(Sade Edebiyat’ta yayınlandı.)
– Hasan! Sıraya yapıştın galiba! Kalksana be oğlum!
Hasan içini çekti. O da kalkmak isterdi ama ayaklarına söz geçiremiyordu.
– Siz gidin, ben gelirim, dedi hırçın ses tonuyla. Başını önüne eğip önündeki kağıdı
karalamaya devam etti. Kalem darbeleri arttıkça çizdiği kişinin silüeti
belirginleşiyordu. Yuvarlak bir çehre, güzellik kalıplarına baş kaldıran hafif bitişik
kaşlar, ağız kenarında nazenin bir kıvrım…Saçının ışıltısını karakalem bile
örtememişti, ha bir de narin bileğine geçiriverdiği tokası, bu bile öyle yakışıyordu
ki!
– Hasan koçum, hafta sonu sinemaya gideceğiz, var mısın? Uyar mı sana?
Yutkundu Hasan. “Ne de dertsiz tasasız bu insancıklar!” diye söylendi. “Hoş bu
derde düçar olmasaydım, ben de kesinkes onlar gibi olurdum.” diye düşündü. O
anda gözü, çizdiği resme takıldı. Arkadaşının fark edeceği endişesiyle resmin
üstüne abandı.
– Sağ ol kanka, hafta sonu dayımlar bize gelecek. Evde olmam lazım.
– Peki, öyle olsun, dedi Ferhat.
Arkadaşı gidince derin bir nefes aldı. Son anda paçayı iyi sıyırmıştı. Abanmanın
etkisiyle hafif buruşan kağıdı nazikçe düzeltirken donakaldı. Kendine bile itiraf
edemediği bir gerçekle yüzleşiyordu. Çizdiği kız, sınıf arkadaşı Yasemin’den
başkası değildi. Kalemi, kendi hükümranlığını ilan etmiş, ona sormadan, gizlediği
bir sırrı açık etmişti. “Seni dost sanmıştım, ağzın pek gevşekmiş be kalem. Önce
silgiyle şu kaşları ayıralım birbirinden. Bilekteki tokayı silelim, şöyle oval bir
gözlük ekleyelim. Hah, tamam! Ama ya ağzının kenarındaki nazenin kıvrım?
Kıyamam ki ona ben.”
“Amaaan, nelerle uğraşıyorum?” Kalemi masaya bırakıp gerindi hafiften. Yüzünde
alaylı bir gülümseme belirdi. Ama bu gülümseme kendineydi. Onca sıkıntının
arasında buna hakkının olmadığını düşündü, içini bir burukluk kapladı. Çıkış zili
çaldı ve dakikalar öncesinden zaten hazır olan öğrenciler, hızla sınıfı terk etmeye
başladı. Günün son zili; en çalışkanından en tembeline bütün öğrencilerin, hatta
öğretmenlerin nezdinde, özgürlük haberini ileten bir ulağa benzerdi. Hasan,
herkesin çıkmasını bekledi ama kesinlikle belli etmedi. Her zamanki taktiğini
uyguladı. Bir yandan hocanın son söylediklerini yetiştirememiş edasıyla önündeki
deftere bir şeyler yazdı, bir yandan da arkadaşlarına:
– Beni beklemeyin, bunu bitireyim, öyle çıkarım, dedi.
– Tamam, dedi arkadaşları. Bu aralar pek bir inek oldun ya neyse.
Sınıfın duvarları sessizlikle dolduğuna göre artık yerinden kıpırdayabilirdi. Bir
eliyle oturduğu sıraya bastırırken öbür eliyle masadan güç alarak bir hamle yaptı.
Olmadı. Gözlerine bastırdı ellerini. Hayır, ağlayamazdı. “Hadi, bunu yapabilirim.”
Bir hamle daha yaptı. Ahhh! Yine olmadı. Önceki günlerde en azından ikinci
hamlede kalkabiliyordu. “Daha da kötüye gidiyor, ne yapacağım ben?“ diye
düşündü. Morali iyiden iyiye bozulmuştu. Ve bir daha…Bu sefer oldu. Yavaş
hareketlerle çantasını sırtına geçirdi, masalardan destek ala ala sınıfın kapısına
ulaştı. Lakin gördüğü manzaradan hiç hoşlanmamıştı. Ferhat kapıda onu
bekliyordu. Sessizliği ilk Ferhat bozdu:
– Neden bize söylemedin? Dostun değil miyiz? Dertlerini kendi başına çekeceksen
neci oluyoruz biz?
Başını öne eğdi Hasan. Hayır, mahcubiyetle ilgisi yoktu, konuşmadan önce sadece
biraz düşünmek istemişti. Midesinde acı sular biriktiren, beynini matkap gibi
delen, kalbini aritmik depremlerle titreten bu dertleri içinde mi taşımalıydı? Yoksa
göz kanatan çıplaklığıyla ortaya mı bırakmalıydı? İnsan öfke patlaması yaşamadan
önce derin derin düşünmez normalde. Hele ki bir delikanlı, bunu hiç yapmaz.
Ama hayat, düşünmeden konuşma lüksünü Hasan’ın elinden çok erken almıştı.
– Sakladığım tek derdin bu olduğunu mu sanıyorsun? Bu gördüğün sebep değil,
yalnızca bir sonuç. Yıllardır beni anlamayacağınızı bilerek kör kuyularda
kalmamın, hatta benden nefret etmenizden korkarak yaşamamın sonuçlarından
biri sadece bu.
Ferhat’ın yüzü, ummadığı bu cevap karşısında ifadesizleşmişti. Duymak
istemeyeceği başka cevapların varlığından korkuyordu, ama öte yandan zamanın
içinde gelgitler yaşıyordu. Daha önce anlam veremediği ama çok da üzerinde
durmadığı olaylar anlam kazanmaya başlamıştı.
– Hani o gün, okula titreyerek geldiğin, bizimle konuşmayıp bütün gün arka tarafta
duvarları tekmelediğin gün, aslında ne olmuştu?
– O gün…kafama silah dayandı benim. O gün babamla tehdit edildim. O gün
kardeşlerimin feryatları arasında annemin bizden sökülüp alınışını izledim. O gün
acizliğime, çaresizliğime kahrettim. O gün burnunun dibindeki gerçeklere değil de
puslu camların ardındaki karanlık çehrelere inanan, umarsız dostlarıma veda
ettim.
Ferhat’ın benzi tamamen atmıştı. O günleri gayet net hatırlıyordu. Ortam çok
hararetliydi. Derslerde ve teneffüslerde sadece yaşanan siyasi olaylar tartışılıyor;
tehdide varan hakaretler, galiz küfürler havada uçuşuyordu. Ne de zevkliydi, peşin
hükmü yapıştırıp insanları oturduğun yerden asıp kesmek!
Titrek bir sesle sordu Ferhat:
– Ya hastalığın?
– Çok olmadı, 20 gündür böyleyim. Maalesef çok hızlı ilerliyor. Doktor genetik
yatkınlığımın olduğunu ama bu kadar hızlı ilerlemesinin stres ve üzüntüden
başka bir şeyle açıklanamayacağını söyledi. Tedavi imkanım yok. Bundan sonra
yürüyemeyebilirim.
Yığılırcasına yere çömeldi Ferhat. Ellerini başının arasına aldı. En sevdiği
arkadaşının tükenişini fark etmeden yıllarca nasıl yaşamıştı? Burnunun dibinde
olmuştu her şey. Onunsa tek derdi, sınıfça yaptıkları bilardo turnuvaları, nargile
kafede döndürdükleri futbol ve siyaset geyikleri ve gece gündüz oynadığı bilgisayar
oyununda seviye atlamaktı.
Hasan arkadaşının bu haline dayanamadı yine de. Bu defa korktuğu başına
gelmemiş, nihayet arkadaşlarından biri onu anlamıştı. Müşfik bir sesle:
– Gel, dedi. Madem öğrendin, gir şu koluma. Ama kimseye söyleme! Özellikle de…
Neyse boş ver, kimseye söyleme!
“Yasemin’e söyleme!” diyemedi. Gençti, gururu vardı. Acınmaktansa ölmeyi
yeğlerdi.
İki genç kol kola uzaklaşırken arkalarında bıraktıkları okul duvarları, şahit
oldukları binlerce hatıra gibi bu hatırayı da sadıkane bağırlarına bastılar. Ne bu
gençlerin yüzleşmelerini ne de okulundan zorla koparılan eğitim aşığı öğretmenin
günü geceye döndüren feryadını, onlardan başka duyan gören olmadı.
Hizmetten | Esra Kaya