Yok mu içinizde aklı başında bir adam? | Reşit Haylamaz

Yazar Mizan

En büyük kötülük, en yakınlardan geldi; zira Mekke’deki herkes, uzak-yakın Allah Resûlü’nün (Sallallahu aleyhi ve sellem) akrabası oluyordu. 

Halbuki, aralarında doğmuş ve yine gözleri önünde imrenilecek bir 40 yıl yaşamıştı. 

Üstelik, en yakınlardan daha yakın biliyor, kimseye teslim edemedikleri kıymetlerini O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) getirip emanet ediyorlardı. 

Her şey, bir günde değişti; vahyin gelişiyle birlikte gözler kör kulaklar da sağır oluverdi!

O günden sonra hasedin kavurduğu, kin ve nefretin savurduğu Ebû Cehil ve avenesi, adeta kudurmuş gibiydi!

Her güne bir kötülük, her yeni güne ayrı bir senaryo ile çıkıyorlardı…

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Loading video

Neler yapmadılar ki!

Amma, adamların hakkını yememek lazım; firavunluğun da bir raconu vardı ve bir-iki örnek dışında kadınlarla çocukları, yapıp ettikleri kötülüklerden istisna tuttular.

23 yıllık risâlet günlerinde bunun belli başlı istisnaları var:

  1. Aile fertlerinin bütününü hedefleyen kin ve nefrette hızını alamayan kin tüccarları, babası Hazret Yâsir ile birlikte Hazreti Ammâr’ın annesi Hazreti Sümeyye’yi (radıyallahu anhüm) şehîd ettiler. 
  2. Hazreti Zinnîre’yi işkence ile kör ettiler.
  3. Boykot ve sürgün yıllarına kadınlar ve çocukları da dahil ettiler; ancak en azından yılın 4 ayında muhasarayı kaldırıyor ve insanlara nefes aldırıyorlardı.
  4. Hicret esnasında babasının nerede olduğunu bilmediğini söyleyince çılgına dönen Ebû Cehil, Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) büyük kızı Hazreti Esmâ’ya bir tokat attı.

Hepsi bu kadar!

Zaten genel tablo bu değil; hakkını yememek lazım adamlar, aile reisini düşman bilseler de ne Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ne de ashâbının ailesine, çocuklarına ilişmediler!

Herkese annelik yapan ve bilhassa mihnet günlerinde servetini “muâvenet” yolunda eritip mağdurlara can olan Hazreti Hadîce’ye (radıyallahu anhâ) ne el kaldıran oldu ne de dil uzatan! 

Sahi, Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) hanımı Ümmü Rûmân’a (radıyallahu anhâ), Ebû Cehil yahut avenesinin herhangi bir kötülük yaptığını duydunuz mu hiç?

Veya Hazreti Osmân’ın hanımı ve aynı zamanda Efendimiz’in de kızı Hazreti Rukiyye’ye (radıyallahu anhâ) el kaldırıldığını?  

Evet, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tesciliyle “ümmetin firavunu” idi ama Ebû Cehil, insanlıktan büsbütün çıkmış değildi ve toplum değerleri karşısında durması gereken yerde durabiliyor, hatırlatan olduğunda insan olduğunu da hatırlayabiliyordu. 

 

Mekke’de bunalıp hicret niyetiyle Habeşistan yoluna düşen Hazreti Ebû Bekir’i (radıyallahu anh) yoldan çevirip Mekke’de kalmaya ikna eden ve “emân” verip sıkıntılarını gideren İbn-i Dügunne, Ebû Cehil’in kankası değil miydi?

Gecenin karanlığında Şi’b-i Ebî Tâlib’e yiyecek taşırken Ebû Cehil’in yolunu kestiği Hakîm İbn-i Hizâm’ı, Ebû Cehil’in elinden alan, hatta bununla da yetinmeyip elindeki sopa ile Ebû Cehil’in kafasını yaran Ebu’l-Bahterî de öyle…

Haddini aşıp Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine, hem de Kâbe’nin hariminde ve secde halinde iken deve işkembesi koyacak kadar alçaldıkları yerde Ebû Cehil’e haddini bildiren de aynı şahıs!

Ayyuka çıkan zulüm karşısında sesini yükselten ve bu duruşlarıyla Ebû Cehil’in sesini kesip boykot ve sürgün yıllarını bitiren beş kişinin duruşu da aynı.

Hayatının en acı ve iz bırakan günlerini yaşadığı Tâif sonrasında, doğup büyüdüğü şehre giremeyip Hira sultanlığına sığınan Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) “emân” verip evine girmesine zemin hazırlayan Mut’im İbn-i Adiyy de Ebû Cehil’in caka sattığı Dâru’n-Nedve’nin bir parçası değil miydi?

Öyle idi ki o gün, burnundan soluyan Ebû Cehil de Ukbe İbn-i Ebî Muayt da kılıcını kınına koymuş ve Mut’im İbn-i Adiyy’in bu duruşuna saygı göstermiş, emânının arkasında durmuşlardı!

Kardeşleri Seleme İbn-i Hişâm ile Ayyâş İbn-i Ebî Rebîa’yı hapsedip zincirlere vuran, işkence edip yıllarca yemek ve sudan bile mahrum bırakan ne Ebû Cehil ne de Velîd İbn-i Velîd’i zindanlara hapseden Mahzumoğulları, zulmettikleri insanların hanımlarına el kaldırmış, çocuklarına kötü muamelede bulunmuştu!  

Dahası, birinci derece “düşman” bildikleri Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) en yakınlarına bile düşmanca bir tavır içine girmemişler, düşmanlıklarını sadece O’nunla sınırlı tutmuşlardı.

Malum, ölümüne ferman kestikleri bir gün Fahr-i Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) hicret ettiler…

Annemiz Hazreti Sevde de (radıyallahu anhâ), Hazreti Ebû Bekir’in hanımı Ümmü Rûmân (radıyallahu anhâ) ile kızları Esmâ (radıyallahu anhâ) ile Âişe de (radıyallahu anhâ) Mekke’deydi; ne Ebû Cehil ne de avenelerinden birisi, “Madem gittiler; öyleyse biz de aile fertlerini hapsedelim; hıncımızı onlardan çıkaralım!” demediler. Üstelik o gün Âişe Validemiz (radıyallahu anhâ) ile Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) evlilik süreci başlamış bulunuyordu. 

Bilakis, zor zamanlarda bu insanların yanında olmak, sıkıntılarını paylaşmak isteyenler oldu. 

İşte size, ibretlik bir örnek:

Malum, Bedir sonrası Mekke’de kin ve nefretten başka bir şey görülmez, duyulmaz olmuştu!

Herkesin kimyası bozulmuş ve bundan böyle yükselen tek ses, “intikam”dan ibaretti. 

Âdeta kaynayan bir kazanın üstündeki koltuğa oturan Ebû Süfyân’ın hanımı Hind’in o gün, babası Utbe, amcası Şeybe, kardeşi Velîd ve bir de üvey oğlu Hanzala Bedir’de kalmıştı. 

Sıradan bir kadın değildi; zaten hırçındı, bu durum onu daha da hırçınlaştırmıştı. 

Onun bu hırçınlığının, bir sene sonra yaşanacak olan Uhud’da, ona neler yaptırdığını bilmeyenimiz yoktur! Babasını, kardeşini, amcasını, dayısını veya oğlunu Bedir’de bırakıp da kaçan erkekleri korkaklıkla suçladığını da!  

İşte bu günlerde ve dengesini bu denli kaybettiği bir zamanda Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı Zeyneb Validemiz (radıyallahu anhâ) ile karşılaştı, Hind. 

Beklenenin aksine, “Muhammed’in kızı!” diye başladığı sözlerine, “Babana ulaşmak için hazırlık yaptığının haberi, bana ulaşmadı sanma!” diye de devam etti. 

Önceleri buna anlam veremeyen ve bir hayli tedirgin olan Hazreti Zeyneb (radıyallahu anhâ), “Yok öyle şey!” deyip geçiştirmek istese de ısrar etti:

“Ey amca kızı, böyle yapma!” dedi. “Yolculuğun için sana lazım olan bir ihtiyacın varsa veya seni babana kavuşturacak herhangi bir para-pul lazım ise bunu karşılayacak olan her şey bende var; sakın benden çekinme! Netice itibariyle erkeklerin arasında yaşanan şey, kadınları ilgilendirmez!”

Bu ne gariplik ki babasını “can düşman”, davasını da “yok edilmesi gereken bir hedef” olarak gören bir kadından geliyordu bu teklif! 

Kur’ân, birisine duyulan kin ve nefretin, insanı adaletten ayırmaması gerektiğini söylüyor, defalarca…

Anlaşılan bunu, o gün ve bu konumdaki Hind anlamış, ama bugünün ne Ebû Cehilleri ne de Hindlerinde bu anlayış var!

Dahası var: 

Vakit gelip de oğlu Ali ve kızı Ümâme ile Medîne yoluna düşmüştü ki Zeyneb Validemiz’in (radıyallahu anhâ) yolunu kestiler! Bu gidişi “onur” meselesi gören ve Bedir’in intikamıyla gözü kararan Hebbâr İbn-i Esved ile Nâfi’ İbn-i Abdilkays, Zî Tuvâ’ya kadar gelmiş ve “Bize küfredercesine yapılan bu işi hazmedemez, göz göre göre Muhammed’in kızını teslim edemeyiz!” demişlerdi. 

Bu arada Hebbâr, gözü dönmüş bir câni gibi saldırıyor, mızrağıyla deveyi delik deşik ediyordu. 

Olan sadece deveye olmamıştı; hevdec de dağılmış, ortalık toz-dumana bürünmüştü. Bu arbedede büyük bir darbe alan Hazreti Zeyneb de hevdecten düşmüş ve kaburga kemiği kırılmıştı.

İş çığırından çıkmak üzereydi ki kayınbiraderi Kinâne aslan gibi kükredi; bedenini siper etmiş, Mekkelilere meydan okuyordu! Kendisine tevdi edilen emânete karşı yapılan bu saldırı karşısında her şeyi göze almıştı. Bu arada, okunu da yayına yerleştirmiş, “Vallahi, kim bana yaklaşırsa ona bu oku saplarım!” diyordu. 

Tırsmışlardı tırsmasına ama yine de ne yapacakları belli olmazdı. Bir müddet geri çekilmiş ve beklemeye durmuşlardı ki bir grup insanla birlikte yanlarına Ebû Süfyân çıkageldi; genel görüntüsüne bakıldığında hâdiseye el koyacağı, meseleyi tatlıya bağlayacağı ve makul bir çözüm üreteceği anlaşılıyordu. Gelir gelmez Kinâne’ye dönerek, “Behey adam!” dedi. “Şu oku bir kenara koy da seninle konuşalım!”

“Tabii, başımıza gelenler senin başına gelmedi!” diye devam etti. “Yaşadığımız sıkıntı ve Muhammed’den dolayı başımıza gelen musibeti bile bile ve sanki hiçbir şey olmamış gibi şimdi sen tutmuş, insanların gözünün içine baka baka ve gündüzün ortasında bu kadını götürüyorsun! Sen, böyle alenî olarak O’nun kızını aramızdan alıp götürürsen insanlar bunu, yaşadığımız musibetten sonra ayrı bir zül olarak telakki eder ki bu bir acziyet ve zaaf demektir. Ömrüme yemin olsun ki bizim onu babasından ayırıp hapsetmeye ihtiyacımız da yok! Ancak, şimdi sen bu kadını geri götür; ortalık biraz durulup sakinleşsin ve insanlar, bizim onu geri çevirdiğimizi konuşsunlar! Sonra, bir aralık gizlice alır ve babasına ulaştırmış olursun!”

Bu makul ve aynı zamanda tansiyonu düşüren yaklaşım karşısında Kinâne bir kenara çekilirken Hebbâr İbn-i Esved ile Nâfi’ İbn-i Abdilkays de kılıcını kınına koymuş, yeniden Mekke’nin yolunu tutmuştu. 

Hadiseyi haber aldığında sesini yükselten ve savunmasız, üstelik masum bir kadına yapılan bu kötülüğe karşı net bir tavır koyan da yine Hind idi; küplere binmiş ve yapayalnız ve savunmasız insanlara karşı aslan kesilenlere Bedir’i hatırlatarak, “Madem öyle, o gün neredeydiniz?” diye çıkışıyordu! 

Bugün hapishaneler, kadın ve çocuklarla dolu. 

Günün firavunlarını küresel salgın bile durduramadı! 

Aralarında, Ebû Cehil’e “dur” diyebilecek ne İbn-i Dügunne ne Ebu’l-Bahterî ne de bir Mut’im İbn-i Adiyy çıktı!

Haddi aşan zulüm karşısında sesini yükselten, ortamı yumuşatıp nefes aldıran ne bir Ebû Süfyân var ne de bir Hind!

Acı ama bugün dünya, her türlü zulmüne rağmen zindanında kadın ve çocuk barındırmayan Ebû Cehillere rahmet okutacak günlere şahit oluyor!

Kavminin anlamsız talepleri ve saplandıkları karanlıklarda debelenip durmalarına karşılık Kur’ân, Hazreti Lût’un (aleyhisselâm), “Yok mu içinizde aklı başında bir adam?” diye haykırdığını anlatıyor, bize.

Zaman gösterdi ki yokmuş!

Evet, Efendimiz’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle Ebû Cehil, bu ümmetin firavunuydu. 

Küçülen dünyanın büyüklük taslayan ama minnacık bir virüsün esiri olan zavallılar!  

Siz, kimin nesi oluyorsunuz?

Kaynak: Tr724 | Reşit Haylamaz

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy