Demek Sâni‘ ine intisâbdan ibâret olan îmân, insandaki bütün âsâr-ı san‘at ı izhâr eder. İnsanın kıymeti o san‘at-ı Rabbâniyeye göre olur. Ve âyîne-i Samedâniye i‘tibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu i‘tibârla bütün mahlûkāt üstünde bir muhâtab-ı İlâhî ve cennete lâyık bir misâfir-i Rabbânî olur.
Eğer kat‘-ı intisâb dan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o ma‘nîdâr nukūş-u esmâ-yı İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zîrâ Sâni‘ unutulsa, Sâni‘ e müteveccih ma‘nevî cihet ler de anlaşılmaz. Âdetâ baş aşağıyadüşer. O ma‘nîdâr âlî san‘atların ve ma‘nevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâkî kalan ve göz ile görülenbir kısmı ise, süflî esbâb a ve tabiata ve tesâdüfe verilip nihâyet derecede sukūt eder. Her biri birer parlak elmas iken,birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvâniyeye münhasır kalır. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi kısacık bir ömürde hayvanâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür böyle mâhiyet-i insaniye yi yıkar. Elmastan kömüre kalb eder.
İkinci Nokta: Îmân nasıl ki bir nûrdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektûbât-ı Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinâtı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mâzî ve müstakbeli zulümât tan kurtarıyor. Şu sırrı bir vâkıada اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَي النُّورِ âyet-i kerîmesinin bir sırrınadâir gördüğüm bir temsîl ile beyân ederiz. Şöyle ki: Bir vâkıa-i hayâliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine mukābil, üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere, ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesîf bir zulümât istîlâ etmişti. Ben sağ tarafıma baktım, nihâyetsiz bir zulümât içinde bir mezâr-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım, müdhiş zulümât dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağa lar, dâhiye ler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım, gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhiş zulümât a karşı sönük bir cep fenerim vardı. Onu isti‘mâl ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım, pek müdhiş bir vaz‘iyet bana göründü. Hatta önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müdhiş ejderhalar, aslanlar, canavarlar göründü ki; “Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. “Eyvâh! Şu fener başıma belâdır” dedim.
Ondan kızdım. O cep fenerimi yere çarptım kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük bir elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümât boşandı. Her taraf o lâmbanın nûru ile doldu. Her şeyin hakîkatini bana gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezâr-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle, nûrânî insanların taht-ı riyâset inde, ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda fırtınalı dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhika lar ise, süslü, sevimli câzibedâr olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrângâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayâl meyâl gördüm. Ve o müdhiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvânât-ı ehliye olduğunu gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰي نُورِ الْأ۪يمَانِ diyerekاَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَي النُّورِ âyet-i kerîmesini okudum. O vâkıadan ayıldım.
İşte o iki dağ mebde’-i hayat , âhir-i hayat tır; yani âlem-i arz ve âlem-i berzah tır. O köprü ise, hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbâldir. O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine i‘timâd eden ve vahy-i semâvî yidinlemeyen enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acîb mahlûkātıdır.İşte enâniyetine i‘timâd eden, zulmet-i gaflete düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam, o vâkıadaevvelki hâlime benzer ki, o cep feneri hükmünde, nâkıs ve dalâlet-âlûd ma‘lûmât ile, zaman-ı mâzîyi bir mezâr-ı ekber sûretindeve adem-âlûd bir zulümât içinde görüyor. İstikbâli gayet fırtınalı ve tesâdüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem her birisibir Hakîm-i Rahîm’in birer me’mûr-u musahhar ı olan hâdisât ve mevcûdâtı, muzır birer canavar hükmünde bildirir. وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَي الظُّلُمَاتِ hükmüne mazhar eder.
Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, îmân kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, Kitabullâh’ı dinlese, o vâkıada ikinci hâlime benzeyecek. O vakit kâinât birden, bir gündüz rengini alır. Nûr-u İlâhî ile dolar. Âlemاَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetini okur. O vakit, zaman-ı mâzî bir mezâr-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebînin veya evliyânın taht-ı riyâset inde vazîfe-i ubûdiyeti îfâ eden ervâh-ı sâfiye cemâatlerinin vazîfe-i hayatlarını bitirmekle, “Allâhü Ekber” diyerek makamât-ı âliye ye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür.
Sol tarafına bakar ki; dağlar misâl bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında, cennetin bağlarında ve saadet saraylarında kurulmuş çok güzel bir ziyâfet-i Rahmâniye yi o nûr-u îmân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâûn gibi hâdiseleri birer musahhar me’mur bilir. Bahar fırtınaları ve yağmurları gibi hâdisâtı, sûreten haşîn, ma‘nen çok latîf hikmetlere medâr görüyor. Hatta mevt i, hayat-ı ebediyenin mukaddeme si ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sâir cihetleri sen kıyâs eyle; hakîkati temsîle tatbîk et.
Üçüncü Nokta: Îmân hem nûrdur, hem kuvvettir. Evet, hakîkî îmânı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir. Ve îmânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyîkāt ından kurtulabilir. تَوَكَّلْتُ عَلَي اللّٰهِ der, sefîne-i hayat ta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvârî dalgaları içinde seyerân eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudret ine emânet eder, rahatla dünyadan geçer. Berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için cennete uçabilir. Eğer tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîn e çeker.
Demek, îmân tevhîd i, tevhîd teslîmi, teslîm tevekkül ü, tevekkül saadet-i dâreyn i iktizâ eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbâb ı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbâb ı, dest-i kudret in perdesi bilip riâyet ederek; esbâb a teşebbüs ise, bir nevi‘ duâ-yı fi‘lî telakkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Hakk’dan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnetdâr olmaktan ibârettir. Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:
Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefîneye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezâret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi‘ olur. Ben kuvvetliyim. Malımı belimde ve başımda muhâfaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefîne-i sultâniye daha kuvvetlidir. Daha ziyâde iyi muhâfaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya ‘Dîvânedir’ diye seni tard edecek. Ya ‘Hâindir, gemimizi ittihâm ediyor. Bizimle istihzâ ediyor. Hapis edilsin’ diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun.
Sözler | Risale-i Nur