Hazreti Adem’in hilafet pâyesiyle şereflendirilmesinin arkasında, onun esmâ-i ilâhiyeye vukufu ve o isimlerin müsemmâları da diyebileceğimiz eşyâyı iyi okuması, derken esmâdan Müsemmâ-i Akdes’e yönelmesi ve her şeyin mâhiyetini, hakikatini kavraması olsa gerek.
O, kendisine talim edilen isimleri müsemmâlarıyla, müsemmâları da kendilerine ait hususiyetleriyle okumuş, değerlendirmiş ve her şeyin çehresinde vahdet gerçeğini temâşâ ederek kesret dağdağasından kurtulmuş ve bütün perdeleri aşıp gönlündeki kenz-i mahfînin ihsas ve ışığıyla Hazreti Zât’a yürümüştü. Başka bir yaklaşımla o, şeriat-ı fıtriye de diyeceğimiz tekvinî emirlerin suret-i cereyan ve televvünlerinin çehresinde ulûhiyete ait esrârı, hem de kusursuz olarak okumuş ve “ حَقَائِقُ اْلأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ ” hakikatini duyduğu aynı anda, Hazreti İlim ve Vücud’un tesirlerini de ilan ederek, melekûtun dilrubâ kametleri meleklere “ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيم -Münezzeh ve mukaddessin ya Rab! Biz, Senin bize bildirdiğinden başkasını bilemeyiz; her şeyi hakkıyla bilen Sen, hikmetle yaratan da Sensin…” dedirtmişti ki bu, Hakk’ın mükerrem ibadından daha mükerremlerin de bulunabileceğinin ilanı ve insanoğlunun hilafetine de ciddi bir vurgu demekti.
Herkes kesrette vahdeti görüp duyamayabilir; zâhirde bâtını temâşâ gibi çoklukta Bir’i bilip, Bir’i duymak imkân-ı aklîyle mümkün olsa da her babayiğidin kârı değildir. İlk insan ilk peygamber Adem nebi, aynı zamanda kesrete açık ve fakat müntehâ-i vahdete çağıran ilk mürşitti. O, kesretin tahminleri aşan boğuculuğu, dağıtıcılığı, cazibesi karşısında başı dönmeden, bakışı bulanmadan, hemen her zaman vahidiyetin celâlî tecellileri içinde ehadiyetin cemâlî cilvelerini görmüş, hissetmiş ve her nesnede, hususiyle de canlılarda ilâhî isimlerin tecellilerini müşâhede ile, bu iç içe celevât ve füyuzât arasında, kendi hakkındaki -tabiî insanoğlu adına- hususî bir teveccühün unvanı sayacağımız cemâlî esintileri de duymuş; kalbinin kapılarını ardına kadar Zât-ı Akdes’e açarak O’ndan gelen ışıklar sayesinde gönlünün gözleriyle her varlığın çehresindeki vahdet sikkesini okumuş ve her şeyin en önemli derinliğinin O’na baktığını görüp anlamış, sonra da birer birer her varlık ve toptan bütün eşyâdaki değişimlerin-dönüşümlerin hep o Kudreti Sonsuz’un tezgahından çıktığını, “ayne’l-yakîn” müşâhede etmiş ve derin bir iz’ânla ne rubûbiyetinde ne de ulûhiyetinde O’nun eşi-menendi, muîni ve veziri bulunmadığını ilan ederek mâhiyet ve donanımının hakkını yerine getirip meleklerin önüne geçmişti; geçmiş ve kapıyı da her müstaiddin geçeceği şekilde aralık bırakmıştı.
Evet, bu yol, günümüzün vahdet yolcuları için de aynıyla söz konusudur; gözlerini her zaman tefekkürle açıp-kapayan, sîneleri sürekli şefkatle çarpan, âcizliğini O’nun kudretine ulaşma dinamiği, fakirliğini de yine O’nun servet ve gınasına ermenin vesilesi sayan basiretli ruhlar, tıpkı Hazreti Âdem gibi vahdeti kesret aynalarında temâşâ edebilir; her simada O’nun ziyâ-i vücudundan parıltılarla O’nun varlığını hisseder ve celâlî tecellilerin göz açtırmıyor gibi görünen sağanakları karşısında dahi ehadiyet televvünlü cemâlî cilvelerin üfül üfül esintileriyle serinler ve “bî kem u keyf” yudum yudum O’nunla bulunuyor olmanın hazlarını yudumlayabilirler.
Vakıa, bazen böyle bir noktaya ulaşanların yer yer iltibasa düştükleri ve hallerini ifadede kullandıkları kelimeleri iyi seçemedikleri, ya da, onların gönül dünyasında sürekli “sübuhât-i vech” esintileri esip durduğu için “hulûl”e ve “ittihad”a çekilebilecek sözler ettikleri görülegelmiştir; ama bunun her zaman böyle olmadığı da bir gerçektir. Ve hele, seyr-i ruhanîsini Hazreti Ruh-u Seyyidi’l- Enâm’ın mişkât-ı nübüvveti altında sürdürenler için bu durum hiçbir zaman söz konusu olmamıştır ve olamaz da…
Aslında bu makam, hak yolcularının gönlünde ” لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ – Deyin bakalım bugün mülk kiminmiş.” hitabına, Hazreti Vâcibü’l-Vücûd’un “ للهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ – Kudret-i kahire sahibi Allah’ındır.” hakikatinin tecellilerinden muhit bir ziya ya da bir aks-i sadanın görülüp duyulduğu makam olduğundan; yani, asıl olan vahdet-i zâtiyenin, ârızî olan kesret-i fer’iyeyi bütünüyle kuşatıp her şeye bir vahdet rengi verdiğinden -tabiî böyle bir mesele avam için asla söz konusu değildir- hâle mağlup ve istiğrak eksenli yaşayan bu kimseler, iltibasa açık o kabil beyanlarında mazur görülebilirler. Buna, sâlikin belli bir kurb mertebesine erince, müşâhede ufku itibarıyla her yanda ayan-beyan esmânın tüllenmesi, insanî latîfelerin her an Müsemmâ-i Akdes’i duyması, bütün ihsas ufuklarında sıfat televvünlerinin kalben görülüp sezilmesi ve latîfe-i rabbâniyenin, Hazreti Mevsûf-u Mukaddes’i mülâhazaya alma heyecanıyla çarpması makamı da diyebiliriz ki; bu ölçüdeki ihsas ve imtisaslarla kuşatılmış bir gönül eri, tecelli-i vahdetle her şeyin silinip-süpürülüp götürüldüğünü ve dört bir yanda hep O’nun bayrağının dalgalandığını duyup zevk eder ki, böyle birinin sahv halindekiler gibi düşünmesi de bir mânâda kendiyle çelişki olur.
Bazıları, ruhun bu seviyede irtifa ve inkişâfına, kalbin kendi derinlikleriyle bedeni kuşatması, bazıları da ruh-u insanın nefha-i ilâhî olmasına bağlı, özündeki güce ulaşması demişlerdir ki; kendini aşmış ve kendi rekorunu kırmış bu seviyedeki bir hak erinin nazarında artık ne arz u sema farklılığı ne de öteler ve burası ayrılığı kalır. Böyle biri beden ve cismâniyetiyle arzda bulunsa da, latîfe-i rabbâniye ve sırrıyla semalar ötesinde; heykeliyle, şekliyle aramızda görünse de ruhuyla hep a’lâ-yı illiyyîndedir.
Evet, o, bütün bütün kalbî ve ruhî hayat ufkuna kilitlendiğinden, artık her zaman vâhidiyet tecellileri içinde ehadiyet cilveleriyle yaşar ve bâtınî hislerinin menfezlerinden sürekli cilve-i vahdeti temâşâ eder; eder de, gayrı Vâhid ü Ehad’den başka hiçbir şey duymaz ve hiçbir şey hissetmez. Önce de ifade edildiği gibi, böyle bir ufku ihraz edince, bazen Muhît’in vüs’at ve ihtişamı, muhâtın da hakâreti, muzmahil ve mütelâşî olması karşısında, mazur görülecek bir iltibasa düşerek: “O’ndan başka bir şey görmüyorum.” veya “Sizin gördükleriniz bütünüyle vehm u hayalden ibarettir.” diyebilir.
Aslında, bir nesnenin var veya yok farz edilmesi, biraz da, o objenin bâtınî duygularla hissedilme şekline bağlıdır. Varlık ve hâdiselerin yorumlanması bütün bütün öteleşmiş bâtınî duyguların imbiklerinde değerlendirilince, zâhirin tesir alanı da daraldıkça daralır; hatta, hak yolcusunun, objeleri tamamen bâtına göre değerlendirmesi ölçüsünde sır ve hafî atlası itibarıyla zâhir onun gözünde bütünüyle silinir gider ve her yanda bâtının bayrağı dalgalanmaya başlar. Artık böyle birinin nazarına yer yer kesret resimleri ilişse de bunlar, hiss-i mârifetin bağrında gelişmiş ve latîfe-i rabbâniyenin halî ve zevkî bir buudu haline gelmiş hiss-i vahdete söz dinletemezler. Dinletemedikleri içindir ki varlığı böyle bir ufuktan temâşâ eden bir hâl eri, zaman zaman, “ أَنَا الْعَبْدُ وَأَنْتَ الْحَقُّ” diyeceğine, iç ihsaslarının tesirinde أَنَا الْحَقُّ ; سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيمِ demesi gerektiği bir yerde de “ سُبْحَانَ مَا أَعْظَمَ شَأْنِي” şeklinde iltibaslı ve muhkemât-ı şeriat nazarında hatarlı beyanlarda bulunabilir.
Usûlü’d-din açısından, diyanetin ruhu ve kul olmanın lâzımı sayılan tevazu ve mahviyete münâfî olması bir yana, aklın zâhir nazarında istiklâl iddiası hissini uyaran bu türlü mülâhazalar, ubudiyetin ruhuna tamamen zıttır ve peygamberlerin talim buyurdukları tevhid telâkkisine de münâfîdir. Hele bir kısım mübtedîlerin, bu kabil sözleri söylemeleri veya bu sözlere dayanarak hulûl ve ittihaddan dem vurmaları bütün bütün İslâm’ın ruhuna aykırı, bedâhet-i akla münâfî ve Kur’ân muhkemâtına da muhalif bir dalâlettir.
Sünnet yolunun yolcuları, her zaman kesret içinde vahdeti müşahede etmiş, Hazreti Zât’ı, kendi sıfât ve esmâ-i hüsnâsı zaviyesinden, mâsivâyı da kendi keyfiyet ve hususiyetleriyle ele almış; Hazreti Hakk’ın müteâl bir varlık olduğunu, izâfî hakikatlerin de O’nun var etmesiyle var olduklarını, kayyûmiyetiyle de devam ettiklerini düşünmüş; her türlü tasavvurda, taakkulde, inançta iltibaslardan uzak durdukları gibi ifadelerinde de ulûhiyet hakikatıyla telifi imkânsız beyanlarda bulunmamışlardır. Evet onlar, ” لَوْلاَ اْلإِعْتِبَارَاتُ لَبَطَلَتِ الْحَقَائِقُ – Eğer izafiyât olmasaydı pek çok nisbî hakikat mâruz-u butlan olurdu.” fehvasınca, her zaman hakâik-ı eşyânın -Hakk’ın ziyâ-i vücudunun gölgesinin gölgesi olsa da- varlığını vurgulamış ve bunun da asla vahdete münâfî olmadığını düşünmüşlerdir.
Hâsılı, gözlerimizle, gönüllerimizle görüp duyduğumuz bütün eşyâ, O’nun kudret ve iradesiyle meydana gelmiş âdetâ bir meşher; küre-i arz canlı-cansız aksesuarıyla, ilim, irade ve kudret tezgahından çıkmış, olabildiğine mükemmel bir dizaynla müşâhidlerin temâşalarına arz edilmiş geniş ve muhteşem bir saray, insanoğlu da bütün bunları tanıyıp değerlendirmeye memur bir vazifelidir. Her yanda görülen bir kesret televvünü; her nesne ve her hareketin özünde duyulup hissedilense bir vahdet ruhudur. Hüşyar gönüller bunu hep böyle bildi Hakk’a yürüdü; ifrat ve tefrite düşenlerse takılıp yollarda kaldı.
اَللّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقّاً وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عِقْدِ النَّبِيِّينَ وَقَائِدِ الرَّكْبِ الْمُرْسَلِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّبينَ الطَّاهِرِينَ أَجْمَعِينَ.
Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen