Sonsuz Nur’un Dilindeki İksir | MEHMET YILDIZ

Yazar Mehmet Yıldız

Bilemedik senin kıymetini. Hissedemedik senin cömertliğini. Halbuki sen Hak’tan bize gelen en büyük hediye idin. Ceste ceste gelmiştin, aheste aheste inmiştin.

İklim bahardı. Yağmurlar nisan yağmurlarıydı. Toprağın bağrındaki tohumlar ruşeym vermek için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Suların çağıldamasında ayrı bir ahenk vardı.

Sanki göklerden gelen ilahî mesajla yerdekiler mest oluyorlardı.

Bu kutsi mesaj, ter ü taze turfanda meyveler, sebzeler misali, güzelliğiyle gözleri okşuyor, desenleri ile şairlere ilham oluyordu. Kuzuların meleyişinde, kuşların ötüşünde, bebeklerin gülüşünde bir muştunun izleri görünüyordu.

Asırlardır çorak topraklar misali, gönüller susuzluğun girdabında kıvranıyor, umutsuzluğun derelerinde yol bulmaya çalışıyor, karanlığın dehlizlerinde ruhlarını aydınlatacak menfezler arıyorlardı. Bakışlar solgun, düşünceler bitkin, ifadeler fersiz, beşeriyet ise Rehbersizdi. Oksijensiz kalan bedenler, nasıl pörsüyorsa, sahipsiz kalan ruhlar da boşluğa düşmüş gibi bir hal alıyordu. Sorular cevapsız, hayatlar tutarsız, bencilleşmiş dimağlar da arsızlaşıyordu.

Cehaletin oluşturduğu karanlık bu kadar mı koyu olurdu? Samimi olunacak, dertlerini paylaşacak, konuşunca kalbindeki yaralara merhem olacak birilerini bulmak neredeyse mümkün değildi o günlerde.

Dönemin gün görmüş bilgelerinin mesajlarında, hanif ruhunu taşıyan hatiplerin dillerinde, gönüllerinde, ufuklarında yer yer şimşekler çakıyordu ardı ardına. Gelmesi yakındır diyorlardı.

Gecenin en karanlık anı, aydınlığın başlama zamanıdır. Güneşin doğacağını, gündüzün ayak izlerini, bülbüllerin yanık nağmelerini, seher vaktinden önce fark edenler yok değildi.

Kuss b. Saide, Varaka b. Nevfel, Zeyd b. Amr gibi havadaki nemden yağmurun geleceğini, şafak vaktinde, ressamın gökyüzünde çizdiği resmin renginden, tonundan, desenlerin nahif çizgilerinden, bir müjdecinin geleceğini çıkartanlar yok değildi. Azdı ama vardı ve bekliyorlardı.

Akıllar küllenmiş, ruhlar çölleşmiş, duygular da dumura uğramıştı. Cemiyet, istikametini kaybetmiş, vicdanlar tefessüh etmiş, çaresiz nesiller hayatın acımasız çarkları arasında umutlarını günbegün yitirmişlerdi.

Kulakların zarını farklı titreyişle titreten bir ses yankılandı Mekke sokaklarına, nur dağından, Hira mağarasından. “Oku” diyordu kutsi bir ses. “Oku, seni yaratan Rabbinin adıyla oku”, “Ben okuma bilmem” diyordu bütün insanlığın rehberi olacak Peygamber (s.a.v). Zaman durmuştu o an sanki. Gökte bütün melekler bu âna şahitlik etmek için dikkat kesilmişlerdi. Son kitabın ilk ayeti, bütün kâinatta yankılanıverdi. Kürsi lerzeye geldi. Arş titredi. Hira’dan koşa koşa, nefes nefese evine vardı Allah Resulü (sav). Titriyordu. Onun bu halini gören mübarek eşi Hatice validemiz korktu. Neler olduğunu öğrenmeye çalıştı. Ama Allah Resulü sadece “Beni örtün” diyebildi.

Kâinatın ağırlığınca bir yük binmişti omuzlarına. O titredikçe, yeryüzü aydınlanıyordu belki de.

Kâinatın Efendisi örtünün altında titrerken, Cibril-i Emîn yine geldi yeni ayetlerle.

“Ey örtüye bürünen! 

Kalk ve uyar! 

Ve Rabbinin eşsiz ve nihayetsiz büyüklüğünü ilan et! 

Elbiseni de (her türlü kirden) temizle!” (Müddessir, 1-4)

Aksiyona geç, misyonun çok büyük, vizyonun ise önemli mi önemli. 

(Vazife yapacak irşad erlerinin, dikkat etmesi gereken üç önemli nokta.)

Vazife çok büyüktü. Heyecan doruktaydı. Kutsi bir hamûlenin ağırlığını omuzlarında hissediyordu Kâinatın Efendisi. (sav)

Bu yükün kaldırılmasına katkı sağlayacak samimiler aranıyordu. Hz İsa’nın havarilerine dediği gibi “kimdir benim yardımcılarım? Bizler Allah‘ın yardımcılarıyız dediler.” Sahip çıktılar. Temiz ruhlar da, Efendimizin(sav) çağrısına kulak verdiler, hayatları ile sahip çıktılar. Bu tertemiz pınara koşup, susamış gönüllerin susuzluğunu giderdiler. Bu sayede zarar görmüş, kırılmış duygular canlandı, akıllar istikametini buldu, yeni yeni sentez ve analizlerle en doğru yolu buldu.

Kur’an, ruhları cezbediyordu. Her bir ayet, akıl, kalp ve ruhlardaki düğümleri tek tek çözüyordu. Tertemiz iklimiyle, kirlenmiş benlikleri temizliyordu. Göz pınarları çağlayana dönüşmüş, dillerdeki düğümler çözülmüş, çöller vahalara kavuşmuş, her varlık kendince bahar esintilerini iliklerine kadar hissediyordu.

Efendimizin (sav) dilindeki o kutsi mesajda nasıl bir özellik vardı ki, bir anda kalplerde heyecan, ruhlarda ihtizaz meydana getiriyor, gönüllerini de mamur edip gülistana dönüştürüyordu.

Kur’an ile gönüller huzura kavuştu. Evler güzel bir mektep oldu. O girdiği her mekânı aydınlatan ezeli bir nurdu. Onunla, hoyratlaşmış nice fıtratlar, bir anda sükûnete eriyordu.

“Ömer geliyor” dendiğinde korkularından uyuyakalan Mekke’nin çocukları, nereden bileceklerdi ki, Kur’an’ın ikliminde, Kâinatın İftihar tablosunun şefkatli atmosferinde, buzları eriyecek, maddenin kasvetli ağırlıklarından kurtulacak, maddeten eriyecek ama manada abide haline gelecekti.

Eski Ömer eskide kaldı ama artık yepyeni bir Hz Ömer (ra) vardı. İncelerden ince, rakik mi rakik bir gönlü vardı. Meleklerin gıpta ettiği bir konuma ulaşmıştı. Derin bir mesuliyet şuuru vardı.

Halife Ömer (r.a.), gecenin bir vaktinde, yakın dostu Hz. Abbas’la, Medine sokaklarında teftiş maksatlı yürürlerken çocukların feryatlarını duyacak ve hemen imdatlarına yetişeceklerdi. Günlerdir aç olan yavrularına büyük anneleri ateşin üstüne, boş bir tencereye taşları koyup avuturken, “Ah Ömer, ah Ömer, madem bizim ihtiyacımızı göremeyecektin, niye halife oldun?” diyordu. Halife Hz Ömer (ra), bu sesle irkiliyor ve o yuvanın makûs talihini hayra çeviriyordu.

(İsteyenler için Mehmet Âkif’in “kocakarı ile Ömer” isimli şiiri ile ilgili videonun linkini buraya bırakıyorum.)

O Ömer ki Kabe’nin örtüsünün arkasında, ilk defa Kâinatın Efendisinden dinlediği Kur’an, onun dünyasından küfür surlarını söküp atmıştı. Kalbi, ruhu, kanatlanıvermiş ve birkaç gün sonra Kur’an’ın tatlı ikliminde, Ta-ha suresinin izinde, İbn-i Erkam’ın evinde huzura eriyordu. Sonra da Efendimiz (s.a.v)’in huzurunda “Hâlâ teslim olmayacak mısın ya Ömer” sesi ile eriyip gitmişti. Sonra o anki halini, “Kendimi onun kucağına salıverdim, içimden simsiyah bir şeylerin çıktığını gördüm. Kalbime nurların aktığına şahit oldum” diyerek tasvir etmişti.

O gün öyleydi. Binler, yüz binler, milyonlar, Kur’an’a ve onun iklimine sığınıyorlardı ve ebedi kurtuluşun mührü vuruluyordu ruhlarına.

O gün öyleydi de bugün nasıl acaba? Kur’an’ın aynı cazibesi devam ediyor mu?

14 asır evvel güneş nasılsa bugün de öyle. Toprak nasılsa bugün de aynı. Hava, oksijen nasılsa bugün de aynı. Öyleyse Kur’an’da da bir değişiklik yok. Aynı özellik aynı cazibedarlık devam ediyor.

Hz Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İslamiyet güneş gibidir. Üflemekle sönmez. Gündüz gibidir. Göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, sadece kendine gece yapar.” Kur’an sönmez ve söndürülemez bir güneştir.

Yıllar önce öğretmenlik yaptığım güzel bir okulda yurtdışından ülkemizde görevli bir bürokratın kızı öğrencimizdi. Türkçeyi çok az biliyor, fakat benim dersime girmeye mecbur olmamasına rağmen her derse geliyordu. Gözlerinde bir ışıltı görüyordum.

Bir konuyu anlatırken, nereden aklıma geldiyse ona bir soru sordum. “Sizin dininizde, kitabınızda bununla alakalı bir husus var mı?” Hemen çantasından incili çıkartmış, sayfasını bulmuş, oradan bize o konuyla ilgili bir bölüm okuyuvermişti. Tabii öğrencilerimiz bu olaydan etkilendiler ve “Hocam, haftaya biz de Kur’an-ı Kerim’i getirelim” dediler. “Tabii ki” dedim. Bir öğrencimiz de “Hocam bize haftaya kadar bir ödev verir misiniz Kur’an ‘dan? Öyle gelelim” diye teklif edince, sınıfın hepsi kabul etmişti bu teklifi. Ben de konumuzla ilgili Kıyame suresini ki, (40 âyettir 1,5 sahife), üçer defa okumalarını ve deftere sadece en çok dikkatlerini çeken üçer ayet yazmalarını istemiştim.

Bir hafta sonra heyecan doruktaydı sınıfta. İlk önce ödevlere bakıldı. O gün, yüzler, gözler farklı idi. Çok etkilenmişlerdi bu sureden. Bilhassa üç, dört ve onuncu ayetlerden, çoğunluğu ise 28 ila 32. ayetlerin tesirinde kalmışlardı. Bir kısmı da 36. ve 40. ayetler arasını yazmışlardı. Sonucu merak ediyordum. Kaç öğrenci olduğunu hatırlamıyorum ama üç beş öğrenci gözleri dolu dolu “Hocam biz bu ayetleri okuduktan sonra namaz kılmaya karar verdik. Kalplerimiz ürperdi. Bilhassa 28. ile 32. ayetler bizi farklı bir noktaya götürdü” demişlerdi.

Kur’an gerçekten çok canlıdır. Ona kim özen gösterirse, Kur’an da ona özen gösterir. O dertlere devadır. Ruhlara şifadır. Akıllara yol gösterir. Duygulara istikamet kazandırır. Çünkü o ezel ve ebed sultanının ezeli ve ebedi kelamı Kur’an-ı Kerimdir, Kur’an-ı Hakimdir. O, sevgi ile yaklaşanlara, kendisini sevdiğinden gelen bir mektup gibi okuyanlara, senden istifade etmeye geldim diyenlere bağrını açar, sırlarını ve sınırlarını açar.

Kuran bir deryadır. Ancak gavvâs (dalgıç) olanlar, inci mercanlara ulaşacaklardır. Maalesef birileri de kapısından içeriye girmedikleri sarayın içindeki güzelliklerden mahrum olacaklardır.

Ya Rabbi! Bizleri Kur’an-ı Kerim’den istifadeye mazhar kıl ve buna bizleri muvaffak eyle. Âmin

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy