DR. HÜSEYİN KARA
Bir müminin en çok merak ettiği konulardan birisi de geçici dünya hayatının sonu hakkında bilmedikleridir. Diğer bir ifade ile, ecel mümini hangi hal üzere, nerede ve ne zaman karşılayacağının bilinmezliği konusudur. İnsanın eceli ömür içinde gizli olduğundan dolayı son nefesin nerede ve nasıl verileceği beş bilinmeyenler arasında sayılmıştır. (Mugayyebat-i hamse, Lokman, 31/34) Bu beş şeyin sadece Allah teala tarafından bilinip insanlar tarafından bilinemeyecek olması onlara karşı olan merakı azaltmıyor. Tam tersine daha da artırıyor.
İnsanın dünyaya gelişinde dahli olmadığı gibi, dünyadan ayrılışında da iradesinin bir etkisi bulunmamaktadır. Ancak insana verilen ömür nimeti içinde yapıp ettiklerinden hesaba çekileceği hem hayatı değerli kılıyor hem de bitiş anını önemli hale getiriyor. Fakat hiçbir insan bu iki önemli konuyu detayları ile bilmediği için dolayısıyla merakı da artıyor.
Merak konusu olan bu bilinmezlerden birini netleştirerek kendimize sorar gibi ele almamız gerekirse;
“Ben mümin olarak acaba son nefesimi hangi hal üzere ve nasıl vereceğim?”
Bu ikinci MERAK yazısında yukarıdaki soruya cevap aranacaktır. Bu soru bir mümin için hayati derecede önemli olması itibari ile merakları giderecek veya mümini bir nebze olsun rahatlatacak muknî cevaplar bulmak zorundadır. Zaten merakımızın şiddeti de buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü dünyadaki son nefes bir sonraki kabir ve ahiret duraklarındaki ahvalimizin de en belirleyici unsuru olması nedeniyle çok önem arz ediyor. Allah nezdinde kıymetli ve değerli olan evliyaların, son nefeslerinde küfür içinde ölmekten aşırı derecede korkmaları boşuna değildir. Zira son nefesinde imanla ölüp ölmeyeceğini bilemeyen hiçbir mümin son nefeste hangi hal üzere olacağının merakından kendini alamaz. Mesela; Nehaî ailesinin mümtaz fertlerinin, sekerat-ı mevtlerinde bu merakı endişe boyutta yaşadıkları bilinmektedir.
Hadis kaynaklarında ve tarih kitaplarında adı geçen Kuzman hadisesi ise merakımızı daha da arttırmaktadır. Sahabe mertebesine yükselmesi ve Uhud Savaşı’nda şehadet mertebesine ermesi mümkün iken kâfir olarak son nefesini vermesi, bu konudaki merakların artmasına sebep olmaktadır. (Buhari, Cihad, 77- İbni Hişam, Siret III, 93,94)
Bediüzzaman Hazretlerinin, yaşadığı bölgede vefat eden Müslümanların pek çoğunun son nefeslerinde imanlarını öteye taşıyamadıklarını keşfen görmesi meselenin ciddiyetini ve vahametini ortaya koyması bakımından oldukça manidardır. (Şualar, 11. Şua, 4. Mesele)
Bir mümin için en önemli konuların başında gelen “son nefesini iman ile vermek’’ hadisesinde başarıya ulaşmanın bir yolu mutlaka bulunmalıdır. Veya en azından bunun endişesi ömür boyu taşınmalıdır. En tehlikeli olanı ise, son nefeste imanla hayatın noktalamayı garantilemiş gibi bir rahatlık içinde yaşayarak son nefesi önemsememektir. Halbuki büyük Allah dostları, “Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe olunur.’’ diyerek bu yersiz duygunun yanlışlığına dikkat çekmektedirler. Eğer bir müminin hayattayken aldığı nefeslerini bir kabı dolduran damlalar gibi düşünürsek, son damla önceki damlalar gibi berrak ise endişe etmeye gerek kalmayacaktır. Aksi takdirde kabı dolduran damlalar temiz değilse son damla da asla temiz olamaz.
Efendimiz (s.a.v.) “İnsanlar kıyamet gününde öldükleri hal üzere dirileceklerdir.” buyuruyor. (Müslim, Cennet, 83) Buna göre imanla ölmek, aynı zamanda bir mümin olarak yeniden dirilmenin garantisi olarak görülmektedir. Bundan dolayıdır ki bir Allah dostu çevresindekilere nasihat ederken “Son nefeste ne ile meşgul olacaksanız, yaşarken de onunla meşgul olun.” demiştir. Behlül Dâne ise etrafındakilere hikmetli bir ders verirken yıkılmakta olan bir duvarı gösterir ve onlara şunları söyler: ‘‘Bu duvar nasıl ki meyilli olduğu tarafa doğru yıkılacak. İnsanlar da ne tarafa doğru meyilli olarak yaşamışlarsa sonunda o tarafa yıkılıp gideceklerdir. Ben Hakk’a müteveccih olarak yaşamaya çalışıyorum. Ümit ederim ki son nefesim de öyle olur.’’
Bir müminin kaçınılmaz bir gerçek olan ölümden değil ebedî hayatını kaybetmesine sebep olacak kafir olarak ölmekten korkmalıdır. Çünkü bu geçici dünya hayatı insana ebedî âlemleri peylemek üzere verilmiş önemli bir fırsattır. Bu dünyaya gelmek ne kadar normal ise ölerek ebedî aleme geçmek de o kadar normal kabul edilmelidir. Ölümün soğuk yüzüne merdâne bakabilmek, ölümün ötesine ciddi hazırlıklar yapmakla doğru orantılıdır. Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin kendi ölümünü Şeb-i Aruz olarak isimlendirmesinin mantığını bu gerçeklerle açıklamak mümkündür.
Efendimiz(sav) kıyametin ne zaman kopacağını soran bir sahabeye “Onun için ne hazırladın?” diye sorar. Sahabe Efendimiz ‘‘Ciddi bir hazırlığım yok ama Allah’ı ve Resulünü seviyorum’’ diye cevap verir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurur. (Buhârî, 6170) Bu mübârek beyandan anlaşılmaktadır ki, bir mü’min dünyada severek ve isteyerek hayatını neyin peşinde sürdürürse, ölüm anında ve sonrasında da aynı şeylerle karşılaşacaktır.
El-mevtu hakkun (Ölüm haktır) Kazıyye-i muhkemesi varken, müminler olarak ölümü bir günde ne kadar düşünürsek ölüme o kadar hazırlık yapma ihtiyacı hissederiz. Kabir ziyareti bu bağlamda müminler için çok değerlidir. Kabirleri ziyaret eden mümin, iyi bir empati ile kendisini kabirdeki kişinin yerine koyarak tefekkür edebilirse hayatının geri kalanını bir ganimet bilir ve ahiretini kazanmak için değerlendirebilir. Hayatta iken kendisine bir kabir yeri hazırlamaktansa kendisini kabir hayatına hazırlar.
İmanla ölmenin garantisi olmadığının en önemli göstergelerinden biri de son nefesin mümince olabilmesi istikametinde yapılması gereken dualardır. Kuran ve sünnetteki dualara bakıldığında bu konu daha net görülecektir.