286
Toplum halinde yaşamak zorunda kalan insan, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da, her zaman yönetim gerçeğiyle karşı karşıyadır. Yönetme kabiliyeti, potansiyel olarak doğuştan insanın fıtratına konmuş fıtri bir duygu ve arzudur. İnsandaki her bir duygu gibi bu duygu da, müspete de menfiye de kanalize edilebilmektedir. Müspet bir davranış şekli olarak; adalet, her hak sahibine hakkının verilmesi, hukukun önünde herkese eşit muamele edilmesi şeklinde kendini gösterir. Temsilcileri ise adil yöneticiler, melek gibi meliklerdir. Onların olduğu ülkede veya toplumda, işler daha kolay ve sistematik, düzen ve kurallar dâhilinde gerçekleşir ve hayat daha kolay, düzenli, huzur ve güven içinde devam eder. Bu duygu menfiye kanalize edildiğinde ise, ortaya diktatörlük, haksızlık, güçlünün zayıfı ezip yok etmesi ve onlar üzerinde liderlik sultası kurması gibi son derece tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
Tarihte nice kan dökmüş, insan öldürmüş, onları vatanlarından sürgün etmiş, başka ülkelere sebepsiz savaşlar açmış diktatör ve baskıcı zalimler vardır ki, onlardaki bu gayr-i insani tutumun temel sebebi, ben merkezli yönetme arzusudur.
Yüce Yaratıcı, insanın yeryüzünün halifesi olmasına dikkat çekerken, hilafetin bir anlamı ve yansıması olarak; Allah adına, insanca başta insan olmak üzere ulaşabildiği her yeri yönetme sanatı da diyebiliriz. Nitekim şu İlahi Beyan, insandaki bu gerçeğe dikkat çekmektedir:
“Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife kılmak istiyorum” dediği vakit onlar: “Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Seni tenzih etmekteyiz!” dediler. Allah: “Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim” buyurdu.” (Bakara 2/30)
Yukarıdaki İlahi Beyan’ın da haber verdiği gibi insan, aslında adâlete, rahmete, hak ve hukuka riayet ederek, bu ağır emaneti yerine getirmekle görevlendirilmiştir. İnsanın bu yönetme ve idare etme görevi, aslında en dar dairedeki aileden, bir devleti idare etmeye kadar giden geniş bir alanı içine almaktadır. Yani insanlar, iki kişi olduğunda, birini aralarındaki işleri yönetme ve yönlendirmeden sorumlu tutacakları gibi, bir aile, bir köy, ilçe, şehir ve ülke olduğunda da, danışma ve bu danışmanın sonucunda varılan konsensüse göre, birini işleri deruhte etmesi için görevlendireceklerdir.
İdare etme ve bu idareden de herkesin sorumlu olduğu gerçeğini Allah Resûlü (s.a.s.) şu veciz beyanlarıyla hatırlatmışlardır: “Her biriniz çobansınız ve her biriniz elinizin altındakinden sorumlusunuz: Devlet başkanı bir çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ailesinin çobanıdır ve sorumlu olduklarından mesuldür. Kadın, evinin çobanı olup, gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının çobanı olup, sorumlu olduğu şeylerden mesuldür. Dikkat edin, hepiniz çobansınız ve hepiniz sorumlu olduğunuz kişi ve şeylerden mesul olacaksınız!” (Buhârî, Ahkâm 1, cum’a 11; Müslim, imâret 20).
İnsanın, hilafetinin ve başkalarını yönetmesinin, oldukça tehlikeli olan, kötü emellerine ve egosunu tatmine bakan yönleri de vardır. Bu yönüyle insan, çoğu kez insanlıktan çıkar, yönetimi zulme dönüştürür, etki alanı ve gücüne doğru orantılı olarak da en tehlikeli işleri yapmaktan hiç mi hiç çekinmez.
Bazı kimselerde yönetme arzusu, her şeyin önüne geçer. Dolayısıyla da yönetimde kalmak için, her türlü gayr-ı meşruluğu, meşru kabul edip yoluna devam edebilir. Bunun için de böylesine kişiler, verilmedik ödün bırakmazlar. Din mi, ahlak mı, hukuk mu, insanlık mı, nâmus mu, vatan mı, kutsal değerler mi, her ne varsa hiç tereddüt etmeden hepsini bir bir feda eder ve bu gayr-ı meşru hedeflerine ulaşmak için hepsini rahatlıkla bir anda harcayabilir ve satabilirler.
Onun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.s.) herkesi yönetici yapmazdı. İsteyen olunca da, onlara vermekten imtina eder ve bunu da kendilerine bildirirdi. Zira yönetim, sarsılmaz bir irade, derin bir sorumluluk, hassas bir hukuk nosyonu, idare etme kabiliyeti, sabır ve vicdan duruluğunu gerektirir.
Bir kimsede yönetme arzusu, şehvete dönüşmüşse, o insan için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Ne acıdır ki, böyle bir durumda bu tür kimselerin kulakları duymaz, gözleri görmez ve vicdanları da çoğu kez hissetmez olur. Duyduklarında ise artık iş işten çoktan geçmiş olur.
Ego ve bencilliğin zirve yaptığı, adeta insanın tanrılaştırıldığı çağımızda, yönetimde kalmak veya yönetime gelmek için, her türlü gayr-ı meşru işleri, özellikle de hukuksuzluğu meşru gören nice nâdânlar türemiştir. Bunlar, amaçlarına ulaşmak için inandıkları her değeri ayaklar altına alırlar, yalandan çekinmez, iftiraya doymaz ve tamamen zulümden beslenirler. İşlerini meşrulaştırmak veya halka meşru göstermek için de, menfaatperest MÜFTİ-Yİ MÂCİNLER kullanır ve her türlü fetvayı da onlardan kolaylıkla alırlar.
Aslında ahiretini dünyası uğruna satan bu tür müftüler de, tıpkı her türlü gayri meşru ve gayr-ı ahlaki eylemlerini meşrulaştırdıkları siyasi liderlerine öykünürler, asaleten olmasa da niyâbeten ellerindeki gücün ve hükmetme yetkisinin alınmaması için, topyekün ruhlarını ve vicdanlarını satılığa çıkarabilirler.
Aslında yönetme şehvetinde, ciddi narsistik özellikleri görülür. Yönetimi bir zulüm aracı ve dünyevi maksatlarına perde olarak kullananlar, aslında psikolojik bir rahatsızlığın da içine düşmüşlerdir. İnsanda bu şekliyle beliren duygular, modern ifadesiyle Narsisizm denen amansız ve tehlikeli bir hastalığın yansımalarıdır. Zira alan araştırmacılarının tespitlerine göre böylesi bir hastalığın belirtileri olarak şu tezahürler görülür:
“İhtişam ve saltanat, narsizmin en belirleyici özelliklerindendir. Bu psikolojideki kişiler, kibir, büyüklük ve gerçekçi olmayan bir üstünlük duygusuna sahiptirler. Narsist kişilikler, benzersiz veya özel olduklarına inanırlar. Herkesten daha iyi olduklarına inanır ve hiçbir iş yapmadıklarında bile, bu şekilde tanınmayı beklerler. Çoğunlukla başarıları ve yetenekleri hakkında abartılı veya yalan söylemlerde bulunurlar. Kibirlidirler. Sınırsız başarı, güzellik, güç ve ideal aşk fantezileri vardır. İnsanların kendilerine hayranlık duymalarını isterler. Bu, onlar için yoğun bir ihtiyaçtır. Başka insanları kendi amaçlarına ulaşmak için kullanabilirler. Empati eksikliği vardır. Başkalarının duygularını veya isteklerini önemsemezler. Başkalarını kıskanır veya kendilerinin kıskanıldıklarına inanırlar.
Narsisizm, kişinin kendi bedensel veya zihinsel benliğine karşı duyduğu hayranlık ve bağlılık, kabaca tabirle kişinin kendisine âşık olması olarak da tanımlanabilir. Bu hastalığın daha özel bir türü de, Roma Sezarları, Mısır Firavunları, diktatörler gibi çok güçlü kişilerde bulunur. Bu insanlar, kendi gözlerinde, adeta nefes alıp yürüyen yeryüzü tanrıları gibidirler. En büyük korkuları, güçlerini kaybetmeleri, ölüm, etraflarındaki herkesin kendilerine düşman olmasıdır. Güçlerinin ve şehvetlerinin bir sınırı yokmuş gibi davranmaya çalışırlar. Sayısız insan öldürüp, sayısız şatolar kurarlar. Varlıklarının kendilerinin de çözemediği problemini, insan değilmiş gibi çözmeye çalışsalar da, aslında durumları düpedüz deliliktir. Dış dünya “ben” olmadığı için, narsist kişi, dış dünyayı anlayamaz/algılayamaz ve bu durum kişide korku meydana getirir. Diktatör gitgide daha yıkıcı, daha yalnız ve korkak olurlar.
Özellikle de kendisine aşırı güvenen ve popüler olan narsistler, bir eksikliği olan, kendilerine hayran olmayan veya herhangi bir şekilde onlara meydan okuyan insanlarla karşılaştıklarında, kendilerini tehdit altında hissederler. Hissettikleri tehdidi etkisiz hale getirmenin tek yolu ise, bu insanları aşağılamak, hakaret etmek, lakap takmak, zorbalık veya tehditle saldırmak olduğunu düşünürler.
Narsistik kişilik bozukluğu olan kişiler, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi göstermezler. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gereken ilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erir ve çökerler. Başkalarının hakkına saygı göstermeden ve gerçeklerle bağdaşmasa bile, daima kendilerini haklı göstererek ve o hedefi, gerekli emeği vermeden bile hak etmiş sayarak en önde, en gözde ve tek olmak isterler. Kendilerini başkalarının yerine koyamaz ve başkalarını anlayamazlar. Sanki her şey, sadece kendileri için vardır ve ne olursa olsun her şeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi gerekir. Başkalarının fikir ve hareketleri, kendi amaçlarına hizmet ediyorsa vardır, aksi halde bu fikir ve hareketler tahammül edilemez düşüncelerdir. Gerçekle bağdaşmayan, başkalarının zararına olup sadece kendi çıkarlarına uygun, kendi plan ve hedeflerine hitap eden maddi ve manevi kazanç sağlayabilecek plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, öfkelerine hâkim olamaz, saldırganlaşır, çöker, hatta ağır psikotik tablolara girerler.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Narsisizm).
Bu tipler, aynı zamanda kıskançtırlar, haset, fitne ve fesatta sınır tanımazlar. Başkalarının alın teriyle yaptığı mülke göz dikecek kadar da arsızdırlar. Hatta namusa bile uzanacak kadar aşağı bir karaktersizliğe sahiptirler. Kendilerini “dünyayı taşıyan sarı öküz” zannedip merkezde görme ve kendilerine bir şey olursa, dünyanın dengesinin bozulacağını sanma gibi bir sapkınlığa da düşebilir ve adeta kendilerini tanrı gibi de kabul edebilirler.
Alan araştırmacılarının hemen hemen ortak tespitleri olan bu gerçeklere, ekleyeceğim başka bir cümle bulamıyorum. Bu özelliklerin, günümüz dünyasında ne kadar temsilcisi olduğunu ve bunların kimler olduğunu da ayrıca belirtmeye gerek yok diye düşünüyorum. Bunu da sizin ferasetlerinize havale ediyorum. Allah bütün insanlığı, benzeri narsistlerden muhafaza kılsın.
Ayrıca konuyla ilgili şu kaynaklara da bakılabilir:
1- “NARSİST KİŞİLİK EĞİLİMLERİ İLE KURUMSAL BAĞLILIK DÜZEYLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN ANALİZİ”
(Doç.Dr.Necmettin CİHANGİROĞLU; Doç.Dr.Abdulkadir TEKE; Uzm.Yasin UZUNTARLA; Uzm. Uğur UĞRAK). (Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi- Cilt:13 Sayı:1 (Ocak 2015)-Doi: http://dx.doi.org/10.11611/JMER400.
Kaynak: Prof. Dr. Muhittin AKGÜL | Samanyoluhaber