FİKRET KAPLAN
Birkaç günden beri hep hüzün kaplamış yürekleri…
Ekranlarda, telefonlarda, sosyal medyada hep hüzün var…
Gözler ağlamaktan şişmiş, yüzler kederle kırışmış…
Ülkem depremle yerle bir olmuş… Yüzbinler hala enkaz altında…
Çaresizlik içinde ne yapacağını bilemiyor insan. Uzatamıyor elini… Dokunamıyor enkaza… Hislerini dökemiyor sözcüklere… Yaşanılan acıyı tarif etmeye yetmiyor hiçbir şey… İçteki hüzün daha bir büyüyor, şiddetleniyor.
Birkaç damla yaş akıyor gözlerden…
Yetmiyor ama… Akıyor… Akıyor…
Tam bu sırada Amerika’da yaşayan bir dostun mesajı telefonuma düşüyor… Bir akrabasının hikayesini anlatıyor hüzünle.
Bir anne ve onun ciğerparesi kızı… Baba yok yanlarında. Kim onu kopardı onlardan, o da başka bir hikaye…
Kadıncağız gece yine kızıyla konuşuyor… Hayal, kuruyorlar belki… Belki de yarına ait işleri planlıyorlar. Ama gecenin bir yarısı deprem olacağı akıllarına gelmiyor hiç. Gelmemesi de normal zaten. Bu, kendilerinin son geceleri olacağını nereden bilecekler ki…
Düşünmedikleri, hayal bile etmedikleri bir felaket gece 4 sularında başlarına geliyor. Yer, hiddetle içinde ne varsa fırlatıyor dışarı… Sokağa döküyor on binlerce evi, kağıt gibi yırtıyor yolları.
Enkazın altında kalıyorlar. Saatlerce kimse kaldırmıyor o beton yığınları başlarından. ‘Kimse yok mu, yardım edecek kimse yok mu?’ sesleri havada kalıyor. Dondurucu soğukta donuyor nefesleri…
Sanki çığlıkları ulaşmıyor dışarıya. Ya da feryatların ulaştığı yerde kimse olmuyor. ‘İtibardan tasarruf olmaz!’ diyen insanlar ‘tedbir’den tasarruf yapmış meğer… Yandaş müteahhitleri de demirden, çimentodan, kumdan bayağı bir iktisatta bulunmuş. Belediyeler, ‘tabut’ olsun diye imza atmış projelerine…
Yüzyıllık evler ayakta duruyor da yeni yapılmış siteler kum gibi dökülmüşler ortalığa…
Soğuk bastırdıkça bastırıyor; ama yardım gelmiyor. Kadıncağız enkaz altında inleyen kızına can olmak istiyor… Canından can katmak istiyor ona. Ama elinden bir şey gelmiyor. Bin inliyor, ölüp ölüp diriliyor:
‘Kızım dayan! Dayan biraz daha ne olur! Gelecekler… gelecekler!’
Saatler geçiyor, gelmiyor kimse maalesef…
Bütün imkanlarıyla seferber olup hızla organize olması gereken kurumlar yok ortada… Felaketlere karşı her an acilen arama kurtarma yapması beklenen kuruluşlar da ne yazık ki enkaz altında kalmış…
Çaresizlik içinde yakınlarının kurtarılmasını bekleyen insanlar için en büyük yıkım da bu oluyor… Nerede güvendikleri, bel bağladıkları insanlar.
Kızcağız sıkıştığı yerde titreye titreye sayıklıyor… Anne yüreği dayanır mı buna… Çığlık çığlığa inliyor, kendinden geçiyor…
Gözlerini açtığında, bir battaniyeye sarılı olduğunu görüyor. Fırlıyor yerinden.
- Kızım! Kızım!
- …
- Kızım nerede?
- …
Duymuyor. Uğuldayan kulaklarında anlamsızlaşıyor kelimeler. Yere mahcup mahcup bakan gözlerden anlıyor her şeyi. Şu büyük poşet içine koymuşlar ciğerparesini…
Yerdeki battaniyeyi alıp can havliyle örtüyor üstüne. Sarılıyor kızına sımsıkı:
- Kızım çok üşüdü… Çok!
İnsanın içini parçalayan inlemeleri ortalığı kavuruyor adeta:
Ne olurdu biraz daha erken gelseydiniz! Bir şey yapamadım, elimden kayıp gitti kızım…Ah kızım!.. Kızım!
Sonra eliyle gözyaşlarını siliyor… Kızıma söz verdim ben ağlamayacağım!… Ah kızım nasıl ağlayamayayım ben nasıl?… Nasıl?
İçin parçalanacak da ağlamayacaksın!
Yüreğin kor olup kavrulacak da gözyaşı dökmeyeceksin!
Mümkün mü bu!
Hiç mümkün mü!
Bu feryatlar, soğuk beton blokların arasında onlar gibi daha yüzbinlerce anne ve evladından da yükseliyor arşa…
İşte bak, ileride bir anne daha küçücük bebeğine sımsıkı sarılarak taşlar altında can vermiş…
Bir baba, enkaz altında kurtaramadığı kızının elini sımsıkı tutmuş, iki günden beri orda duruyor…
Bir garip, cenazesini poşete koymuş, motosikletiyle bir yere götürüyor.
İki küçük kız kardeş beton bloklar arasına sıkışmış, gelecek yardımı bekliyor…
‘Dünya, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor, bazen da titriyor… Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezâsıyla, görünürdeki sebepleri tasarrufuna perde ediyor.’ (Sözler)… Amenna! Ama insanların ihmalleri… Başka başka hevesleri on binlerce insana el uzatılmayı engelliyor… Zaman uzadıkça şu kadıncağızın evladına ulaşma imkanı yok oluyor…
Ne olursa olsun, nerede, hangi şartlarda olursa olsun şu kadıncağız ve onun gibi milyonların imdadına ses verme zamanı…
Peygamber Efendimiz’in (sav) gördüğü onca sıkıntı ve zulme rağmen Mekke’de yaşanan kıtlığa himmetiyle ve teşvikiyle icabet etmesi gibi ülkemize el uzatma günü bugün…
‘Cenab-ı Hakk’a el açıp ülkemizi ve tüm insanlığı her türlü felaketten muhafaza buyurması için dua etmenin yanında… Karda-kışta evsiz, barksız kalan, her türlü yardıma muhtaç depremzede kardeşlerimize bir seferberlik ruhuyla sahip çıkma zamanı şimdi…’
Yine eskisi gibi… İmkanları iyi değerlendirip onlara hem maddi hem de manevi destek olacağımız zamanı acilen bekliyor o insanlar. Sadece onlar da değil, dünyanın dört bir tarafındaki mağdurlar tekrar o eski günlerdeki gibi fedakarlıkla, diğergamlıkla, şefkatla coşacağımız günleri gözlüyor.
Bir zamanlar, açlıkla kırılan İrlanda’ya yardım gemileri sevk eden… Bosna’dan, Kore’ye kadar dünyanın dört bir tarafına hayır elini uzatan bir ülke bu kadar aciz kalmamalı. Elinde yardım poşetleri, kumanyalar… kurban etleri kapı kapı dolaşıp gönülleri mest eden güzel insanların olduğu topraklar bu hale gelmemeliydi…
Cömertlikte, yardımseverlikte bir zamanlar en önde bayrağı dalgalandıran bir diyardı bizim ülkemiz… ‘Yemeyip yediren, giymeyip giydiren… ‘yaşatmıyorsam, yaşamanın ne anlamı olabilir ki!’ diyen fedakâr, hasbi insanların olduğu Anadolu…
Dünyanın neresinde olursa olsun, mazlumların, mağdurların imdadına koşuluyordu… İnsanî duygularla yapılıyordu bütün bunlar, hümanizm mülahazasına bağlı olarak her tarafa uzatılıyordu eller… Din ayırımı gözetilmeden, meşrep ayırımı gözetilmeden, mizaç ayrılığı gözetilmeden…
Hasılı, hala en kaz altında ve üstünde olan aç, susuz, yardıma muhtaç bebeklere, çocuklara… Yaşlılara… Kadınlara… Hastalara… Ailelere iyilik elini uzatmak için geri durmayalım… Her inancın üstünde en büyük insani sorumluluktur bu.