Birkaç gün önce bir dostla çay içiyorduk. Bir ara konu ortak bir dostumuza geldi ve şöyle dedi: O şimdilerde daha mutlu çünkü tanrılarını öldürdü.
Ve sordu:
Hepimizin birçok tanrısı yok mu?
Ona bir filmden bahsettim. Yönetmenliğini Rajkumar Hirani’nin yaptığı ve başrolde de Aamir Khan’ın oynadığı 2014 yapımı bir filmden… İzlememişti. Ben anlattıkça heyecanlandı ve merak etti. Mutlaka izleyeceğim dedi.
Filmin ismi PK. Uzaylı, bir insan olarak (Aamir Khan), Rajasthan’daki bir araştırma görevi için çıplak olarak Dünya’ya gelir. Fakat uzay gemisinin uzaktan kumandası bir hırsız tarafından çalınır. Hırsızdan uzaktan kumandasını geri almaya çalışırken uzaktan kumandayı alamaz ama hırsızın kaset kaydedicisini ele geçirir. Uzaylı, kumandanın peşine düşer ve araştırıken sık sık “Sana ancak Tanrı yardım edebilir” ya da “Senin işin Tanrı’ya kalmış” cümlelerini işitir. Bunun sonucunda da Tanrı’ya ulaşıp kendisine kumanda aletini vermesi için yardım etmesini istemeye karar verir. Tanrı neydi? Ve Tanrı neredeydi? Çok dinli bir yer olan Hindistan’da tanrıya ulaşabilmek için bütün mabetlere uğrar ve bir şeyin farkına varır. İnsanlar “yanlış numara” çeviriyorlar ve bu yüzden tanrıya ulaşamıyorlar. Bu yazıda filmi uzun uzadıya anlatarak izlemeyenlerin ağız tadını kaçırmak istemiyorum elbette ama filmin bir yerinde PK karakterinin söylediklerini yazmak istiyorum.
Bir sorum var. Hangi tanrıya inanacağız? Sürekli sadece bir tek tanrı var diyorsunuz. Bense “hayır” diyorum. İki tanrı var. Biri bizi yaradan, diğeri de sizlerin yarattığı… Bizi yaratan hakkında pek bir şey bilmiyorum ama sizin tanrınız küçük, yalancı, hastalıklı, boş vaatler veren, zenginlere öncelik tanıyan, fakirleri sırada bekleten, övüldüğünde mutlu olan, küçük şeylerle insanları korkutan. Doğru tanrının hangisi olduğunu anlamak oldukça basit. Bizi yaratan tanrıya inanın, O’na güvenin. Kendi yarattığınız sahte tanrıları ise yok edin.
Ateistler de dahil olmak üzere dünyadaki herkesin içinde fark etmediği o kadar çok sahte tanrıcık var ki aslında. Bir dağa çıkarak insanlara ‘Sizin taptıklarınız benîm ayağımın altındadır.’ Diye bağıran ve ayaklarını yere vuran Muhyiddin Arabî’nin ne demek istediği dahi vefatından 277 yıl sonra ortaya çıkan altınlarla anlaşılacaktı.
Sadece sana ibadet eder, sadece senden yardım isteriz diye yöneldiğimiz Allah’tan başka tanrılarımız olduğunu ve bu tanrıları birer birer öldürmemiz gerektiğini ne cüretle söylüyorsun diyebilirsiniz. Saygı duyarım. Ben içimdeki putları kırmakla meşgulüm. Ve bu yüzden arada eline balta alarak onları un ufak eden aziz dostlarıma teşekkür ediyorum. Onları kırmadan O’na ulaşabilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ve perdeler diyorum.
Sesine tapıyor kimimiz. Benden güzel bir ses yok diyor, içten içe. Beni duymalı, benden bahsetmeli herkes. Bir yere geldiğimde herkes bana saygı göstermeli. Beni övmeli. Beni yüceltmeli.
Ben, ben, ben… Kalemine tapanlarımız da yok değil. Ben büyük bir yazarım. Ben özelim. Ben bambaşkayım. Ve ‘Tanrı gibi düşün’ diyerek kendisini açıktan açığa tanrılaştıranlar… Kaşına, gözüne tapanlar; boyuna, endamına tapanlar… Makamına, parasına tapanlar; namına, şanına tapanlar… Aslında birçok huzursuzluğun da nüvesi bu tanrılar. Ruhu köleleştiren görünmez urganlar… Ve bu urganları keşfedenlerin icadıdır like’ler , rt’ler, takipçi sayıları… Popüler olma kaygısı ve bu uğurda başvurulun suni polemik denemeleri de birer urgan. Ene’nin yani egonun bize emanet verildiğini unuttuğumuz için başlıyor tüm bu sorunlar. Her şeye gücümüzün yetmediğini, yetemeyeceğini bilmemize rağmen her şey olduğumuz vehmini kulaklarımıza üfleyen o gizli sese dur dememekle başlayacak putları öldürmek.
Alman ebeveynler müsaade etmiyorlar bu tanrıcığın çocuklarda oluşmasına. Bunu gözlemledim. Ağlıyor, çırpınıyor çocuk ve bir şey istiyor. Ama anne baba sert bir şekilde onlara tepkisiz bir şekilde bakıyor. Ta ki yorulana kadar çocuk. Aslında o küçük bedene şunu diyorlar. Sen sınırlı bir irade sahibisin. Her istediğine her zaman ulaşabilirim, ne istersem elde edebilirim ego putunun senin kalbinde yücelmesine müsaade edemeyiz. Ve haddini, sınırını bilen bu çocuklar bu bilinçle yetişe yetişe makamlarının, seslerinin, şöhretlerinin, geçici olabileceği düşüncesiyle ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar diğer insanlara tanrı gibi bakmıyorlar. Bizim toplumsal ve kültürel hayatımız ise maalesef birer tanrı tarlası. Makam arabaları, koltuklar ve suni tapınmalar içinde çevredeki dalkavukluklar. Bir haber sunarak kendini Birand zannedenler mi, birkaç yazı ile Tolstoy’dan bile daha iyi olduğu izlenimini verenler mi? O kadar çok tanrı yetişiyor ki bu çürük tarladan. Saman alevi gibi parlamalar ve sonra hüsran…
Hz. İbrahim : “Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.” (Enbiya Suresi: 57) “Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların en büyüğünü bıraktı: belki ona müracaat ederler diye.” (Enbiya Suresi: 58).
Ve yazıyı Niyazi Mısrinin birkaç beyiti ile bitirmek istiyorum
Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.
Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.
Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
Yunusleyin Niyâzi irfânı arzularsın.
Hizmetten | Gökhan Bozkuş