Sahile Vuran Yıldızlar | Musa Uyar

Yazar Hizmetten
web

Ben Melih… Sabahın erken saatlerinde odamın penceresinden İstanbul’un gri bulutlarını seyrederken, içimdeki hüznü kelimelere dökmeye çalışıyorum. On yedi yaşındayım. Bu kalabalık şehirde yolunu arayan binlerce gençten sadece biriyim. Benim gibi birçok gencin yaşadığı içsel çalkantıları, çelişkileri ve nihayetinde bulduğumuz umudu sizinle paylaşmak; kayıp neslin sessiz çığlığına ses olmak için yazıyorum.

İstanbul’un eski bir mahallesinde, üç katlı mütevazi bir apartman dairesinde ailemle yaşıyorum. Dışarıdan bakıldığında “örnek bir dindar aile” gibi görünebiliriz. Ama gerçekten öyle miyiz? Bu sorunun cevabını yıllar içinde kendime sormaya, içten içe aramaya başladım…

Çocukken arkadaşlarımla camiye gider, yaz Kur’an kurslarında sureler ezberlerdik. Her şey basit ve güzeldi. Ama lise yıllarına geldiğimizde içimizde sorular belirmeye başladı. Bir gün arkadaşım Yusuf, “Melih, eğer Allah merhametliyse, neden çocuklar açlıktan ölüyor?” diye sordu. Donup kaldım. Söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Evet, biz inanıyorduk… Ama yaşadıklarımız, inancımızla örtüşmeyen bir başka gerçeği gösteriyordu. 

İnancımla yaşadıklarım arasındaki uçurum, beni her geçen gün biraz daha karanlığın içine çekiyordu. Etrafımdaki herkes mutlu ve huzurlu görünürken, ben içimde dinmek bilmeyen bir fırtınayla savaşıyordum. Bu savaşın ortasında, aklımı kurcalayan sorular her geçen gün çoğalıyordu:

Allah gerçekten var mı? 

İnancı, bu kadar adaletsizlik ve tezatla nasıl bağdaştırabilirim?

Her şey neden bu kadar karmaşık? 

Bunlar sadece sorular değil, aynı zamanda bir yüktü. İçimdeki boşluğu her geçen gün daha fazla hissediyorum. Bazen bu sorularla yaşamanın bana ne kadar zor geldiğini düşünüyor, kendimi bir bataklıkta gibi hissediyordum; her çaba, her dua, her sorgulama beni biraz daha içine çekiyordu. 

Üniversiteye başlayan birçok arkadaşım, ailelerinin ve çevrelerinin onlara öğrettiği değerleri sorgulamaya başladı. Adeta dalga dalga yayılan bir inanç krizi yaşanıyordu. Düne kadar yanımda saf tutan Ahmet, deist olduğunu söylüyordu. Hatice, artık ateist olduğunu, Tanrı’ya inanmanın gereksiz olduğunu düşünüyordu. Peki, neden böyle oluyordu?

Sorguladım, düşündüm ve fark ettim ki; dinin özünden uzaklaşanların, onu bir güç aracı olarak kullanarak nasıl sömürdüklerini gördükçe, gençler inançtan soğuyordu. Adaletsizliğin ve zulmün kol gezdiği, zalimlerin din adına konuştuğu ve insanların inançlarının istismar edilerek manipüle edildiği bir ortamda, saf ve temiz bir inancı korumak gerçekten zordu.

Ancak bir yandan da ben kendi içsel dünyamla mücadele ediyordum. Ne yapmam gerektiğini, nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum. Kafamdaki onlarca soruyla boğuşurken, başkalarına yardım etmek, onlara bir şeyler göstermek gibi bir düşüncem bile yoktu. Kendimi toparlamak için çaba sarf ederken, başkalarına nasıl yardımcı olabilirdim?

Zamanla fark ettim ki, yardım etmek ve başkalarıyla dayanışmak, aslında bana da iyi geliyordu. İçsel sıkıntılarımı, ne kadar zorlandığımı paylaşmaya başladıkça, kendi sorunlarımın çözümünü de yavaş yavaş bulmaya başladım. Faruk, Ali ve diğer arkadaşlarım da aynı fırtınalarda savruluyorlardı. Birbirimize tutunmak, birlikte yürümek ve yalnız olmadığımızı hissetmek… İşte bu, karanlığın içinde parlayan bir umut ışığıydı bizim için.

web

İşte bu çelişkiler labirentinde kaybolmuşken, Mehmet çıktı karşıma. Bizden biraz daha büyüktü ama düşünceleri, tavırları ve bilgisiyle bambaşka bir insandı. Ailesi de öyleydi… Bir akşam, onlara yemeğe gitmiştik. Ailecek sohbet ediyorlardı, gülüyorlardı. Herkes rahatça fikrini söylüyordu. Böyle bir ortamda büyüyen Mehmet, özgüvenli ve merhametliydi. 

Mehmet’in yardımseverliği ve içtenliği, bizi ona yakın hissettiriyordu. Faruk, Ali ve ben zaman zaman içimizdeki soruları, kafamızdaki çalkantıları ona açıyorduk. O da bizi sabırla dinler, cevap vermeye çalışırdı. Ancak bazı sorularımıza cevap bulmakta zorlandığında, ‘Bu konuları biraz daha derinlemesine konuşabileceğiniz biri var,’ diyerek bizi Doktor Fatih Abi’yle tanıştırmayı önerdi. O an içimizde bir şeyler kıpırdadı… Sanki karanlık bir tünelde, uzaklarda bir ışık beliriyor gibiydi. Acaba yeni bir yol, yeni bir bakış açısı bizi bekliyor olabilir miydi?

Mehmet, bizi bir gün Doktor Fatih Abi’yle tanıştırdı. İlk tanıştığımızda biraz çekinmiştik; ama zamanla onun sadece konuşan değil, gerçekten dinleyen, anlayan ve yol gösteren biri olduğunu fark ettik. O gün, sadece bir sohbet değil, bir yolculuk başlamıştı bizim için. Belki hâlâ tüm cevaplara sahip değildik, ama artık yalnız olmadığımızı biliyorduk.

Fatih Abi bir kalp cerrahıydı, ama asıl uzmanlığı kırık kalpleri onarmaktı. Onunla Risale-i Nur sohbetlerinde buluştuk; Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tevhid delilleri üzerine yaptığı konuşmaları birlikte dinledik. Hocaefendi, çağımızın önde gelen İslam düşünürlerinden biriydi; tevhid, haşir ve hoşgörü temalı eserleri bizde derin izler bıraktı.

Haşir Risalesi, ölümü ve ahireti anlamamıza kapı araladı: “Toprak altındaki bir tohum nasıl dirilirse, insan da öyle dirilecek,” diyordu.

Tevhid üzerine dinlediğimiz sohbetler ise kalbimizdeki iman tohumlarını  yeşertti. Artık dünyaya farklı gözlerle bakıyorduk. Yağmur damlalarında, rüzgarın serinliğinde, güneşin doğuşundaki ahenkte O’nun sanatını görüyorduk. “Her zerre O’nu zikreder,” sözü adeta ruhumuza kazındı. Kalplerimiz iman nuruyla dolarken, sanki karanlık bir mağaradan çıkıp aydınlığa kavuşmuştuk.

Bu aydınlanma sürecinde, inanç krizimize sebep olan asıl etkeni de daha net görmeye başladık: Dinin özünden uzaklaşan, onu bir güç ve çıkar aracı olarak kullananların ikiyüzlülüğü. Onlar dine değil, çıkarlarına inanıyorlardı. Din adına konuştuklarında ağızlarından adalet değil öfke, merhamet değil kin dökülüyordu. Zulümlerini “cihad”, yolsuzluklarını “hayır hizmeti”, riyakârlıklarını ise “hikmet” olarak pazarlıyorlardı.

Gençler, bu çarpık temsilleri gördükçe dinden değil; onların temsil ettiği sahte dinden soğuyordu. Çünkü İslam’ın özünde sevgi vardı, adalet vardı, hikmet vardı, tevazu vardı. Ama onların din anlayışında kibir vardı, öfke vardı, çıkar vardı, zulüm vardı. İnancı temsil etmeleri gerekenler, inancı tahrif etmişti. Bu gerçeği fark ettiğimizde, ilk kez “İnancı terk etmek yerine, onu doğru kaynaklardan tanımamız gerekiyor” demeye başladık.

Fatih Abi, sadece dini bilgisi olan biri değildi; aynı zamanda sanata düşkün, müzikle yakından ilgilenen bir entelektüeldi. Bir gün, eski bir plak dinletisinin ardından, “Sanat, kalbin gıdasıdır çocuklar” demişti. “İnanç, kuru kuruya yasaklar ve korkular üzerine inşa edilmez. Kalbiniz güzelliği hissetmeli ki, imanınız sadece bir yük değil; aynı zamanda bir huzur kaynağı olsun.” 

Bizi bir klasik müzik konserine götürdüğünde, önce yadırgadık. Ama sahnede yükselen melodiler arasında ruhumuzun derinliklerine doğru bir yolculuğa çıktık. O an anladım: İman, sadece bir itaat değil; bir estetik duyuş, bir iç ahenk meselesiydi.

Faruk ve Ali’nin hikâyeleri de benden çok farklı değildi. Faruk’un ailesi dindar görünüyordu ama babası sürekli yolsuzluk söylentileriyle anılan bir iş insanıydı. Faruk, bu çelişkilerle büyüdüğü için dine olan güvenini kaybetmişti. Ali ise tamamen seküler bir ailede yetişmişti; onun da zihni hayatın anlamına dair sorularla doluydu. 

Üçümüz de bambaşka geçmişlerden geliyorduk ama bir ortak noktamız vardı: Gerçeği arıyorduk. Ve bu arayış, bizi birbirimize kardeş kılmıştı.

Kız arkadaşımız Elif de benzer bir süreçten geçiyordu. Ailesi aşırı baskıcıydı; arkadaşlık, müzik, kitaplar yasaktı. Sonunda, “Eğer din hayatı bu kadar daraltıyorsa, ben bunu istemiyorum” diyerek inancını sorgulamaya başlamıştı.

Zamanla, Fatih Abi’nin sohbetlerinde dinin sevgi, anlayış ve akılla yaşanması gerektiğini fark etti. Din, korku aracı değil, huzur kaynağıydı. Gerçek inanç, özgür irade ve kalbin huzuruyla şekilleniyordu. O da, İslam’ın özündeki merhamet ve adaletin ışığında kendini buldu.

Fatih Abi’nin anlattığı o unutulmaz Deniz Yıldızı Hikâyesi, bizim dönüşümümüzün özeti gibiydi.  Sahile vuran binlercesi arasından birkaçını okyanusa atan çocuğun hikâyesi… “İyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmana imkân yok. Senin bunları atman neyi değiştirecek ki?” diyen adama, yerden bir denizyıldızı daha alıp denize attıktan sonra, “Bak, onun için çok şey değişti” karşılığını veren çocuğun cevabı, bizim hikâyemizi anlatıyordu adeta. 

Onun rehberliğiyle, tıpkı o deniz yıldızları gibi yeniden hayata tutunduk. Zihnimizdeki her soru bir ışık, kalbimizdeki karanlık ise yerini aydınlığa bıraktı. Fatih Abi’nin dediği gibi, “Önemli olan Allah’ın sanatını görebilmekti.” Şimdi sabahın ilk ışıklarında anlıyoruz ki umut, tam da belirsizliğin ortasında, küçük dokunuşlarda saklı. Ve bizim yeni görevimiz, kıyıya vuran diğer deniz yıldızlarına umut olmak…

Allah, bizlere hakikati görme basireti versin. Gençlerimize Mehmet’lerin samimiyetini, Fatih Abi’lerin bilgeliğini nasip etsin.  

Allah’ım, tüm gençlerin kalplerini iman nuruyla aydınlat. Bizlere rehberlik etme gücü ver. Amin.

Not: Bu yazı, kayıp neslin sessiz çığlığını duyan herkese adanmıştır. Çünkü her çığlık, sonunda yankı bulur. Ve her yankı, yeni bir umut ışığının doğuşudur.

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy