Öğretme Adına Getirdiği Sistem

Yazar Egeli

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim ve terbiye adına ortaya attığı esaslar, tafsilatıyla Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’te ifade edilmiştir. Aslında, hiçbir şey olmasa da sadece O’nun Kur’ân-ı Kerim’i insanlara tebliğ etmesi ve benimsetmesi bile çok harikadır. Mevzumuz Kur’ân değil, ancak istitradî olarak anlatacağım.

Kâinatın İftihar Tablosu, hiçbir şey bilmeyen, okuma yazmadan anlamayan, mektep ve medreseye sırtı dönük bir toplum içinde zuhur etmişti. İrtihal buyurduğu zaman ise, arkada bıraktığı cemaat içinde, rüşdüne yeni ermiş insanlardan, mezara girmeyi bekleyen en yaşlıya kadar bu toplum içinde, okuyup yazma bilmeyen tek fert kalmamıştı. Oysaki günümüzde bunca imkân, bunca sa’y, bunca gayret.. hatta bazen metazori baskılara.. ve benimsediğimiz harfleri, benimseyeli 65 sene geçmiş olmasına rağmen, hâlâ insanımızın çoğuna okumayı yazmayı öğretemedik!

Allah Resûlü ise 20 küsur sene gibi kısa bir zamanda, inandırmış, bilgilendirmiş ve herkese okuma yazma öğretmişti. Zannediyorum, Efendiler Efendisi irtihal-i dar-ı bekâ buyurduklarında, arkada bıraktığı arkadaşlarından Kur’ân-ı Kerim’i okumasını bilmeyen kalmamıştı… Hatta değil Kur’ân okumak, Medine’nin çiftçileri, ellerinde sabanları tarla sürerken dahi, Kur’ân’ı yedi veya on vecihle okumasını biliyorlardı. Bugün “vücuh ilmi” dediğimiz bu şekilde Kur’ân okumayı, bu satırların yazarı da bilmiyor ve bilenlerin sayısı da oldukça azdır.

Doğrudur, o insanlar fıtrî olarak çok zekiydiler.. hafızaları da yorgun değildi. Ancak, bu büyük işi halleden, sadece onların zekâ ve hafızaları değildi. Belki Allah Resûlü’nün öğretme adına getirdiği sistemdi ki, onları Kur’ân’la böyle bütünleştirmişti.

Hâlbuki bu insanlar, daha önce kötü ahlâkın her çeşidine açık insanlardı. Allah Resûlü, o müthiş icraatıyla bunlardaki bütün kötü huyları söküp attı ve onları yepyeni bir var oluşa ulaştırdı.

Meselâ: Kur’ân-ı Kerim onlara:

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُوا إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً

“Allah hükmünü verdi: O’ndan başkasına kulluk yapmayacak ve anne babaya da iyi davranacaksınız.”[1] diyor ve bu emir, düne kadar anasını babasını doğrayan, kırıp geçiren bu insanlar üzerinde öyle bir tesir icra ediyordu ki, bunlardan biri, Allah Resûlü’ne müracaat ediyor ve babası kendisine baktığında, ona tebessümle karşılık veremediyse, bunun cezasının ne olacağını soruyordu.

Yine Kur’ân-ı Kerim: وَلاَ تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ dedi. “Yetimin malına yaklaşmayın!”[2] mealindeki bu âyet, Müslümanlara öyle dokunuyordu ki, birçoğu Allah Resûlü’ne gelerek, elindeki, yetime ait malı almasını ve sahiplerine vermesini istiyordu. Dikkat edilirse âyet, “Yetimin malını yemeyin.” demiyor, “O mala el uzatmayın!” diyordu. Böyle hassas bir mevzuda, sahabe kendine has hassasiyeti gösteriyor ve zimmetindeki yetim malından sıyrılmak istiyordu. Yetime hayat hakkı tanımayan ve onun bütün mal varlığını elinden almaya çalışan bu insanlara ne olmuştu ki, böyle birdenbire başkalaşmışlardı.

Zina çok yaygındı ve o toplumda tamamen meşru hâle gelmişti. O cemiyette bu kötü hareketi yadırgayan sanki yok gibiydi. Derken Kur’ân, belli bir süre sonra: وَلاَ تَقْرَبُوا الزِّنَى “Zinaya yaklaşmayın!”[3] emriyle geldi, geldi ve gayri meşru ilişkiler bütünüyle bıçakla kesilmiş gibi oldu.. evet, o devrede bir iki zina hâdisesi ya vâki olmuş veya olmamıştır.

Hırsızlık, yağmacılık cesaret maratonculuğuydu.. ve bunlar şecaat emaresi kabul ediliyordu. Kur’ân’da:

وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا “Kadın veya erkek, hırsızlık yapanın elini kesin!”[4] fermanı gelince her şey birdenbire değişti. Benim bildiğim, bu âyetten sonra, bilinen ve el kesme ile neticelenen bir iki hırsızlık hâdisesi oldu; hepsi o kadar…

Ve yine Kur’ân-ı Kerim bu cellat insanlara:

وَلاَ تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّٰهُ “Allah’ın haram kıldığı insanları öldürmeyin.”[5] demişti ki, öldürme ve cinayetlerin kesilmesine bu âyet yetivermişti. Evet, o dönemde, biri kasıtlı ki; bir yahudiyi, Müslüman biri öldürmüştü, diğeri de hatâen olmak üzere; bütünü iki cinayet hâdisesi olmuştu.

Şimdi bakınız; 23 sene gibi bir zaman zarfında ve Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyeleri içinde, itiraflı bir tek zina hâdisesine; bir yahudinin öldürülmesi ve benim bildiğim, bir kadının elinin kesilmesi gibi birkaç vak’aya şahit oluyoruz. Oysaki biraz evvel arz etmiştim, bu topluluk, “Leş yerdik, kan içerdik.” diyen âdeta vampir bir topluluktu.

İşte bu topluluk içinden Allah Resûlü zülâl gibi insanlar çıkarıyor.. ve “efendilerimiz” dediğimiz, Ebû Bekir Efendimizi, Ebû Hüreyre Efendimizi hatta Mâiz Efendimizi, Gâmidiye Kadınefendimizi ve daha nicelerini çıkarıyor. Bu çamurdan, bu bataklıktan ve bu çirkeften, nuranî bir topluluk zuhur ediyor. Bu mucize değildir de ya nedir?

Bu arîz ve amîk hususu tafsilatıyla arz etmem mümkün değil; müsaade ederseniz, sadece ahlâk-ı âliyenin üç-dört prensibine dair bir iki misal arz ederek, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) icraatının ihtişamını bir kere daha sergilemek istiyorum.

1. Cömertlik ve Îsâr

O topluluk, kendi menfaat ve kendi çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen bir topluluktu. Başkasına yardımcı olma, onun elinden tutma, onların rüyalarına dahi misafir olmamıştı. Hele başkasını kendi nefsine tercih etme -ki buna “Îsâr” diyoruz-, onların arasında hiç bilinmeyen ve hiç duyulmamış bir meseleydi. Ancak, Allah Resûlü’nün risaleti, onlar arasında çok şeyi değiştirdiği gibi, cimriliği de alıp götürmüş, sehavet ve îsâr duygusunu onların ruhlarına âdeta tespit etmişti.

Devs’in aslanı Hz. Ebû Hüreyre anlatıyor: Bir gün Huzur‑u Risaletpenâhî’ye birisi geldi. Allah Resûlü’ne yaklaştı ve şöyle dedi: “Yâ Resûlallah! Birkaç günden beri yiyecek bir şey bulamadım. Üst üste aç olarak oruca niyetlendim.” Allah Resûlü etrafına nazarını gezdirdi. Fakat onu evine götürüp misafir edecek kimse göremedi. Neden sonra Allah Resûlü’nün çok sevdiklerinden Ebû Talha ayağa kalktı ve: “Yâ Resûlallah, onu ben misafir edeyim.” dedi. Sonra da alıp evine götürdü.

Her şeylerini İslâm uğrunda harcayan bu insanların ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamıştı.. ara sıra evlerinde bir çorba ya pişerdi veya pişmezdi. İhtimal o gün, hanımı Ümmü Süleym çocuklarına bir parça çorba yapabilmişti. Ve onu çocuklara içirecekti. Misafir eve gelince karı koca aralarında konuştular: “Bu gece çorbayı Allah Resûlü’nün misafirine yedirelim. Biz nasıl olsa bugün de aç olarak oruç tutabiliriz. Çocuklar, ikna edilip yatırılmalı.. sabah onların da çaresine bakarız.”

Yapacakları şey şu idi: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecek.. zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi.. böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve sabah namazında da Allah Resûlü’nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebû Talha’yı ve misafirini arayarak onlara sordu: “Bu gece ne yaptınız ki, hakkınızda şu âyet nazil oldu: وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.”[6]

Cahiliye insanının kitaplarında “îsâr” yani başkasını nefsine tercih etme, açı doyurma, çıplakları giydirme, yaşatma ve yaşamama, zevk ettirme ama zevk etmeme gibi hususlar yoktu. Yoktu ama Allah Resûlü irşad buyurdu, sesini duyurdu, ilhamlarını mermere kazır gibi onlara nakşetti ve onları bu duygularla bütünleştirdi. Siz, bu diğergâmlık ruhuna ister sabır deyin, ister tahammül deyin, ister teslimiyet deyin; ne derseniz deyin netice değişmeyecektir.

“İman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül dünya ve ahiret saadetini gerektirir.”[7] ölümsüz sözünü bir kere daha tekrar edelim. Evet, inanmış iseniz Allah’a teslim olacaksınız. Allah’a teslim olduğunuzda O’na tevekkül edecek ve O’na güvenip dayanacaksınız… İşte o zaman, dünya ve ukbâ saadetine ereceksiniz.

2. Hansâ’nın Kahramanlığı

Hansâ, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle cihanı ağlatmıştı. Bu büyük kadın o gün için henüz cahiliye-nin sisinden, dumanından kurtulamamış, Hz. Muhammed’e uyanmamış, O’nu tanıyamamış, Kur’ân’ın füsunkâr, büyüleyici beyanına kulak verememiş ve ona açılamamıştı.. Kur’ân’ı tanıyınca birdenbire değişti. Hem de nasıl değişti! Cahilî kardeşine destan kesen bu yüce ruhlu kadının, Kadisiye’de dört oğlu da birden ve peşi peşine şehit düşer.. hem de ilhama açık analarının ruh aynasına çarpa çarpa.. bir ana olarak inler, kıvranır ama, bir büyük teslimiyetle şunları mırıldanır:

“Allahım, Sana hamd olsun. Bana verdiğin dört oğlumu hayatta iken Sana armağan etmek imkânını bana bahşettin!”[8]

İşte Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın insanları değiştirmesi ve mucize elinin büyük değiştiriciliği.. O’nun karanlıktan ışık çıkarması ve zulmette nur cilveleri göstermesi… Bir kere daha tekrar ediyorum: İnsanları birdenbire böyle değiştirme, mucize değil de ya nedir?

3. Bir Anlık İnsibağın Kahramanları

a. İkrime (radıyallâhu anh)

Mekke fethedilince, İkrime firar etmiş ve neden sonra hanımı tarafından ikna edilerek gittiği yerden geri dönebilmişti. Allah Resûlü’nün bu en azılı düşmanı, Efendimiz’in huzuruna girince, İki Cihan Serveri, ona tebessüm etti ve: مَرْحَباً بِالرَّاكِبِ الْمُهَاجِرِ dedi.[9]

Bu söz onun gönlünü fethetmeye yetmişti. Kendi kendine söz verdi: Hem kendi hem de tek oğlu, Âmir, bu uğurda hırz-u cân edeceklerdi. Yermuk’ta kendi dakikalarını sayarken, bir aralık gelip dediler ki: “Oğlun Âmir şehit oldu!” İkrime doğruldu. İhtimal Allah Resûlü temessül buyurmuşlardı ve: “Yâ Resûlallah! Oğlumu da yolunda feda edeceğim diye Sana söz vermiştim. Râkib-i Muhacir sözünde durdu mu?” dedi. Ebû Cehil’in oğlundan “Râkib-i Muhacir” çıkar mı? O her cephede Allah Resûlü’yle karşı karşıya gelen, O’nu öldürmeyi en büyük emel bilen insandan yani o zulmet insanından, o karanlıklar insanından, melekleri geride bırakacak bir “Râkib-i Muhacir” çıkar mı? Meğer çıkarmış.. ve çıktı da.

O ki, cahiliye devrinde zengin ve güçlü idi, zayıfları ezer ve onların yollarını keserdi. Zayıfın zaten hayat hakkı yoktu. Ve, hele kadınlar kat’iyen yaşama hakkına sahip değillerdi. Çocuklar bir hiç uğruna öldürülürlerdi. Fakir “Benim de hakkım var!” diyemezdi. Kanunlar vardı. Ve her zaman da olmuştu; ama bunlar âcizlere ve zayıflara karşı kullanılırdı. (Günümüzde de öyle değil mi..?) İşte Allah Resûlü, alabildiğine vahşi, hak, adalet ve istikamet bilmeyen böyle bir cemaat içinden yeryüzünde adaleti temsil edecek melek misali insanlar çıkarıyordu.

b. Hz. Ömer (radıyallâhu anh)

Ömer; işte şanlı halife, öyle bir devletin başında bulunmaktadır ki, topraklarının bir ucu Yemen’e ulaşmış, diğer ucu da ta Öküz Nehrindedir. Ve bir gün böyle bir devletin başındaki Hz. Ömer’in Übey İbn Kâ’b’la arasında bir anlaşmazlık olur. Übey: “Ey Allah’ın Peygamberinin halifesi, haksızlık yapıyorsun!” der. O da hâkime gidip murafaa olmayı teklif eder. Bu murafaada Zeyd İbn Sabit hâkimdir. Onun evine giderler. Muhakeme orada görülecekdir. Medine’nin Kadısı, Halifenin içeriye girdiğini görünce, edep ifadesi olarak yanındaki minderi işaret eder ve: “Yâ Emirel-mü’minin, şuraya oturun!” der. Kaşlarını çatan ve hiddetlenen koca Ömer, tarihin kulağına küpe olacak şu sözleri söyler: هَذَا أَوَّلُ جَوْرٍ جُرْتَ فِي حُكْمِكَ “Daha şimdiden sen hükmünde ilk haksızlığı yaptın!”[10]

Bütün ahlâk, kural ve disiplinlerini burada sıralamamız mümkün değildir. Zira yüzlerce ahlâk kuralı ve disiplini vardır. Ancak biz, bunlardan sadece birkaçına işaret edebildik. Eğer bütün ahlâk kuralları bir bir sıralanabilseydi, Allah Resûlü’nün insanüstü icraatı adına daha güçlü ipuçları elde etmek mümkün olurdu. Zira, o günün insanı, bilinen ne kadar ahlâk kuralı ve disiplini varsa, bütünüyle onların zıddıyla muttasıf idiler. İşte İki Cihan Serveri, hem onlardaki bu menfî huyları söküp attı, hem de müspetiyle onları techiz edip donattı.

Allah Resûlü, terbiyecilikte de bir mucize gösterdi ve insanlığın terbiyesi adına bir kısım temel esaslar vaz’etti ki, bunlar kıyas ve benzetmelerle çoğaltılarak, derinleştirilerek, hem topyekün insanlığı hem de bütün zamanları kucaklayacak mahiyetteydi. Kanaat-i âcizanem, O’nun bu prensipler arkasındaki tasarı ve düşünce derinliklerini kavrayıp O’nun anlayışına ulaştığımız zaman, melekleri gıptaya sevk edecek seviyeyi kazanmış olacağız. Ne var ki, Hamîde Kutub’un da bir vesileyle ifade ettiği gibi biz henüz yoldayız. Hani, Hz. Musa, Allah’a (celle celâluhu) şöyle bir taaccübünü ifade eder: “Yâ Rabbi! Çok insanlar görüyorum ki, Senin yolunda yürürken ve Seni bulmuşken, birdenbire yol değiştiriyor ve başka istikamete gidiyorlar.”

Cenâb-ı Hak ona kemal-i hikmetle buyuruyor ki: “Yâ Musa, onlar kat’iyen Bana gelmedi, Beni bulamadı ve Bana ulaşamadılar. Onlar henüz yoldaki insanlardı ve yol değiştirdiler.”

(Allah (celle celâluhu), yolda olup da takılıp kalmaktan ve takılıp kalıp da yol değiştirmekten bizleri muhafaza buyursun!) Evet, teminat altında değiliz. Kimse kimseye, azıp sapmayacağına dair teminat veremez…

Her şeyin dizgini Allah’ın (celle celâluhu) elindedir.. her şeyin dizgini elinde olan Allah (celle celâluhu), bizi istikametten ayırmasın! Göz açıp kapayıncaya kadar bizi nefsimizle baş başa bırakmasın! Allah (celle celâluhu), bu necip, bu soylu, bu asil ve tarihte eşi-menendi gösterilemeyecek mübarek milleti, yine devletler arası muvazenede yerini almaya muvaffak etsin!

Evet, bu millet tarihî yerini aldığı zaman, biz, ahlâk-ı İslâmiye ve ahlâk-ı Kur’âniyeyi daha seviyeli ve daha inandırıcı olarak anlatma imkân ve fırsatını bulacağız. İşte o zaman, insanlık, ütopyalarda aradığı şeylerin hem de asırlarca önce yaşanmış olduğunu görecek ve hayret edecektir. Biz şimdilerde Eflatun’un Cumhuriyet’ini okuyor ve feylesofların, devleti nasıl idare ettiklerini öğrenmeye çalışıyoruz. Bırakın bunları, tarihte feylesofların aklının eremeyeceği şekilde devlet idare edildiği dönemler var. İşte bidayet-i İslâmiye ve işte şanlı Devlet-i Âliye! Göklerde melekler bir idare şekli kursalardı ancak o da bu kadar olabilirdi.

Ne var ki biz, İslâmiyet’i o seviyeden anlatacağımız âna kadar, milletler kulaklarını kapatacak ve bizi dinlemeyeceklerdir. Belki bir ölçüde, Kur’ân’ın nurunun kendi gücüyle, sızıp, bazı vicdanlara çarpması neticesinde, bir kısım kimseler Müslüman olsalar da, gerçek patlama, bu şanlı, şerefli ve muhteşem milletin bu yüce hakikati kendi kamet-i kıymetine uygun temsiliyle gerçekleşecektir.

Geriye dönüyorum: Cahilî bir muhitte, cahilî bir topluluk içinde, cahilî âdetlerle kaynaya kaynaya pişmiş bir topluluk arasında Allah Resûlü, akıllara durgunluk veren muhteşem bir inkılâp meydana getiriyor. Ve bu inkılâp, bütün hayatı içine alacak şekilde gerçekleşiyor. Vâkıa, insanlık tarihinde pek çok dâhi yetişmiştir.. ve bunlar belli sahalarda bir kısım değişiklikler yapabilmişlerdir. Ama münhasıran o sahaya mahsus kalmıştır. Meselâ; bir içtimaî dâhi, yetiştirdiği nesilleri o mevzuda zirveye ulaştırmış ve devleştirmiştir. Ama iktisadî sahada onları güdük bırakmış, psikolojik sahada bir şey verememiş ve terbiye adına da fazla ileriye götürememiş ve hele ruh hesabına onlara hiçbir şey kazandıramamıştır. Meselâ; bir başka dâhi çıkmış, ülkenin iktisadiyatı adına bir inkılâp yapmış.. ve bir toplumu belli bir noktaya götürmüştür. Bu da onlara, içtimaiyat adına bir adım daha attıramamıştır. Nefsî kontrol, muhasebe ve murakabe adına hiçbir şey söyleyememiştir. Bir başkası başka sahada ve bir başkası da daha başka bir sahada.. hiçbiri bütün üniteleriyle en mükemmeli yakalayamamıştır. Ancak Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem) ki, hayatı bütün üniteleriyle kucaklamış, alıp zirvelere taşımış ve ona “ebed müddet” zirvelerde kalma garantisi vermiştir.

Evet O, iktisatta zirvededir.. içtimaiyatta zirvededir.. askerlikte zirvededir.. nefis muhasebesinde zirvededir.. insanlara kendisini kabul ettirmesinde zirvededir.. dünya ve ahiret muvazenesi kurmada zirvededir.. eşya ve hâdiselere nüfuz etmede zirvededir.. varlığın ötesine nüfuz etmede zirvededir.. ve her şeyde zirvededir.

Evet, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) terbiyesinde insana ait hiçbir duygu güdük kalmamış, hiçbir şey ihmale uğramamış; aksine hepsi inkişaf ettirilmiş, hepsi geliştirilmiş ve insanlara, beş başı mamur olma yolları açılmış.. kader de yollarına su serpince, her sahada en kâmil ve en mükemmel insanlar yetişmiştir.

[1] İsrâ sûresi, 17/23.
[2] En’âm sûresi, 6/152; İsrâ sûresi, 17/34.
[3] İsrâ sûresi, 17/32.
[4] Mâide sûresi, 5/38.
[5] İsrâ sûresi, 17/33.
[6] Haşr sûresi, 59/9. Buhârî, tefsir (59) 6; Müslim, eşribe 172-173.
[7] Bediüzzaman, Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas, 3. Nokta.
[8] İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 7/88-90; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/287-288.
[9] “Hoş geldin, hicret şerefiyle şerefyâb olan süvari!” (Tirmizî, isti’zân 34; Hâkim, el-Müstedrek, 3/271.)
[10] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/144.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy