Bu yazı silsilemizde, tasavvufa ait literatür ve kavramlara başlamadan önce ona ait tanımlar üzerinden giderek çerçevesini belirlemeye, onun ne olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz.
Bu bağlamda İslam’ın ruhî hayatını ifade ederken “yolculuk” kavramı çok öne çıktı. Tasavvufu tanımlamak isteyen birçok insan, bu metafora müracaat ederek meramını ifadeye çalıştı. Gerçekten de onun birçok yönüyle bir sürece bağlı oluşunu anlatımda bu kavram çok tutuldu ve kullanıldı. Tasavvuf, insanın hamken olgunlaşmasını, çiğken pişmesini, çekirdek iken meyveli bir ağaç haline gelmesini öngördüğü ve bütün bunlar aniden değil, zamanla ancak mümkün olabileceği için insan hep yolcu olarak telakki edildi. Bu yolda, yolun hakkını vererek yürüdükçe “kâmil insan” ufkuna adım adım yaklaşacağına inanıldı.
Hak yolcuları, insan-ı kâmil deyimini üretince ona layık birisini aradılar ve aslında hiç de vakit kaybetmeden Efendimizi (sas) buldular. Bu deyim Allah Resûlü’ne tam oturdu hatta yetersiz kaldı. Buna çok sevindiler ve hem kendilerine hem de seslerini duyurabildikleri herkese onu hedef gösterdiler. Böylece gayretli her mümin, kendisini Hz. Peygamber’e benzetme çabası içine girdi. Ona benzeyebildiği nispette Hakk katında değerinin artacağına inandı.
Kur’ân, insanın kemâlâta yürümesini “Nefsini arındıran, kurtuluşa ermiştir. Nefsini karanlığa gömen ise kayıptadır.” (Şems, 91/9,10) diyerek özetlemiştir. Bu ve benzeri ayetler insanın istidadına dikkatleri çekti. Özünde taşıdığı potansiyeli açığa çıkarabildiği ölçüde insan, kâmil kabul edildi. Maksadın tahsili buna bağlandı. Bir başka deyişle, insanın içinde taşıdığını açığa çıkarma çabası, gayretli müminlerin gayesi haline geldi. Artık öze yolculuk, yolculuğun özü oldu.
Bu öze yolculuğu iki zor örnekle akla yaklaştırabiliriz.
Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de şöyle der: “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i rabbaniye; her birinin bir gayetü’l gâyâtı var. İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder.”
Bediüzzaman burada, insana verilen manevi özelliklerden ve onların en üst kullanım yerlerinden bahsetmektedir. Buna göre latife-i rabbaniye dediği kalbin en üst kullanım yeri müşahedetullah’tır. Demek ki özüne yolculuğa çıkabilmiş insan, henüz dünyada iken yüce Allah’ın her yerdeki esmasını avlayabilir, O’nun gizli elini baktığı her yerde görüyor gibi bir seviyeye yükselebilir. İşte bu, onun içinde taşıdığı potansiyeli açığa çıkarma çabasıdır. Bediüzzamanın bahsettiği ilk üç husus için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
Diğer örnek ise “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) ayeti olsun. Genel olarak bu ayetin mecaz bir anlatım içerdiği düşünülür ve manası öyle anlaşılmaya çalışılır. Lakin, özüne yolculuğa niyet etmiş gayretli bir mümin, bu yolculuğundaki ciddiyeti ölçüsünde çok daha farklı şeyler duyabilir, sezebilir. Her yerde tecelli ve tezahürlerini arayıp bulmaya çalıştığı yüce Allah’ın, kendi duygu, düşünce ve tasavvurlarındaki tecellilerini kavrayabilir. Kendi uzaklığını aşıp, O’nun yakınlığını niteliksiz niceliksiz hissedebilir. Ve öyle bir hale gelebilir ki “bu ayette mecaz yok, bu anlatılan husus, hakikatin ta kendisidir.” diyebilir.
Bu ve benzeri yaklaşım, his ve duyuşlar, Hak yolcuları için idrak derinliğine vesile oldu. Kendilerinde ve etraflarında olup biteni olduğu gibi anlama çabası, hayatlarının en önemli parçası haline geldi. Onlar varlığın değer derinliğinin keşfedildiği yerlerde Allah’ın daha iyi bilineceğine inandılar. Bu yüzden mülke bakarken melekûtu da görmeye çalıştılar. Kanıksandığı için önemsiz gözüken neler varsa hepsini yeniden ve mükerreren gündemlerine aldılar. Zira, etraflarındaki her şey Hazreti Samed’den haberler getiren mektuplar hükmündeydi ve bunu idrak edebilmek için “tazim” gerekiyordu. Bu yüzden, idrakin anahtarının tazim olduğunu hiç unutmadılar. Böylelikle tasavvuf, varlığın gerçekte ne olduğunu anlamak için ileri bir idrak haline geldi.
Evet tasavvuf, var olanı idrak etme çabasıdır. Her şeyin varlık sebebi de Yüce Allah olduğu için bütün idrak, anlayış ve kavrayışlar gidip O’nda sonlanır. Maksat O’nu bulmak, O’na varmak olduğu için de bütün bu çabalamalar çok mübarek ve çok değerli hale gelir. Öyle olur ki her Hak yolcusu kendi gönül penceresinden O’na bakar. Böylelikle Yüce Allah’a karşı bir “vech-i has”sa sahip olur. Allah elbette Vâhid’dir, Ehad’dir. Birdir, tektir. Böyle olmakla beraber her mümin, kendi inancı ve idraki ile algıladığı, ünsiyet kurduğu bir Rabbe inanır. İbnü’l-Arabî, bütün bunları “Rabb-i has” ve “İlah-ı mu’tekad” deyimleriyle karşılar.
Bu manayı Kur’ân’a da yansıtmak mümkündür. Yani herkesin kendine has bir Rabbi, itikat edip algıladığı bir İlahı olduğu gibi, kendi anlayış ve idrakine göre de bir Kur’ân’ı vardır. İşte tam da bu hususu Bediüzzaman şöyle ifade eder:
“Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlara rahmettir. Çünkü her bir insanın, şu hakiki âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine göre Kur’ân’dan fehim ve iktibas ettiği, hafızasında kendisine has bir Kur’ân vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.” (Mesnevî-i Nuriye)
Elbette Kur’ân bir tanedir. Böyle olmakla birlikte, belki de bütün Müslümanlar sayısınca Kur’ân vardır denebilir. Bir başka deyişle, herkesin Kur’ân’ı kendinedir. Zira her mümin, kendi anlayışına göre Kur’ân’dan istifade eder. İstifade edebildiği ölçüde de ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.
Hasılı, herkesin kendine göre bir Rabbi, kendine göre bir Kur’ân’ı vardır ve herkes kendi inanç hayatını kendi idrak enginliğine göre temellendirir ve inşa eder.