“Rabbim beni kime bırakıyorsun…”
İyi olanın kötülüğün demir tırnaklarıyla kanatıldığı karanlık günler. Güzel olan ne varsa çöl kumlarına gömüldüğü, insanlığın yitirildiği zamanlar. Zulmün karanlık örtüsünün şehirleri esir ettiği, organize kötülüğün ele geçirdiği devlet imkanlarıyla bir avuç mümini sindirmek ve dinlerinden döndürmek adına acımasızca saldırdığı vakitler…
İşte tam bu günlerde….
Kararan gecelere ışık taşımak için gönderilen Kainatın İftihar Tablosu’nun (sav) başına deve işkembeleri konuluyor (en küçüğü 40 kilo ağırlığında), gittiği yollara dikenler saçılıyor, lakaplar takılıyor, en yakınları hunharca şehit ediliyor ve boykotlara maruz kalıyor. Arkadaşları açlıktan ve yokluktan vefat ediyor…
Abdullah ibni Mesûd (ra) o zulüm günlerini adeta hıçkırarak anlatıyor:
“Allah Resulünün (sav) Kureyşe bedduâ ettiğini asla işitmedim. Yalnız birgün, Kâbe-i şerif yanında namaz kılıyordu. Ebu Cehil, kendi adamlarıyla bir yerde oturuyorlardı. O sırada bir kimse gelip ölmüş bir deve işkembesini oraya bıraktı. Ebu Cehil dedi ki: ‘Bu kan ile bulaşmış işkembeyi kim götürüp Muhammed secdeye inince üzerine koyar?’ Onların içinde en ziyade bedbaht Ukbe bin Ebî Muayt bu çirkin işe girişip onu O (sav) secdede iken üstüne koydu. Resulullah efendimiz secdeden kalkamadı. O bedbahtlar gülüştüler. O kadar ki gülmekten birbirlerinin üzerine düştüler…”
İbni Mesûd şöyle devam ediyor:
“Ben uzaktan bakardım. Müşriklerin korkusundan yanına varamadım. Nihayet bir kimse Hz. Fâtıma’ya haber verdi. Hz. Fâtıma gelip, Resûl-i ekremin üzerinden onu kaldırdı. Bunları yapanlara ağır sözler söyledi bedduâda bulundu. Hz. Fâtıma bu sıralarda küçük bir kız idi. Müşriklerin hiçbiri Hz. Fâtıma’ya cevap vermedi. Peygamberimiz secdeden kalkınca, bunu yapanların isimlerini sayarak üç kere: ‘Ya Rabbi! Kureyşten şu topluluğu sana havale ediyorum…’ dedi…”
İbn-i Mesud’un (ra) bir kısmını anlattığı zulüm Taif’te zirve yapıyor. O beldenin sakinleri kendilerini Rabbe davet için giden bu mahzun Nebi’yi o günün trollerine taşlatıyorlar… Tahfifler, işkenceler, boykotlar, hakaretler… bela ve musibetler katran gibi müminlerin üzerine dökülüyor. Âdeta “her taraftan ümit kesik bir vaziyette…” Yüreğinden ve bedeninden dökülen kanlar Taif sokaklarını kırmızıya boyarken O (sav), Utbe ibni Rebia’nın bahçesine yakın bir yerde bir kaya gölgesinde ellerini açıyor ve adeta inliyor:
“Allahım, Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği, biçarelerin Rabbi Sensin. Sensin Rabbim benim. Beni kime bıraktın! Huysuz ve yüzsüz yabancıya mı, yoksa bu işimde bana hâkim olacak düşmana mı? Allah’ım! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. Allah’ım, gazabına uğramaktan, rahmetinden uzak kalmaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahireti salâha kavuşturan ilâhi nuruna sığınırım. Rızanı dilerim.Sana iltica ederim. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendendir, Ya Rabbi!”
O (sav), “beni kime bırakıyorsun…” diye inleyince Rabbi Ona “bana gel…” diyor ve mucizelerle dolu İsra ve Mirac’ı yaşıyor… Cennetteki makamını görüyor, Cemalullah şerefiyle şerefyâb oluyor nebiler resullerle bu sır dolu yolculukta görüşüyor. Kendisine melekler eşlik ediyor ama o yine de kavminin, ümmetinin arasına dönüyor. Rabbini anlatmaya devam ediyor. İyiliği güzelliği organize etme adına çırpınıyor bu yolda bin bir işkence ve çileye maruz kalıyor.
Hocaefendi Allah Rasulü’nün (sav) Miraç’tan dönüşünü öyle güzel ifade eder ki:
“…Bilal-i Habeşîleri, Sümeyye’leri, Yâsir’leri, Ammâr’ları kumun üstüne yatıran, kayaları onların üzerine koyan insanlar var… Dünya, O’nun için Cehennem. Fakat “Olsun!” diyor. O gördüğü şeyleri gördürmek, duyduğu şeyleri duyurmak, tattığı şeyleri tattırmak için Miraç’tan ayrılıyor, geliyor insanlığın içine; o Cehennem-zebûn hayatın içine geliyor…”
İnsanlara ahiret pasaportu verme adına çırpınıyor! Allah O’nun çilesini israf etmiyor.. Toprağa düşen göz damlaları birer sahabe olarak netice veriyor.. Kendisine ve arkadaşlarlarına zulmedenler bu şefkat güneşi karşısında eriyor, fırtına diniyor, kış yerini bahara bırakıyor ve tüm yaşadıklarını unuturcasına en azılı düşmanlarını bile affediyor.
Zor ve ifritten günler yaşansa da hiç bir kış sonsuza kadar sürmemiş. Hiçbir karanlık temadi etmemiştir. Bahar çiçeklerinin rengarenk bir dünyayı dokuyacağı günler yakındır inşallah… Yusuf’un (as) kokusunun ötelerden duyulacağı, gözyaşlarımızla birbirimizin omuzunu ıslatacağımız sevinçten günler. Sırf hizmet ettiği için bunca zulmedilen arkadaşların hayatları, çektikleri ne kadar benziyor O’nun (sav) ve arkadaşlarının çektiklerine..
O halde şu çileli günlerde O’nun (sav) bize bıraktığı sünnete daha bi sıkı sarılacağız.. Ve yine O’nun (sav) dediği gibi “hangisine sevineceğimiz” günleri birlikte idrak edeceğiz. Rabbim miraç hürmetine dünyanın başındaki bela ve musibetleri bertaraf etsin.. Miraç hediyesi kılınan namazlar hürmetine mazlum ve mağdurlara yardım etsin, zindandakileri beyaz kanatlı güvercinler gibi salıversin! Ve çekilen çileleri çilekeşlerin manevi terakkisine vesile eylesin.
YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYINIZ