”Üstad’a rahat soru sorardım. İçindeki o sesin ne olduğunu ve nereden ileri geldiğini sordum. Verdiği cevap çok ilginçti: “Keçeli, bir imanî meseleyi yazdırmaya başladığımda, içimde en az ikiyüz âyet-i kerime, o imanî meselede yer almak için birbiriyle çarpışır!’ dedi.”
Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Altıncı Mektub’un İkinci Mebhas’ında şöyle diyor:
“Bir
insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetleri ayrı ayrı ahlâkı
gösteriyorlar. Mesela büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu
vakit bir şahsiyeti var ki, vakar gerektiriyor, makamın izzetini
muhafaza edecek tavırlar istiyor. Mesela her ziyaretçi için tevazu
göstermek tezellüldür (zillet, küçük düşmedir), makamın değerini
düşürmedir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı
ahlakı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse,
tekebbür (kibirlenme) olur ve hâkeza…
“Demek
bir insanın vazife itibariyle bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî
şahsiyetiyle çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi, o
vazifeye hakiki lâyıksa ve tam kabiliyetli ise, o iki şahsiyeti
birbirine yakın olur. Eğer kabiliyetli değilse, mesela bir nefer bir
müşir (mareşal) makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak
düşer, o neferin şahsî, âdî, küçük hasletleri; makamın iktiza ettiği
âlî, yüksek ahlâkla bağdaşamıyor.
“İşte bu bîçâre kardeşinizde ÜÇ ŞAHSİYET var. Birbirinden çok uzak, hem pek de pek çok uzaktırlar.
“Birincisi:
Kur’an-ı Hakîmin yüce hazinesinin dellalı cihetindeki muvakkat, sırf
Kur’an’a ait bir şahsiyetim var. O dellalığın iktiza ettiği pek yüksek
ahlak var ki, o ahlak benim değil, ben sahip değilim. Belki o makamın
ve o vazifenin gerektirdiği seciyeleridir. Bende bu neviden ne görseniz
benim değil, onunla bana bakmayınız, o makamındır.
“İkinci
Şahsiyet: Ubûdiyet (kulluk) vaktinde, dergâh-ı İlahiyeye müteveccih
olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki, o
şahsiyet bazı eserleri gösteriyor. O eserler, ubudiyetin mânasının esası
olan ‘kusurunu bilmek, fakrını, muhtaçlığını ve âcizliğini anlamak,
tezellül ile dergâh-ı İlahiye iltica etmek’ noktalarından geliyor ki; o
şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu
görüyorum. Bütün dünya beni medhetse ve senâ etse beni inandıramaz ki,
ben iyiyim ve kemâl sahibiyim.
“Üçüncüsü:
Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da
Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyaya, makam
düşkünlüğüne bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan
(Hâşâ!… Fakir ve köylü bir kökeni olabilir ama, aslı hem Hasenî, hem
Hüseynî bir seyyidliktir.) hısset derecesinde bir iktisat ile düşkün ve
pest ahlâklar (Hâşâ!.. Onlar dengeli bir muktesidliktir.) görünüyor.
(Evet onlar, zâhirî görüntülerdir.)
“Ey
kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli, çok
fenalıkları ve fena hallerini söylemeyeceğim. İşte kardeşlerim, ben
istidadlı ve kabiliyetli bir makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim,
dellallık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve eserlerden çok
uzaktır.
“Hem de ‘Hak vergisinde kabiliyet şart
değildir’ (Yani Allah lütuflarda bulunurken, şahsın kabiliyetine
bakmaz.) kaidesince, Cenab-ı Hak, merhametkârâne, kudretini benim
hakkımda böyle göstermiş ki; en ednâ bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en
âlâ bir mareşallik makamı hükmünde olan Kur’an’ın sırlarını anlatma
hizmetinde istihdam ediyor. Yüz binler şükür olsun! Nefis cümleden
sûflî, vazife cümleden âlâ… Hamdolsun Allah’a… Bu Rabbimin fazlı ve
ihsanıdır.” (Yirmi Altıncı Mektup, İkinci Mebhas)
“Mal
benim değil, ben bir DELLAL’ım. Kur’an-ı Hakimin kudsî mağazasından
aldığım elmasları, evvelâ nefsime, sonra müşterilere gösteriyorum. Benim
BAHŞİŞİM de, müşteriden bir DUA’dır. Benim perişan vaziyetime bakıp,
elimdeki elmasa ehemmiyet vermemek haksızlıktır. Çünkü, ‘Elmas benimdir,
satıyorum’ dememişim. Benim gibi müflis bir adam, büyük elmaslara
elbette mâlik değildir. Müşir (Mareşal) makamının emirlerini perişan bir
nefer, ferik (korgenaral) gibi büyüklere tebliğ etse, neferin
küçüklüğüne, perişaniyetine bakıp elindeki emirlere karşı lâkayt kalmak,
ehemmiyet vermemek elbette yanlıştır.
“Fakat
benim fenâ halim ve yanlış tabirlerim ve bozuk niyetlerim (Hâşâ) ve
nefsimin riyâkârâne desiseleriyle (Hâşâ) o elmas misali hakikatlere
kusur gelmiş, noksan olmuş ve onlara perde olmuş ki, onlara lâyık
ehemmiyet vermemeye sebeptir.” (Beşinci Mektub’un neşredilmeyen
bölümlerinden)
Hulusî Ağabey diyor ki: “Yine
bir gün Üstad’ı ziyarete gittim. Normal sohbet ediyorduk. Konuşurken
Doğulu şivesiyle konuşurdu. Tasdik ettiği bir şey için, ‘Belî gardaş!’
derdi. Birden Üstad’ın tavrında bir değişiklik oldu, hemen iki dizinin
üzerine doğruldu. Yanında kâtiplik görevi gören bir iki kişi vardı.
Muvazzaf bir komutan edasıyla onlara kağıt kalem getirip yazmalarını
emretti. Üstad’ın sesi soluğu tamamen değişmişti. Artık fevkalâde akıcı
bir üslupla sert bir şekilde ve mükemmel bir Türkçe’yle konuşuyor ve
konuştuklarını yazdırıyordu. Ben yanı başındaydım. Sanki Üstad’ımın
içinde bir dere çağlıyor da, o deredeki çakıl taşları birbirine çarparak
hoş bir sadâ çıkarıyordu. Hatta bir an için kendimi bir derenin
kenarında hissettim. Yazdıracakları bitince tekrar normal hale döndü.
“Ben
merak etmiştim. Üstad’a rahat soru sorardım. İçindeki o sesin ne
olduğunu ve nereden ileri geldiğini sordum. Verdiği cevap çok ilginçti:
“Keçeli, bir imanî meseleyi yazdırmaya başladığımda, içimde en az ikiyüz
âyet-i kerime, o imanî meselede yer almak için birbiriyle çarpışır!’
dedi.” (İhsan Atasoy, Nur’un Birinci Talebesi Hulusî Yahyagil, 91. S.)
Anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, Kur’an âyetlerinin mânen birer meâli, Kaynak Kur’an-ı Kerim…