebilirdi ki. Bu mekanda ona hayatın farklı bir kapısı aralanacaktı. Ve bundan sonra, kalb hayatı adına hayatında çok farklı ve renkli kareler yer alacaktı onun dünyasında.
O gece rüya aleminde nurdan bir sima. Nam-ı Celil-i Muhammediyi her yere götürmeyi gaye-i hayal edinmiş zat. Osman beyin içi tarifi imkansız bir huzur ile doluyor. Kabusun tam zıddı. Bir genişlik, bir ferahlama hali. Hani şehrin boğucu atmosferinden sıkılır da şöyle tabiatın kucağına atarsınız kendinizi; sonra da derin bir oh çekersiniz ya. Biraz öyle bir şey. Dünyanın gölgesinden çıkıp bir hakikat halesine gark olma gibi. Belki de maneviyattan yayılan şuaların mekan üzerinde yıldızlar gibi dökülmesinden oluşan bir atmosferde bir arınma hali.
Misafirhane çok sade ve rahat bir mekan. Meğer bu mekanda ara sıra Kırık Mızrap şairi misafir oluyormuş. Bunu sonradan öğreniyor Osman bey. Mekanı şenlendiren, canlandıran mekinler değil mi? Duygular, düşünceler mekanı değiştirmez mi? Bir odaya bir kaç çiçek bir kaç güzel tablo koyunca oda çok daha güzel olmaz mı? İşte Allah’ı anmanın, Allah için iş yapmanın, yanmanın ve gözyaşı dökmenin verdiği manevi haller de bu odaya sinmiş adeta. Kalpler Allah’ı anmakla zikretmekle mutmain olurken etraftaki eşya ve varlıklar bundan ektilenmez mi?
Ömer bey ile aynı işi yapıyor Osman bey. O da nakliyatçı. Mizaçları da çok uyuşuyor. Belki de işleri gereği, hareketli ve pratik olmayı seviyorlar. Ancak daha yeni tanıştıkları için Osman bey, Ömer beyin farklı yönlerini henüz bilmiyor.
Ömer beyin hayatı iman yörüngeli. Dünya işleri onun için hayatın akışı içinde rızk aramaktan öte bir şey değil. Hayatın her karesine iman rengi çalınmalı ona göre. Salt dünya işleri çok basit kalıyor onun gözünde. Osman bey ile olan arkadaşlıklarını da bu yönde geliştirmek istiyor. Kahvaltı esnasında Osman beyi; ‘Akşama bir program var, başka yere söz verme’ diye uyardı Ömer bey. Akşam olunca birlikte yola çıktılar. Gittikleri yerde otururlarken birden kapı açıldı, Osman bey de diğerleri gibi başını o yöne çevirdi. O anda, gece gördüğü rüya halini tekrar yaşadı. Çünkü o an ile bu tablo aynı idi. Heyecanla ayağa kalktı. Sanki önceki gece görüşmüşler gibi kucaklaştılar.
İnsan, ruhu ve kalbi ile başbaşa kalınca hayatı algılama çok farklı oluyor demek ki. Beden etksinin en aza indiği ve ruhun derece-i hayatı bir adım daha fazla hissedildiği anlar… Dünyayı kalben terk de bu sırdan olsa gerek. Çünkü kalpte dünya olmayınca hayata ruh penceresinden bakmak mümkün hale geliyor.
Bu kalp huzurunu, manevi hazzı hiç unutmuyor Osman Bey. Unutmak bir yana o kendi kalp ve ruh dünyasında bu huzurun yansımalarını sürekli yaşamaya başlıyor.
Bu olaydan bir kaç yıl sonra Osman bey hac vazifesini ifa için Kabe yörüngesinde buluyor kendini. İç dünyasının dışına galebe ettiği zaman dilimlerini yaşıyor. Bu hal içinde günler geçerken oradaki ilk Cuma günü, imamın arkasında namaz kılmaya niyet ediyor. Eşi de kabul ediyor bunu. Perşembe günü girdikleri mescid i haramdan bir daha çıkmıyorlar. Ancak cuma sabahı eşi ben daha fazla duramayacağım, ayaklarım şişti, çok ağrıyor deyince mecburen çıkıyorlar Mescid-i Haramdan.
Osman bey eşini bir otobüse bindirdip geri döndü ama artık Kabe’nin halesinde, imamın arkasında yerini alamayacaktı. Kabenin dış avlusunda bir yer buldu, oturdu. Güneş tepeden hiç olmadığı kadar yakıyor. Üzerinde bir afgan elbise var ama başı açık. Yavaş yavaş kendinden geçtiğini hissediyor. Bir müddet sonra güneşe bile duyarsız hale geldi Osman bey. Ama şuuru açıktı. Bu halde iken kulağına; ‘water water’ diye inleyen bir ses geldi. Yavaşça sağına döndü, bir adam susuzluktan bitmiş halde. Başını öne doğru çevirdiği anda bir pet şişe su gördü. Siluet gibi uzun bir el ona su uzatmıştı. Hemen suyu aldı. Suyu veren kişi uzaklaşırken dikkat etti. Adam uzun boyluydu ve ayakları ile oturanların arasından rahatlıkla geçip gidiyordu.
Osman bey, suyu açıp hemen yanındaki adama uzattı. O, önce ‘sen iç’ der gibi yaptı. Ancak Osman bey, ısrar etti. Adam aldı bir kaç yudum içtikten sonra şişeyi geri verdi. Tam kendi de içecekken solunda Türkiyeden geldiği belli olan biri suya uzandı ve suyu elinden aldı. Adam suyun tamamını bitirdi. Yapacak bir şey yoktu artık.
Arkaya doğru metrelerece insan. Çıkmak mümkün değil. Neyse ki epeyce vakit geçmiş, hutbe zamanı gelmişti. Görevli hutbeye başladı. Osman bey, kendini hutbeye verdi. ‘Ne güzel konuşuyor’ diye düşündü içinden ve dikkatle dinlemeye devam etti. Ancak bir müddet sonra birden irkildi; ‘ben Arapça bilmiyorum ki!’ Osman bey, Arapça bilmiyordu ama hatibin dediklerini çok iyi anlıyordu. Demek ki yine ruh ve kalb yine işin içinde idi. Sebepler ortadan kalkmıştı. Bedenin takılıp durduğu çok şeye ruh takılmıyordu.
Kabedeki vazife bitince yol Medineye doğru çevrildi. Orada farklı bir heyecan bekliyordu onları. Sevgi yüklü bir heyecan. Nabi’nin ‘Kuy-u mahbub-u Hüda’ dediği mekana gidiyorlardı. Osman bey, artık çok iyi inanıyordu ki, insan bu maddi alem ile sınırlanacak kadar önemsiz bir varlık değil. Ve iman ve Kuran hizmeti bu yolun erkanını öğretirken aynı zamanda da bu yoldaki güzelliklerden istifade imkanına kapılar açıyordu. Kısaca hayatın özünü anlayıp, hayatı gerektiği gibi yaşamayı kolaylaştırıyordu.
Medine üfül üfül sesiyor. Cennet meltemleri değiyor ruhlara. Orada sözler daha bir latif, daha bir nezih. Haller daha bir lahuti ve cennet yamaçlarında dolaşır gibi. Mescid-i Nebeviye yakın bir yerde kalıyorlar. Mescide gelip giderken sanki zaman ve mekan değişmiş gibi bir hal oluyor ara ara. Osman bey, bir gün o yolda yürürken birden sahabeler içinde buldu kendini. Sahabeler de yolda yürüyorlar, konuşuyorlar, alış veriş yapıyorlar… On dört asır öncesi zamanla iç içeydi. Hamd, şükür, evbe, tevbe, inabe; birbirine karışıp gitti bir anda gözyaşları içinde.
Artık imana ve Kuran’a hizmet, daha anlamlı bir hal almıştı Osman beyin gözünde. ‘Rabbinin nimetlerini anlat, ey insan seni kerim olan Rabbine karşı nankör hale getiren nedir, iyilik ve takvada yarışın ama kötülük ve düşmanlıkta yarşımayın ve ‘men ensari ilallah?’ ‘nahnu ensarullah..’ gibi ayetler, canlı birer tablo gibi parladı kalbinde.
Kuran, hayat kitabı olduğunu bu yolda olanlara çok açık bir şekilde izhar ediyor ve dünya ve ahiretin mükemmel bir haritası olduğunu rehberlik ederek gösteriyordu hizmet ikliminde.
Kalp hayatı aynı mekanda ama başka bir boyutta cereyan ediyordu. Kimine aynadan tekdüze görünen hayat kimine prizma renkleri gibi yansıyordu. Hac dönüşü hem hizmet hem ticaret amaçlı Kırgızistan gezisi planlanmıştı. Osman bey Ali isminde iki arkadaşını da davet etmişti geziye.
‘O günleri sürekli yaşamak isterdim. O güzellikleri, o kardeşlikleri iliklerinize kadar hissediyorsunuz.’ diye içleniyor Osman bey. Ancak insanoğlu çizgiyi sürekli koruyamıyor. Zaman bazı şeyleri çok çabuk eskitiyor. Her nesil kendi birikimi ile geliyor. İlk nesildeki asalet, cehd ve gayret bir sonrakinde bulunmuyor. Bulunsa bile az oluyor veya zamanın ve mekanın farklı renklerine bürünmüş olarak ortaya çıkıyor. Bazen teknolojye bazen düşüncelere yenik düşüyorsunuz. Anlaşılmamaktan yakınmak gereksiz. Bunu yapanlar hiç bir şey elde edemediler. Her zaman çalışmak, gayret etmek ve örnek olmak gerekiyor. Mehmet Akif merhumun dediği gibi;
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol;
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Bir kaç programa katıldıktan sonra Oş şehrine gidiyorlar. Oradan dağların arasında Özgen ilçesinin bir köyüne yolları düşüyor. Rehber çok iyi. Bir evde misafir oluyorlar. Sonra Ceviz ağaçları ile kaplı ormanlara doğru bir yürüyüş yapıyorlar. Orman köyünde bir sokaktan geçerken yetmiş beş yaşlarında bir Kırgız anaya rastlıyorlar.
Kırgı ana, yolda yavaş yavaş yürüyordu. Kırgız ana onları görünce durakladı. Onun meraklı bakışlarını Osman bey, ta yüreğinde hissetti. Rehber, misafirlerin kim olduğunu söyleyince Kırgız ana heyecanlandı. Çok net bir şekilde misafirleri işaret ederek; ‘Allah sizden razı olsun gardaşlarım, geçen sene buralara gönderdiğiniz kurban etlerinden yedik. Hatta Rus komşularımıza da verdik. Onlar da çok sevindiler, çok şaşırdılar. Siz ne kutsi bir hizmet yapıyorsunuz! Et burada da var. Ancak kurban ibadetinin gereğini yapmanız çok güzel. Peygamber yolu bu yol.’
Ne kadar ilginçtir ki, Osman beyin arkadaşları olan iki Ali de ilk defa önceki yıl kurbanlarını yurt dışına göndermişlerdi ve onların kurbanları bu kardeş topraklara gelmişti. Kırgız ana elini koynuna soktu. Bir gazete çıkardı. Kırgızca basılmış Zaman’dı bu. Bir dağ köyünde Zaman gazetesi? Ve yine konuşmaya başladı Kırgız ana derin derin; ‘biz her hafta bu gazeteyi bekliyoruz oğlum. Biz bununla nefes alıyoruz artık. Buralara kadar bu hizmeti getirdiniz, bize yalnızlığımızı unutturdunuz. Allah sizlerden razı olsun.’
Duygulanmamak elde değil. Gözyaşlarınıza nasıl hakim olursunuz ki? Yaşadığınız yerden binlerce kilometre uzakta dağların arasında bir köyde sizi sımsıcak bir sevgi ile karşılayan bir mümine ana, size sizden bahsediyor. Yaptığınız işin ne kadar ulvi olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Bu arada iki Ali adeta eriyip gidiyor.
O gazeteyi Kırgız anadan hatıra olarak alan Osman bey, yapılan işin farkına çoktan varmıştı elbette. Hizmetin gerçekten Kuran hizmeti olduğunu, birilerinin iftirası gibi bir iki şarkı söylemek olmadığını Tanrı dağları eteklerinde bir daha görmüştü o. Şahitlik yapılacaksa böyle bir hizmete şahitlik yapmalıydı. Şehitlik olacaksa böyle bir yolda olmalıydı.
Kaynak:Emin Osman Uygur | cizlavet.com