Kur’an, devlet sistemi önerir mi? Yoksa hakem olarak kenarda durup; insanlara ve sistem sahiplerine tavsiyelerde mi bulunur, ölçü ve esaslar mı verir?
Bu konularla ilgili önemli bulduğum ve dikkatle okunması gereken bazı önemli metinleri aktarayım:
ÜLKE VE DEVLETİN DİNİ OLUR MU?
“Gayrimüslim ülke’ tabirini galat-ı meşhur kapsamında kabullenmeli. Çünkü ülkelerin dini olmaz. Din bireye ait bir olgudur. Bir dine mensup insanların çoğunluğunun bir ülkede yaşıyor olması ya da o dinin siyasal sistemini etkilemesi, sosyal ve kültürel kodlarla sıkı irtibatının bulunması ve bunlardan hareketle ‘Hıristiyan ülke, Müslüman devlet vb.’ şekillerde anılması tarihi bir gerçektir ama bu gerçek ülkeyi o dine nispet etmeyi haklı kılacak bir gerekçe değildir. Dolayısıyla ‘gayri müslim ülke’ tabirini zihinlerimizde ‘galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır’ çerçevesinde bir yere oturtmak gerekir.” (Ahmet Kurucan)
Devlet nedir? Din, devlet görevlilerinde bir ideoloji olarak bulunursa ne olur?
“Devlet gayri şahsi soyut bir aygıttır, organizasyondur, hiçbir kimliği olmaz, mezhebi de. Devletin resmî ideolojisi dediğimiz zaman şunu anlıyoruz; devlet içerisinde inisiyatif kurmuş bir elitin kendi, siyasi ve toplumsal projesini bütün bir topluma devletin imkanlarını ve araçlarını kullanarak dayatmasıdır. Bundan totaliter bir rejim çıkar. İster açık ister gizli. Resmi din dediğimiz inisiyatif kurmuş elitin kendi din yorumunu bütün bir topluma kabul ettirmesidir. Bundan dini totaliter çıkar. O halde devletin ne dini olur ne resmî ideolojisi ne de mezhebi. Devletin ahlaki amaçları vardır. Herkesin yaşama ve eşit olma hakkı var. Din de bunu böyle istiyor. İktidar paylaşılabilir. Bizim gibi düşünmeyen kim olursa olsun iktidarı bizimle paylaşabilir. Müslüman olmayanlar tarihte gördüğümüz gibi zımni kategorisinde değil, toplumsal ve siyasi ortaklarımızdır…
Eğer demokrasiyi Müslümanca yeniden tanımlayacaksak; demokrasi tam Tevhide denk düşer. Çünkü kulun kul üzerindeki baskısının ortadan kaldırılması ve Allah’tan başka hiçbir gücün, iktidarın, servetin ve bilginin insan üzerinde belirleyici olamayacağı inancıdır. Kendi kendime karar verebilmeliyim. Eğer demokrasi siyasi rejim olarak bana bunu veriyorsa ben Müslüman olarak daha iyi yaşayabilir ve kendimi ifade edebilirim. Eğer baskı altında isem yaptıklarımdan sorumlu değilim. Allah kendini reddetme özgürlüğü dahi tanıyor. Eğer reddediyorsam ona uygun yaşama hakkım da olmalı ki bu yaptıklarımdan ceza veya mükafat sahibi olayım. Bunu yapabiliriz. Demokrasi yaşayan bir süreç. Şu anda Tevhid inancının ideallerine en uygun rejimdir diyorum.” (Ali Bulaç’la röportaj. “İslamî hareket devlete talip değil” Aksiyon Dergisi, 1998)
İSLAMI, REJİM PROJESİNE İNDİRGEMEK
Yüksel Çayıroğlu ile devam edeyim.
“Kur’an ve Sünnet, devlet yönetimiyle ilgili bütün zamanları bağlayan detaylı düzenlemeler getirmemiştir. İslam’ın ortaya koymuş olduğu ne belirli bir devlet biçimi vardır, ne de yönetim şekli. Allah Rasûlü’nün kendinden sonra yönetim işini üstlenecek birisini bırakmaması ve dört halifenin her birisinin ayrı bir tarzda hilafete gelmesi de bunu gösterir. Aynı şekilde O, kralları İslam’a davet etmek üzere gönderdiği mektuplarında, Müslüman olmaları halinde onlara tahtlarında kalma ve iktidarlarını devam ettirme garantisi vermiştir.
(Müslüman ol veya öl! Önce sen!)
Pek çokları ilk dönem uygulamalarından ve naslardan hareketle ‘İslamî bir yönetim şekli’ ortaya koyuyor ve bunun, demokrasi karşısında sahip olduğu üstünlükleri izaha girişiyorlar. Fakat aynı kişiler siyasi katılımın esas olduğu bu yönetim şeklinin dört halifeden sonra nasıl olup da yerini veraset sistemine ve totalitarizme bıraktığıyla ilgili tatmin edici izahlar yapamıyorlar. Dahası onların, günümüz İslam dünyasında devam etmekte olan istibdat rejimleri, hak ihlalleri, kısıtlamalar, baskı ve zulümler hakkında da tatmin edici izahları ve çözüm önerileri yok.
Özellikle siyasal İslamcılar ve İslam adına ortaya çıkan bir kısım radikal gruplar, İslam’ın evrensel ve kuşatıcı mesajını adeta bir rejim projesine indirgemişlerdir. Hatta onların, devleti ele geçirme ve kafalarında oluşturdukları muhayyel bir kısım kurgulara göre insanları idare etme adına dini suiistimal ettikleri ve onu bir ideolojiye çevirdikleri söylenebilir.” (Yüksel Çayıroğlu, Demokrasi ve İslam)
“Bir mümin insanların dünya ve ahiret saadeti, selam (barış) için didinir, ama kimsenin iradesini yok etmeye çalışmaz, anlatmakla yetinir. İslamcı ise devleti ve gücü ele geçirip toplumu toptan değiştirmeyi hedefler. İslamcılık din soslu ideolojidir. Diğer ideolojilerden daha zararlıdır, çünkü içine inanç, adanmışlık, kutsallık da katılmıştır. Bu nedenle dini ideoloji haline getiren cihadist gruplar (IŞİD, El Kaide, Boko Haram vb) ibadet neşvesiyle katliamlar yapabilmekte, çok acımasız olabilmektedir. Zira bu militanlar öldürerek, zulmederek, insanların haklarını gasp ederek sevap işlediğini düşünmektedir.” (Mahmut Akpınar, İdeoloji ve Adalet)
Ali Abdurrazık, 20. yüzyılın başında yaşamış ve Mısır’da kadılık yapmış Ezherli bir âlim. O yıllarda “El-İslam ve Usulu’l-Hükm” adlı kitabını yayınlıyor. Kitabı o dönem revaç bulan İslamcılık akımını reddettiği için büyük gürültü koparıyor. Ezher Uleması diplomasını iptal ediyor, kadılıktan atıyor. “İslam’da iktidarın temelleri” olarak çevrilen kitaptan birkaç alıntı yapayım:
“Kur’an’da İslam dininde siyasetin varlığını ispat edecek gizli ya da açık hiçbir delil yoktur, Hadisi Şerifler de öyledir… Peygamberimizin dini davetlerin yanında siyasi davetle de meşgul olduğu düşüncesini yalnızca Kur’an-ı Kerim ve sünneti seniye değil akıl ve risalet de reddeder. Hazreti Muhammed’in müminler üzerinde de sahip olduğu velayet risalet velayetidir ve bu velayet tahakkümle lekelenmemiştir…
Görülüyor ki Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde peygamberin insanların vasisi vekili gözeticisi olmadığını cebbar (yani zorlayıcı kuvvet ve kudret sahibi) ve tahakküm eden olmadığını insanları imana zorlama yetkisinin bulunmadığını ifade ediyor. Bu sıfata sahip olmayan insan padişah olamaz. Çünkü tahakküm ve zorlama saltanatın gereklerindendir…
Eğer peygamberimizin hedeflerinden biri de bir devlet kurmak olsaydı bu işi belirsiz bir şekilde bırakarak vefat edip ardından da Müslümanların kavga etmelerine meydan verir miydi? Eski-yeni bütün devlet kurucularının ilk işi devletlerinde bahsetmek değil midir?…
Peygamberimizin vefat etmesiyle onun sahip olduğu dini makamın bir başkasına miras kalmasına imkân yoktu çünkü kendisi peygamberlerin sonuncusuydu. İlahi liderlik ise miras bırakılmaz, hibe edilmez vekâlet ile başkasına geçmez. Çünkü İslam peygamberi bütün hayatı boyunca bir İslam devletinden ya da bir Arap devletinden kesinlikle bahsetmemişti.”
Ali Abdurrazık özetle “Risaletün lâ hükm, dinun lâ devle” yani “Krallık değil peygamberlik; devlet değil din” der ve bunu kitabında bölüm başlığı olarak kullanır.
Mekke fethi sırasında Ebû Süfyan, art arda gelen ordu birliklerini görünce merakla, Hz. Abbas’a sormuştu: “Sübhanallah, kimdir bunlar ey Abbas?”
Hz. Abbas “Resûllullah ile Ensar ve Muhacirler” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan hayret içinde “Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş! Hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat.” dedi.
Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, nübüvvettir.” diyerek düzeltmişti.
Kur’an bir devlet sistemi önermez. İslam, bireye vurgu yapar. Medine’de yüzde 15’lik Müslüman kitlesi vardı ama Allah Rasulü (sas) tüm şehrin “Emin”i ve “Hakem”i idi. Toplum bileşenleri arasında adaleti temin ediyordu. Emin ve Âdil bir hakemdi.
Kur’an evrensel bir mesaj verir. İnsanlığa öğütlerde bulunur.
Bediüzzaman Hazretlerinin tasvir ettiği gibi Kur’an bir “eczahâne”dir. Her türlü ihtiyacın alınabileceği bir hayat ve ahlâk esasları marketidir. Bu market doğruyu ve iyiyi arayan her insan için prensipler, tavsiyeler, öğütler içerir.
İnsanlar, bireysel olarak; devletler ise hukuk alanında, yasa yapımında Kur’an’ın beşere tavsiye ettiği ahkâmdan yararlanabilir.
Ama hiçbir zaman bu “market” veya “eczane” bir devlete dönüşüp müşterilerine sunduğu “ilaç”ları zorla içirmez. “Eczahâne”, devlet olmaz.
Sonraki yazı: Danimarka’yı Ankara ile değişsek?
Kaynak: Veysel Ayhan | TR724