Evin zilini çaldığında içeriden yükselen sevinç çığlıkları kaybolmak üzere olan enerjisini geri getirmiş gibiydi. Sırtını dikleştirdi ve gözlerini kapıya dikti. Anahtarın çevrilirken çıkardığı sesi dinledi sonra da sessizce açılan kapının eşiğinde yüzünden adeta taşar gibi duran gülümsemesiyle küçük oğlunu gördü. Birden boynuna sarılan oğlu az daha geriye düşmesine sebebiyet verecekti. Kendini toparladı; ellerindeki poşetleri tek elinde toplayıp oğlunu sırtından tutarak girdi içeriye. Günün yorgunluğu hafiflemişti birden. Elindekileri alan kızına minnetle baktı ve teşekkür etti.
Pencerenin yanındaki koltuğa çökercesine oturdu. Bir iki derin nefes alıp verdikten sonra telefonunu elinde evirip çevirmeye başladı. Gözleri pencereden dışarıya kayıyor ve rüzgarda hafifçe sağa sola sallanan dalların ahengine dalıp gidiyordu. Telefonu ondan kurtulmaya çalışır gibi sehpanın üzerine bıraktı. Derin bir nefes daha alıp havayı bir müddet ciğerlerinde tuttuktan sonra bıraktı. Diğer odadan gelen kavga sesine kulak kabarttı. Kızla oğlan yine birbirlerine girmişti. Oralı olmadı. Tekrar dışarıyı seyretmeye başladı. Telefonun sehpada olduğunu unutmaya çalışıyor gibiydi. Birden sehpadan gelen cızırtı sesiyle kendine geldi. Telefonun ekranı aydınlanmış ve bir mesaj geldiğini haber vermişti. Ayaklarının pencerenin pervazına uzattı. Telefonu almamakta kararlıydı. Bir defa daha cızırdadı telefon. Yeni gelen bir şey yoktu. Eski mesajı hatırlatıyordu bu akıllı alet. Aldırmadı. Başını geriye doğru yaslayıp uyku pozisyonu aldı.
Onu gören birisi kesinlikle uyuduğuna hükmedebilirdi. Gözleri kapanmış, geriye kaykılmış ve ayaklarını pervaza rahat bir şekilde uzatmıştı. Ama kafasının içi vızır vızır çalışan arıların istilasına uğramış gibiydi. Binlerce düşünce bir anda beynine hücum etmişti. Kafasındaki keşmekeş hızla büyümeye başladı. Bir düzen sağlayamıyordu. Bu arada bir çok hatıra da karanlık dehlizlerden sökün edip geliyor kısa bir süre zihninde misafir olduktan sonra birden yokluğa gidiveriyordu. Ayaklarını indirip sırtını dikleştirerek oturdu. Bir müddet daha dışarıyı seyrettikten sonra telefonu eline aldı. Sanal dünyada kısa bir gezinti onu rahatlatabilirdi. Ekrana dokunduğunda mesaj bildirimini gördü tekrar. Özcan’dı mesajı atan. Üzerine tıklayıp açtı. Mesaj muhtevası oldukça kısaydı. “Kartvizit detayını görmek için lütfen tıklayınız.” Kaydet tuşuna basarak ismi kaydetti. Bugün parkta gördüğü Bahadır’ın numarasıydı gelen. İç sıkıntısının arttığını hissetti. Onu görünce ilk defa yüreğinin ezildiğine şahit olmuştu. Arkasından bir elin kendini ona doğru ittiğini hissetmiş ve ani bir kararla oradan hızla uzaklaşmıştı. Bu olayın etkisinden kurtulmaya çalışırken gelen bu mesaj sırtından bir terin boşanmasına sebep olmuştu.
Gözünün önünde oynaşan dallar dikkatini çekmiyordu artık. Bahçenin bir ucunda bir konser verir gibi durmadan öten kuşa da kayıtsızdı. Ürkek bir şekilde telaşlı adımlarla bahçeyi boydan boya katedip çitin arkasında kaybolan tavşana da. Aklında biraz önce telefonuna numarasını ve ismini kaydettiği kişi vardı. Tam yedi senedir selam vermediği, gittiği yoldan gitmediği, ondan gelen selamlara mukabele etmediği, özlemediği, sevincine ortak olmadığı, üzüntüsünü paylaşmadığı, halini sormadığı, merak bile etmediği arkadaşı. Bugün parkta gördüklerinden sonra şimdi bir mesajla gelen kartvizit onu allak bullak etmişti. Kafasını ellerinin arasına aldı. Gözlerini acıtırcasına oğuşturdu. Ne zaman sıkıntılı bir hale girse kaşınmaya başlayan ellerini koltuğun kenarına sürtmeye başladı. Zordu be! Aslında yedi senedir yapmadım dediği ne varsa hepsini yaptığını kabul etmek çok zordu. Özlemişti. Merak etmişti. Hal hatır sormayı, kollarını sarıp sırtını kütürdetmeyi, gülümsemesini, kinayeli konuşmalarını, yemek yerken kan ter için kalışını, zarafetini, bir şey anlatırken adeta boğulur gibi olmasını, heyecanını özlemişti. Terfi aldığında onun kadar sevindiğini hatırladı. Hasta olduğunda üzüntüden iştahının kaçtığını. Özlediğini ille de özlediğini kendine itiraf etmek zorunda kalmıştı.
Aynı şehirde yaşıyorlar, aynı düğünlere katılıyorlar, aynı davetlerde boy gösteriyorlar ama birbirlerini görmezden geliyorlardı. Yok saymak ne ağır bir cezaydı birisi için. Yok sayılmak da öyle. Karşılaşmamak için köşe bucak kaçışları geldi aklına. Bir kere bile “Sen de selam söyle Özcan.” demedi. Özcan getirdiği selama kendi mukabele ederdi. Bu ilgisizliği ile seni görmüyorum mesajı verir kendince mutlu olurdu. Ama bugün onu parkta bir bankta oturmuş derin düşüncelere dalmış görünce bütün mukavemetinin kaybolduğunu hissetmişti.
Sehpanın üzerindeki telefonunu alıp ayağa kalktı. Bahçeye çıkıp bir ağacın gölgesine sığındı. İkindi güneşinin uzattığı gölgede bile hava oldukça bunaltıcıydı. Bahadır’ı aramaya karar vermişti. Evde konuşunca sanki bütün dünya konuşmasına şahit olacakmış gibi hissettiğinden olsa gerek bahçeye çıkmıştı. Derin bir nefes daha aldı. Sıklaşmıştı bu durum. Telefonu elinde ter içinde kalmıştı. Ekrana dokunup açtı. Rehberine girip ismi buldu. Tam arama tuşuna tuşuna basacakken rehberindeki isim ekranında belirdi ve telefonu çalmaya başladı. Özcan ona da bir kartvizit göndermişti anlaşılan. Durdu birden. Parmağı mütereddit bir şekilde ekranın üzerinde duruyordu. Gelecek komutu yerine getirmeye hazırdı. Parmağını ekrana yapıştırıp yavaşça yukarıya doğru kaydırdı.
Yıllar öncesinin aynı heyecan ve neşesini taşıyan bu sesi duymak bir anda öyle iyi gelmişti ki sıcağın verdiği bunalma hissi bile kaybolmuştu. Sesine bir kırgınlık yansıyacak diye telaşlandı ama korkusunun yersiz olduğunu konuşmaya başlayınca anladı. Aynı neşeyle cevap verdi. Sanki dün ayrılmış gibiydiler. Bunca yılın verdiği acılardan sonra kaldığı yerden hiç bitmemiş gibi devam etmeleri şaşırtıcıydı. “Seni gördüm.” dedi. “Ben de” diye mukabele etti Bahadır. “Neden küstüğümü bile hatırlamıyorum.” diye devam etti. “Ben de” diye cevap verdi. “Özcan selamını getirir bunu senin özür dileme çaban olarak görür sevinirdim.” dedi mahcup bir şekilde. “Ben de” dedi Bahadır “ama ben sana hiç selam göndermedim ki!” Nasıl olur? Özcan neredeyse her hafta bir selam getirirdi Bahadır’dan. Demek ki göndermediği halde onun selamını da Bahadır’a götürüyormuş. Kısa bir kahkaha çıktı ikisinin de ağzından. Özcan ne güzel bir oyun etmişti. “Çay demliyorum” dedi Bahadır. “Geliyorum.” diye mukabele ederken bahçe kapısından eve girmişti bile. Derin bir nefes aldı. Kısa bir sessizlikten sonra artık üzerinden attığı görmezden gelme huyunun acılarını, hasretini, pişmanlığını, sevincini, merakını, heyecanını, sevgisini iki kelimeye yükleyip gönderdi. “Seni gördüm!” Gözünde biriken yaşa, burnunun direğinin sızlamasına direndi. Hıçkırığını tuttu. Bahadır’ın buğulanan sesinden aynı durumda olduğu anlaşılıyordu. “Ben de” dedi “ben de seni gördüm.”
Kaynak: Mehmet Karadayı | cizlavet.com