Târihî devr-i dâimler de az farkla, tıpkı gecelerin gündüzleri tâkip etmesi gibi birbirini kovalar durur. “Az farkla” diyorum; zîra biri “cebrî, lütfî” insan irâdesini aşan âlemşümûl makro plânın küçük bir bölümü olarak tecellî eder; diğeri ise, şart-ı âdi mülâhazasıyla insan irâdesine bağlı olarak.. birincisi, uzayıp-kısalma, yeknesak, muttarit ve takvim eksenli olmasına karşılık; ikincisi, farklı-esnek, dar-geniş, isteme, dileme, sebebiyet verme plânında ve irâde yörüngelidir.
Gece ve gündüz, her yirmidört saatte bir kere tulû ve gurup ufkunda belirip, dünyayı ışık veya karanlıkla kucaklayıp kuşattıkları gibi, milletlerin ve milletimizin târihî tekevvün ve değişimleri de, birer ikbâl ve idbâr televvünüyle hep münâvebeler turnikesinde cereyan etmiştir ve etmektedir.
Evet o, serkârları itibariyle bir dönemde mânâ ile büyülü, bir başka devirde madde ile meshûr ve tâlihsiz bir zaman diliminde de materyalizmin ağında iffetzede, ismetzede, karakterzede olarak hep “değişimler” ve “oluşumlar” arasında gelip gitmiştir.
Zaten, büyüyen, büyürken de, her yana kök salan millet ve devletleri, bir yelpâze gibi tek plân üstünde genişleyen, hüküm ve tesiri itibariyle de bütün zamanları, bütün mekânları dolduran ezel kaynaklı, ebed hedefli görmek, daha doğrusu öyle zannetmek fevkalâde yanlıştır. Her doğan büyüme açıklığına girer, kendini genişleme pistinde ve yükselme rampasında bulur; ancak bunlar arasında sâdece, kaderin, yollarına su serptikleri büyür.. ve büyüyenler de mutlaka ölür; ama geç-ama erken.!
Varlık ve hadiselerle içli-dışlı olabildiğimiz ölçüde, bu serencâmeyi her gün görür ve müşâhede ederiz. Evet hemen her gün eşyâ ve hadiseleri süzerken, eğer yapabilirsek, düşünce ve hayallerimizi, birbirinin izdüşümü gibi sıralanmış duran veyâ üst üste istiflenmiş bulunan târihî vak’alar üzerinde gezdirdiğimizde, dünya kadar sendeleyip devrilmelerin yanında, dünya kadar da yeşerip gelişmelerin, derlenip toparlanmaların, dirilip doğrulmaların cereyan ettiğine şâhit oluruz.
Bir bakarsınız, beklenmedik bir fırtına, bir tûfanla hazan vurmuş yapraklar veya dalı-budağı kırılmış da devrilmemek için iplikçikleriyle, çatal elleriyle şuraya-buraya dolaşan, şu cisme, bu cisme sarılan sarmaşıklar gibi ölüm ağında çırpınan milletler, toplumlar, hiç umulmadık bir anda, birdenbire içinde kaynayıp duran ve dirilmek için İsrâfil sûru bekleyen, her sürgünün en görülmez tomurcuğunda, en belirsiz oyuğunda, millet ağacının târihî katmanlarından süzülüp gelen ve haşr u neşr hamlesine göre plânlanmış bir gelişme ve inkişaf gücüyle, yine bir sarmaşığın tutunabileceği dayanak noktalarına koşması, geçmiş baharlarını bir kere daha yakalayıp yaşamaya çalışması gibi, târihî ihtişam devirlerine koştuğunu, eski izleri üzerinde yol aldığını, bu koşma ve yol almadaki hırsını, aktivitesini görür ve hayret ederiz.
Evet, milletimizin kökü, gövdesi ve dalları, fırtına ile sarsılan bir ağaç gibi, bugüne kadar kim bilir kaç defa sarsıldı? kim bilir kaç defa karın-buzun kahrına uğrayıp bet-beniz beyazlığına uğradı.! Kaç defa güneşlerin kavurucu sıcakları altında kül rengine büründü? Ve kaç defa değişik buudlarda, yeni yeni haşr u neşirlerle dirilişler yaşadı? Şâyet hazanlar onun hayat ve canlılığının bir yanını alıp götürdü ise, baharlar da öylesine köpüren renklerle onu kucakladı ki, o tekevvün karşısında her şey sararıp soldu ve bütün aldatan renkler bir bir sustu.
Şimdi, her zaman şaşırtıcı bir âhenkle, mini mini sayısız unsurlardan, unsurlar arasındaki sessiz ve sihirli kaynaşmadan, hiç olmadık şekilde ve beklenmedik bir canlılıkla hayâta yürüyenleri görüp de sessizliğe bürünmüş görünen bu büyülü canlılığı ve dağılmışlık hissini veren bu vahdeti, nasıl hakîki ve ebedî ölmüşlüğe hamledebiliriz ki? Kaldı ki, öyle olsa bile, kışlar hep bahâra, geceler de nehâra gebedir…
Târihî devr-i dâimler açısından son asra girerken, kulaklarımızda “tın tın”: “Din pozitivizme yenik düştü -tersi dönmüş çarpık düşünceler öyle görüyordu- ruh ve mânâ, materyalizm karşısında nakavt oldu.. atom her şeyin esâsı..” ve “varlık bütünüyle madde endeksli” gibi ipe-sapa gelmeyen mırıltılarla girdik. O günlerde henüz enerji mefhumu tam bilinmediği için cüz-i lâyetecezzâ “atom”, “küllî-i lâyüs’el” sorgulanmaz bir tam gibi kabûl ediliyordu. Ne var ki, daha yirminci asrın yarısına gelinmemişti ki; maddecilik, ilk sürpriz darbeyi kendi içindeki cinlerden yedi ve sarsıldı. Evet o, özündeki kuvvet “enerji” düşüncesiyle çarpıştı ve ona yenik düştü. Gerçi, o günlerde enerji henüz kendine âit derinlikleriyle bilinmiyordu ama, belli ölçüde yaptığı işlerle kendini hissettirmeye ve diş göstermeye başlamıştı. Evet, fizik enerjiyi değil, onun yaptığı şeyleri biliyor ve onu, bir cisim ve cisimler sisteminin hâiz olduğu mekanik işler hâsıl etme kâbiliyeti olarak tanıyordu. Bu kadarcık tanıyordu ve bu kâbiliyetin ne olduğunu, umûmi keyfiyet ve husûsiyetlerini hiç mi hiç bilmiyordu.
Enerjinin kendini hissettirip öne çıkmasıyla, onun madde üzerindeki tecellilerini yakalayıp değerlendirmeye çalışan materyalist felsefenin bir düzine meçhuller, uçurumlar, yokluklar sath-ı mâiline girmesi aynı döneme rastlar; bu dönemdedir ki artık madde enerjileşmiş ve ruhların gezdiği buudlarda dolaşmaya başlamıştır. Bu ise, o günkü realitelere göre, materyalizmin şâhidi gibi gösterilen bir nesnenin, maddeciliğin aleyhinde ifâde vermesi gibi bir şeydi.. evet, şâyet atom sıkıştırılmış ve mini bir hacme yerleştirilmiş bir kuvvet ise ve eğer kuvvette, uğradığı mukâvemetleri tâdil etme kâbiliyeti var ise, sonra eğer bütün varlık ve hadiseler, bu kuvvet nehri içinde yaratılıyor ve kendi buudlarını buluyorsa, rakamlarla ifâde edilemeyecek kadar büyük kabul edilen bu gücü ortaya çıkarıp Hiroşima ve Nagazaki’yi külleştirenler, onun, o noktadaki sihirli tesirini heceleye dursunlar, aslında bunlar, materyalizmin ipini çekiyor ve bir fecir ezanı üslûbuyla târihî maddeciliğin ölümünü ilan ediyorlardı.
Gerisi malûm; maddeciliğe dayalı yalancı bir sistemin künde künde üstüne devrildiğini hepimiz berâber müşâhede ettik.. âile ve toplum düzeniyle, içtimâî ve iktisâdî yapısıyla, sanat ve estetik anlayışıyla, eşyâ ve insanı mânâlandırmasıyla aldatan bir sistemin…
Onca kan-irin, onca mâlî ve bedenî zâyiat ve bakıp bakıp hayıflandığımız koskocaman bir ömrü hederden sonra şimdi yeniden maddeyi ve bütün varlığı aşan düşüncelerimizle imanî derinliklerin ve dînî tasavvurların dünyasındayız. Milletimiz, bin sene önce de yine bu kabil kargaşa ve karmaşalarla yaka-paça ola ola, o temizlerden temiz vicdânında duyduğu âlemşümûl gerçeğe ve yedi-sekiz asırlık bir muhteşem döneme “merhaba” demişti.
Milletimizin, başka bütün ölçüleri aşan bir derinlikteki kuruluşunda, en büyük tesirin İslâm’a âit olduğunda şüphe yok. Bu millet, İslâm sâyesinde, maddî hayattan rûhî hayâta, gayr-ı nizamîlikten nizâma, ufuksuzluktan gâye-i hayâle, sınırlı düşünceden dünya ve ukbâları aşan nâmütenâhîliklere yönelmiş ve kendi derinliklerinin farkına varmıştır. Evet o, bilmem hangi tarihte yitirmiş olduğu gerçek değerlerini, üslup, zerâfet ve inceliğini İslâm’da bulmuş, ona gönülden sâhip çıkmış ve asırlar boyu da hep ukba endeksli yaşamıştı. Yaşamış ve hareketlerini ibâdet, sözlerini duâ, bakışlarını merhamet ve incelik, beraberliğini de kuvvet hâline getirmişti.. ve yine İslâm sâyesinde o, his-lerden akla, mantıktan kalbe, muhâkemeden ilhâma yollar vurmuş.. yürümüş ve yükselmiş.. duygusuyla, düşüncesiyle, kültürüyle, sanatıyla ve bediî zevkleriyle ebedî var olmanın sırlarını keşfetmişti.
Bugünkü kargaşa ve bunalımları da aynı rûhî zaferlerin tâkip edeceğine ve milletçe bir “ba’sü ba’de’l-mevt” geçireceğimize inancımız tamdır. Evet, beşerî sefâletlerimizi tedâvi edecek, ruhlarımızı kendi derinliklerine, kendi derinliklerinden de her şeyin gerçek kaynağına yönlendirecek geleceğin gönül erleri sâyesinde, kaybettiğimiz şeyleri yeniden elde edeceğimize yürekten inanıyoruz. Eğer fantezi sayılmayacaksa buna bizim rönesansımız da diyebiliriz.
Bu büyük tekevvün için bir kısım ön hazırlıklara ihtiyaç olduğunda şüphe yok. Bu mevzûda, mektepten ma’bede, ma’bedden kışlaya, kışladan zâviyeye toplumun katmanlarındaki bütün cevherler değerlendirilecek, mevcut dinamiklerin ve birikimlerin hepsinden istifade edilecektir. Ancak bütün bu hazırlıkları, kendi kabuğuna çekilmiş, pâyelerle mütesellî, tahsîsat paylaşmadan başka bir şey düşünmeyen, dev cüsseli bilim yuvaları değil; ciddî bir hukuk anlayışı, sağlam bir dünya görüşü, derli-toplu bir millet şuuru ve esaslı bir düşünce felsefesi ortaya koyan.. ve bütün bunları yüzlerce seneden beri devam edegelen milletimizin kültürüyle mezcedip yoğuran seviyeli ilim ve düşünce adamları; kalp-ruh-akıl ve disiplin esasları üzerine müesses entegre ilim kompleksleriyle gerçekleştireceklerdir. Maddede, ruhta, dehâda, aşkta hakla birleşmiş ilim, irfan âşık-larıyla temsil edilen gerçek maarif yuvaları ve sorumluluğun harekete geçirdiği, hareketleri de günübirlikçiliği aşan ve kendi hazlarını, kendi zevklerini düşünmekten daha ziyâde, mefkûresi uğrunda mücâdele zemînine ulaşma yollarını araştıran karakter insanı Hakk erleriyle.
Şimdi, târihî devr-i dâimler silsilesinde böyle bir dönemeçte bulunduğumuz şuuruyla, vicdanlarımızı bir kere daha yokluyor ve talihlerimize tebessümler yağdırıyoruz.
Sızıntı, Ağustos 1993, Cilt 15, Sayı 175
Kaynak:M.Fethullah Gülen / Yeşeren Düşünceler