S: Tenasüh nedir ve Müslümanlık inançlarına göre doğru mudur?
C: Nesihten gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi manasınadır. Fransızlar, metempsycose derler. Bu anlayışa kail olanlara göre cesetler ruhların kalıplan gibidir; ervah kışla mahiyetindeki kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirir. Onlar çözülünce de daha başkalarına ve derken bir devr-i daim içinde bu beden değiştirmeler sürer gider.
En iptidai cemaatler arasında dahi tenasüh akidesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, milli kültür ve muhit farklılığı itibariyle oda farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenasüh anlayışıyla, Ganj’ın ebediyete meshur insanının tenasüh anlayışı arasında ciddi farklılıklar vardır. O, Atinalı filozofların zengin ve rengin ifadelerinde ise bambaşka bir hüviyet kazanır.
Çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde ise, ruhların muhacereti yeniden ele alındı ve bir inanç haline getirildi. Hususiyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine bir reaksiyon olarak bu türlü hadiselere o kadar ciddi bir inhimak vardır ki, her biraraya gelinişinde, ruhların temessülünden, rehberliklerinden anti-fizik’in fizik’e ve onun kanunlarına tesirinden; hatta bir kısım ruhların ikaz ve irşatlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahsedilmediği an yoktur.
Sadedinde bulunduğumuz soru- cevap mevz6u ne bütün bir tenasüh tarihine, ne de günümüzün metapşisik ve para psişik vakalarını anlatmaya ve aktarmaya yetmeyeceğinden soruda mevzu edilen tenasühün bir iki menşeine işaret ederek asil meseleye geçmek istiyoruz.
Bir kısım çevreler tenasüh akidesinin çok köklü ve kadim olduğu kanaatindedirler. Hatta bunun için bir sürü tarihi üstûreye başvurulmakta, Herodot’un naklettiği çoğu yalan hikâyelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta (Ovide) in eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesnet yapılmağa çalışılmaktadır. Hatta bir kısım kimseler bu ruhlar seyr-u seferinin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp hayvanlara hatta otlara kadar uzayıp gittiği kanaatindedirler. Camkiti-nüma Şarihinin beyanına göre, Tenasühçüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhaceret mecburi yetindedirler. Bir alay ruh insanların bedeninden hayvanlara, ondan nebat âlemine, cansızlara ve madenlere, böylece karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebri bir sevkıyat devam eder durur. Ruhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikaline (nesh), kendine münasip bir hayvan bedenine geçmesine (mesh), ot ve ağaçlara girmesine (resh), madenlere hüluluna ise (fesh) derler.
Bu anlayışta âlem şümul (1) bir ruh telakkisinin kabul edilmesinin tesiri var mıdır? Hulul ve ittihatla (2) alakası ne kadardır? Mevzuyu dağıtmadan hemen arz edeyim ki, bu iki inhiraf etmiş düşüncenin tenasühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta (Taylor) tenasüh anlayışının, ruhun müstekillen bekasıyla çok alakadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlat ve torunların atalarına benzemesini de tenasühle izah’a kalkışmışlardı ki, bugün pekâlâ veraset kanunuyla izah edilebilmektedir.
Tenasüh evvela Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde insanın bunu sezmesi mümkündür. Mısır’dan Hindistan’a ve Yunanistan’a götürülen bu düşünce bir tarafta filozofların sehhar beyanları beri tarafta da Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanının nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönlünün ümit ve tesellisi haline getiriliyordu. Kabalistler tarafından Yahudiliğe ve yahudi marifetiyle de az dahi olsa Hıristiyanlığa ve en nihayet Kelamcıların bütün reddedici gayretlerine rai men bir kısım mutasavvifeye bulaştırılmış oluyordu. Ve her iddiacı ortaya attığı şeyi ispat etmek için bir kısım delillerde getirmektedir. Mesela Kabalistlerin Tevrat’taki (Niobe)nin mermer olmasını ve Hz. Lut’un zevcesinin tozdan bir heykel haline gelmesini, daha sonrakilerin ise, yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi, Hatta hayvanlardaki sevk-i ilahiyi ve nebat âlemindeki baş döndürücü nizam ve ahengi ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabullenecek kadar düşünce sefaletine düşenleri görmek de mümkündür.
Aslında aceleden verilmiş böyle bir hükmü, değil cansızlar ve nebat âlemine tamim insanlık âlemi için bahis mevzu edilişi dahi o kadar tekellüflüdür ki küçük bir idrakle öyle olmayacağı hemen anlaşılıverir.
Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderilik kati olsa bile onların ölçü ve nizamlarının içinde eski den yaşamış tecrübeli ruhların bulunduğunu iddia etmek oldukça gülünç ve o kadar da mesnetsizdir. Vakıa ağaç ve otların birer hayat-ı nebatiyeleri vardır, fakat bu hiçbir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.
Bu kadar umumi araştırmalara rağmen, hiç bir nebattan kendisini idare eden tecrübeli bir insan ruhu’nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabul edilen hiçbir ruh dan da, nebati ve hayvani hayatına dair bir hatıranın tespit edildiği gösterilememiştir. Hâlbuki bu husustaki iddialar arasında eski malumat ve müktesebatın intikali de mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki şu ana kadar bir-iki akıl hastası hezeyanından ve bir-iki sansasyonel haberden başka birşey bilmemekteyiz.
Tevrat’ta mevzu edilen (Niobe)nin mermer ve Hz. Lut’un zevcesi (Etidhe)nin tozdan bir heykel haline gelmesi hiçbir zaman tenasühe delil sayılamaz. Bu hakikaten olmuş ise, ruh kabzedilmiş, cesede de maruz kaldığı belanın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lavlar altında kalan cansız cesetleri gibi taşlaşmış demektir. Nitekim dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei’nin Vezüv’ün püskürttüğü lavlarla bir kül yığını haline gelmesinden asırlarca sonra, yapılan kazılar karşımıza bir süre mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bu gün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz napak cebinlerde (3) utanç ve hacalet dolu bir hayatın insanı kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilahi gazabın eserleri görülmektedir. İbret alınsın diye istikbalin emin sinesine teslim edilen bu etnografik materyali, tenasühle tefsir etmek doğrusu hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almadır.
Tenasüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-u seyahatinden ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye cesetleri de taş haline getirilmiştir.
Mısırda, Yunanda ve Ganj havzasında tenasüh akidesi su-i istimal edilmiş bir ahiret inancına ve beka-i ruh arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne Ahen-Aten’in Mısırında, nede (Pyhagore) ün Yunanistan’ında tahriflerin doğurduğu tenasüh’ü kimse bilmiyordu. Atene göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle semavi bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez ruhu yükseklerdeki (mahkeme-i kübra)ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele (Osiris)in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh şu şekilde hesap verir; “Huzuruna günahsız geldim ve hayatımda rabbanileri (4) hoşnut edecek herşeyi yaptım. Kan dökmedim. Hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk etmedim Zina irtikâbında bulunmadım.” Bunları söyleyen Osiris’in cemaatine katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan cehenneme atılır ve orada zebaniler tarafından parça parça edilir.
Yine Aten dinine ait imani hakikatleri aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: “Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüz görmez. Ey biricik ilah ki, senin kuvvetine kimse malik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdın. İnsanlar ve büyük küçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine layık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarını da sen görürsün.. Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütün gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin..” (A.HİSTORY Of Egypt, 371–376 Prof. Breasted Ter: Ö.R.Doğrul) Hiçbir şey ilave etmeden kaydettiğim şu mülahazalar takriben bundan dört bin sene evvel Mısır’da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.
Yunanda da, haşir ve beka-i ruh akidesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pyhagore, cesetten ayrılan ruhun kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebaniler tarafından parçalanacağını bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesut bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip sonra anlatılanlara bakacak olursak doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir eda ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflatun’un (Cumhuriyet) kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflatun’a göre “Bedenden ayrılan ruh, cismani hayatı büsbütün unutur ve yalnız hakikatin tefekkürüyle meşgul kalır. Bu haliyle o, kendine münasip bir âleme hikmet ve ebediyetle meşbu lahuti bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hatalardan, korkulardan hatta maddi hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan, hâsılı beşer tabiatının gereği olan bütün fenalıklardan azade olarak yüksek bir saadete ve rabbanilerle hemahenk bir hayata nail olur”
Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin akidelerinde tenasühvari şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsulü olmasından şüphe etmemek gerektir.
Semavi bir din olan Hıristiyanlık, bu tahrifle, nasıl Hz. Mesih-i Ulûhiyet tahtına oturtmağa kalktı ki, eğer Kuran’ın ışık tutucu, vuzuh getirici beyanı olmasaydı, Hıristiyanlığa bakışın bir Atenizm ve bir Brahmanizm’den farkı kalmayacaktı, Öylede eski Mısır dinleri, Hind dinleri ve Grek dinleri geçirdiği istihalelerden sonra tanınmaz bir hal aldı ki, tenasüh akidesi de bu tahriflerle yol bulup girmiş dâhillerden sayılabilir.
Mısırda kök salan tenasüh akidesi bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzu olduktan sonra Yunan filozoflarının ve lud dimağlarıyla daha rengin, daha hayali kisvelere bürünerek masallara mevzu ve topyekûn yeryüzünün üstûresi haline geldi.
Bu anlayışın esiri Hintli maddeyi Brahma’nın son tecellisi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telakki etmektedir. Buna mukabil ölümü, beşeri kusurlardan tecerrüt; vecd ve istiğraka yükselmeye vesile olduğundan visal saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan (Ve danta)da ruh Brahma’nın bir cüz’ü bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikal ederek, aslına avdet edeceği ana kadar ızdırapdan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Maksadı olan (marifet-i mukaddese)yi ruh benlikten ve ona ait bütün kötülüklerden sıyrılarak bir nehrin denize koşması gibi, mabut-u mutlaka koşmaya başlar. Vuslat olunca da Budizmin (Nirvana)sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki Budizm’de bir humudet ve…manasına karşılık Brahmanizm‘de bir ruh-u faal vardır.
Tenasüh akidesi daha sonraları yahudiler tarafından da benimsenmiştir. Hayata çok haris, beka-ı ruh’a çok meftun yahudinin haşir akidesini orta dazı kaldırdıktan sonra tenasüh akidesini kabullenmesi kadar normal birşey olamaz. Daha sonra ise Kabalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenasüh ne acıdır ki, Gulat-ı Şia tarafından ehl-i İslam arasına, az dahi olsa girebilmiştir. Tenasühe kail, eski, yeni bütün milletlerde çok ciddi bir fasl-ı müşterek göze çarpmaktadır. O da; hulul ve ittihat (5) Atenizmde Ahen-Aten Brahmanizm’de Brahman Yahudilikte Uzeyr (S) Hıristiyanlıkta H.Mesih (s) ve Gulatı şia’da ise H.Ali (r) hep aynı şey olarak kabul edilmek suretiyle âlem-şümul bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde bileşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifeye böyle bir isnadın yapılması ise tama men haksızlık ve garazdan ibarettir.
Ehl-i Sünnet uleması hadisçisinden fıkıhçısına ondan tefsir ve kelamcısına kadar bu anlayışın İslam’ın ruhuna aykırı olduğunda ittifak halindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencamesiyle haşrolması, sonra imtihan hakikatinin muayyen ferde bakması, muayyen muhatabın kendi sevap veya günahıyla aynı muayyeniyet için hesabı gibi hususlardan ötürü tenasüh akidesini merdud görmüşlerdir.
Bu meseleyi vazihen intikal ettirebilmek için gelecek hususların serd edilmesinde faide mülahaza ediyoruz: Aşağıda anlatılan şeyler muvacehesin de tenasüh akidesini kabul etmek mümkün değildir.
1-Haşir akidesine göre her ferdin hesabı kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre cereyan eder. Buna göre binlerce cesede girmiş çıkmış bir ruh, hangi şahsiyetiyle haşrolacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükafat görecektir..
2-Dünya imtihan için açılmıştır. Bu imtihan da gayba iman esası üzerine cereyan etmektedir. Yaptığı kötülüklerin cezasını aşağı bir mahlûk suretinde yaşayan bir ruh, ikinci bir cesede girme fırsatını bulunca, hem mesele gaybilikten çıkacak; hem de görüp tattığı ızdıraplardan ötürü, muhaceret devr-i daimisini sona erdirecek bir yola girecektir ki, bu da tenasüh’ün ruhuna zıt bir durumdur.
3-Her ferdin mutlak saadete namzet olabilmesi için böyle ızdıraplı bir ruhlar muhacereti kabul edildiği takdirde, İlahi ifade ile her mükellefin yaptığı bütün hayırları göreceği vadi, -hâşâ- kizbe haml edilmesi gerekir. Bu ise Zat-ı Ulûhiyet hakkında muhaldir.
4-Kur’an ve sair semavi kitapların günahlar affedileceğine dair olan beyanları affedilebilmek için ruhların ızdıraplı ve uzun seyahatlerini fuzuli ve manasız görmektedir. Rahmeti sonsuz olana şayeste olan da budur. Bu da, bir sükûnet ve bir atalet olan (Nirvana)sını bu meşakkatli yolculuk tan daha huzur verici bulmuş olacak ki Brahmanizm muzdariplerini daha huzur-bahş saydığı bu ufka davet etmektedir.
Bizde ise affedilmeyecek günah yoktur. Ve Allah (c.c.) tövbe eden herkesin günahının bağışlanacağını vaat etmektedir. Bu hususda günahın azlığına çokluğuna bakılmadığı gibi, son dakikalara kadar günah içinde bulunmasına da bakılmamaktadır. Bütün hayatı isyanla geçmiş bir mücrim, bir tek saatlik nezih hayatiyle Allah’ın rahmetine mazhar olabilir.
5-Keza tenasüh devr- i daimiyle yücelebilmek için uzun ve yorucu seyahat, Cenab-ı Hakk’ın hususi iltifat ve rahmetine zıttır. Zira O istediği zaman eracif içinden aldığı en pes bayağı şeyleri som-altın haline getirir gibi en kıymetli yapar ve bu onun hususi atayasıdır.
6-Peygamberlere uyan kimseler arasında; çok şerli kimselerde bulunuyordu. Bu insanlar uzun bir kirli geçmişten sonra velileri çok geride bırakacak muallâ bir mevkiye yükselmeleri o kadar vakidir ki, aksine fikir be yan etmek imkânsızdır. Böyle bir hamlede ve bir nefhada evci-kemalata yükselmek Allah’ın lütfunu ifade ettiği gibi, terakki için. umumi bir muhaceretin yersizliğine de parmak basmaktadır.
7-Her ceset için ayrı bir ruh kabul etme, kudreti sonsuz olan Allah’ın, sonsuz yaratıcılığına imanın ifadesidir. Bunun yerine bir tabur ruh’u bütün cesetlere sokup çıkarma, kudreti sonsuza acizlik isnadını işmam eder. Bundan başka tenasüh akidesinin la mülayim gelmediği de açıktır:
1-Bir kere, yeryüzünde yaşayan dört milyar insanın hiç olmazsa bir kaç milyonunda başka cesetteki sergüzeşti hayatlarına dair bir kısım emareler bulunmalıydı…
2-Bazı kimselerde, bir kaç kere dünyaya gelip gitmiş olmadan hâsıl umumi bir kültür olmalıydı. Bunun dünya nüfusuna göre binde bir olması dahi ne büyük bir rakama ulaştığı düşünülecek olursa, her yerde böyle bir kaç insanla karşılaşma zarureti kendiliğinden ortaya çıkar. Halbuki nerede..
3-İçinde yaşadığımız toplum da eski bir ruh taşıyan her ferd 3–4 yaşına girer girmez bütün eski müktesebatıyla görünmesi gerekirdi. Şimdiye kadar kaydedilmiş tek vak’a yok gibidir. Bazı dahi ve ilhama mazhar kimselerde bir kısım harikalar görülse bile bu hazır bir malumat’ın kullanılmasından daha çok ya semavi desteklenme veya yüce fetanetin eşya ve hadiseleri kavramasından ibarettir.
Şimdiye kadar bir-iki akıl hastasının hezeyanıyla yine bir-iki gazetenin neşrettiği sansasyonel haberden başka bir cesedin başkasına ait bir ruhla yaşadığını gösterir, müdellel bir şey gösterilmemiştir.
5-Sair canlılarda insani fonksiyonları gösterir herhangi bir emare hissedilmemiştir. Hâlbuki daha evvelki cesette kazanılmış bir kısım evsafı taşıyan ruh ne denli aşağı bir hayat yaşarsa yaşasın, fıtratın sınırlarını zorlayacak bir kısım infialleri olacaktı. Botanik çalışmaları çok ilerlemiş olmasına rağmen tenasühü işmam eder herhangi bir garabete rastlamamıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki, tenasüh akidesi eski (toplumlar) arasında bir inanç inhirafı olarak yaşadığı gibi, günümüzün insanında da habis ruhların aldatmacılığından ve şeytanların bazı bünyelere girip hâkim olmasından başka birşey değildir. Evet, en doğru beyan içinde şeytanın kan damarları içinde dolaştığını kalb ve kafayı tesir altına aldığını görüyor, tenasüh denen hezeyanın iç yüzüne biraz daha muttali olabiliyoruz.
Yoksa tecrübeye dayanmayan akli mesnedi bulunmayan ve hele vahye müstenit olmayan bir hurafeye, yaratılış itibariyle çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez.
İşin doğrusunu o bilir.
(1) Alem-Şümul: Alemi içine alan
(2) Hülul ve İttihad: Girme ve birleşme – uluhiyyetin mahlukata geçişini ve onlarla birleşmesini kabul eden batıl inanış
(3) Cebin: Alın
(4) Rabbaniler: Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk’a vermiş arif-i billah kişiler, ilmi ile amel eden alimler
M.Fethullah Gülen Hocaefendi