a. Gönle Huzur ve İnşirah Verir
Namaz, insanın, zâhirî pisliklerden temizlendikten sonra kalb ve ruhuyla da yunup yıkanması, huzur-u kibriyaya kabul edilmeye hazır hâle gelmesi demektir. Bu yönüyle o, insanın manen inşiraha kavuşmasını temin eden müstesna ve hususi bir ibadettir. Onun sayesinde kul, hem kalbî itminana kavuşur hem de Rabb’in rızasını kazanmış olur. Onda huzur bulamayan bir insan hiçbir yerde huzur bulamaz. Mescidin yoluyla gerçek huzur ufkuna ulaşamayan birisi hiçbir yolla huzura ulaşamaz. Bizim kanaatimiz o ki insanlık bir gün bütünüyle namaza teveccüh ettiğinde gerçek huzuru da bulmuş olacaktır. Günde kılınan beş vakit namaz, terakkiye müştak gönüller için, günde beş defa miraç yapmak ve Allah’a ulaşmak için bir merdiven vazifesi görür. Onun için Efendimiz, namaza “göz aydınlığı” demiştir.[1] Bununla namazın, kendisine inşirah verip ferahlatacak ve uzaktan gelen bir mesaj havasıyla içine itminan salacak bir şey olduğunu bildirmiştir.
Miraç’ta, huzur-u kibriyaya yükseldiği ve gelecek önemli bir haberi iştiyakla beklediği anda, namaz bir sürpriz olarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısına çıkmış ve ümmetine farz kılınmıştır. Allah Resûlü, âdeta cismaniyet yolunu takip edip canlılar âlemine girdikten sonra Allah’a kulluğuyla melekleşip arş-ı kemalâta yükselmiş, yeryüzünde derbeder yaşayan ümmeti için kurtuluş vesilesi istemiş, Cenâb-ı Hak da beş vakit namazı vermiştir. O, ilk defa elli vakit olarak emredilmiş, ümmetin bunu kaldıramayacağı mülâhazasıyla beş vakte indirilmiş ve sıdk ile eda edilirse elli vaktin sevabının verileceği bildirilmiştir.
İşte bu keyfiyetteki beş vakit namaz, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ümmeti için bir göz aydınlığı olmuştur. Evladından uzak kalan anne-babanın, firak ve hicran içinde yanıp kavruldukları an, içlerine inşirah verip su serpecek ve onları itminana kavuşturacak bir haber karşısında nasıl gözleri aydınlığa kavuşur; aynen öyle de namaz, mü’minlerin içine inşirah salar ve onları itminana ulaştırır.
Evet, namaz, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “gözün aydın olsun” mânâsına, Miraç’ta verilmiş bir hediyedir. Onun için her mü’min namaza geldiğinde, kendi şuuru taalluk etsin veya etmesin, içine inşirah estiğini hisseder. Ne kadar gaflet içinde olursak olalım, çoğu defa namazda duyduğumuz hazzı başka bir şeyde duyamayız. Ne var ki bu haz kesintisiz devam etmez. Allah’a karşı yapmış olduğumuz kulluğun mükâfatını dünyada tüketmememiz için Rabb-i Rahîm çoğu defa o hazzı bize duyurmaz. Fakat duyduğumuz zaman da dünya ve mâsivâyı ayağımızın ucuyla itiyor gibi istihkar edecek ve Yunus’un diliyle, “Sadece Seni istiyorum.” diyeceğiz.
İslâm’ın bir yanını emirler diğer yanını nehiyler (yasaklar) teşkil eder. Mü’min olarak bizler de hayatımızı bu emir ve nehiyler çerçevesinde tanzim eder, namazlarımızla bu müstakim çizgiyi korumaya çalışırız. Haddizatında namaz, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının iç içe geçiş keyfiyetinin bir ifadesidir ve bu yönüyle kapsamlı bir ibadettir. Hem emredici hem de nehyedici bir hüviyet taşır. Namaz, emrolunduğumuz şeylerin en ağırıdır. Fakat aynı zamanda Allah’la kul arasında bir bağ teşkil edip kulu Allah’la irtibata geçirmesi bakımından onun tatlı bir yönü de vardır. Dudağı, ulûhiyet âleminin neşvesiyle mütebessim herkes, namazda, başka ibadetlerde duyamayacağı şeyleri duyar. Bundan dolayı da namaza çağrıldığı zaman zevk ve şevk içinde koşa koşa gider. Bu hâl, onun için âdeta günde beş defa içtimaî hayatın boğucu ve bunaltıcı havasından teneffüs etme ameliyesi olur. Mescitler, bu teneffüsün mahalli hâline gelir; gelir de oralardan semalara doğru yükselen tekbirler, tehliller, tahmidler, Allah’ın rahmet ve merhamet nazarının celbine vesile olur. Bu yüzden namazda mü’minin nazarı devamlı yukarılardadır. O, bu seyre “Allahu ekber” diyerek başlar ve kenz-i mahfî (gizli hazine) olarak kalbinde duyduğu ve bildiği Rabb-i Kerim’e teveccüh eder.
Bu mânâlarla huzur-u ilâhiye gelen bir insan, okuduğu her bir âyetle gayb âlemine açılır ve gözündeki perdeler bir bir kalkarak Cennet ve Cehennem’e ait bütün hususiyetleri müşâhede etmeye başlar. Bir insanın gözündeki perde kaldırılarak, bir yanda alev alev yanan ateş, diğer yanda da cennet bahçeleri gösterilse o insanın aklı varsa elbette Cehennem yolunu terk edip Cennet yolunu seçer. Öyle de namaz, içindeki mânâ ve mahiyetiyle günde beş defa gözümüzden bu perdeyi kaldırır ve bizi mânâ âlemine nazar ettirir.
İşte namaz, bu mânâları ifade ettiği için gönül onda itminan ve inşiraha kavuşur. Bu itibarladır ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), öğle sıcağının yavaş yavaş şiddetini yitirdiği bir demde Hz. Bilal’e (radıyallâhu anh), “Bize bir ezan oku!” deme yerine, “Bizi biraz ferahlandır ey Bilal!” demiştir.[2] Hz. Bilal, söylenmek istenen mânâyı çok iyi anlar, aldığı bu emirle mescidin damına çıkar, ebedlere kadar devam edecek olan “Allahu ekber, Allahu ekber” nidalarıyla Medine-i Münevvere’yi inletirdi.
Halk, ferahlamak, içlerine nur serpmek, gönül âlemlerini inşiraha kavuşturmak, ruh ve his âlemleriyle de pervâz edip semalara yükselmek için mescide koşardı. Onların mescide geliş maksatları, bir ağırlığı üzerlerinden atmak, bir mükellefiyetten kurtulmak değil; ruh ve kalbin gıdası olan namazı almak, alıp yukarılara doğru pervâz etmekti. Biz de müezzinin seslenişine böyle bakacak, mescide koşarken bu hava içinde koşacak, Cenâb-ı Hak karşısında el-pençe divan dururken tam huzuru idrak şuuru içinde duracak ve Efendimiz’in fiilen yapmış olduğu miracı namaz merdiveniyle eda etmeye çalışacağız. Esas olan da namazın bu şekilde duyularak eda edilmesidir. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), namazda duyduğu bu mânâlarla hasta olup yatağa düşüyordu. Hâkeza Hz. Ali (radıyallâhu anh), rivayete göre, vücuduna saplanan okun çıkartılabilmesi için namaza duruyordu. Çünkü namazda hissettiği mânâlar onu çepeçevre kuşatıyor, başka şeyleri duymasına engel oluyordu.
Evet, Rabbi azametine uygun büyüklüğüyle anma bu olsa gerek. Zaten imanın gereği de budur. Mü’min, bu derin anlayış içinde Rabb’in adını hayatının her zerresine işleyecek ve melekler gibi bir hayat yaşayacaktır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), حُجِبَتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ، وَحُجِبَتِ الجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ “Cennet’in etrafı, nefsin hoşlanmadığı şeylerle sarılmıştır; Cehennem’in etrafı da nefsin arzuladığı cazip şeylerle sarılmıştır.”[3] buyurur. Dolayısıyla Cennet’e girmek için bir kısım meşakkatlere katlanmak, Cehennem’den kurtulmak için de bir kısım şehevî şeylere sabretmek gerekmektedir.
Evet, Allah’ı zikir, O’nu her an hatırlayıp hatırdan çıkarmama çok yüce bir haslettir. Her cuma, imam minberden inerken bize bunu hatırlatır ve وَلَذِكْرُ اللهِ أَكْبَرُ “Allah’ı anmak, elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.”[4] âyetini okur. Gerçek bir mü’min, O’nu hatırdan çıkarmaya tahammül edemez.
Huzur-u Kalbi Elde Etmek İçin
Mü’minin, namazlarını şuurlu olarak eda etmesi, onun düzensiz hayatına bir düzen, dağınık kalbine bir denge ve insicam getirecek, perişan hislerini ayağa kaldırıp bulanık yönlerine de bir ışık saçacaktır. Ve o, bu sayede doğru görme, doğru düşünme, doğru konuşma imkânını elde edecektir. Günde beş defa Rabb’in huzuruna gelip şuurla eda edilen namaz, Allah’ın izniyle bütün bunları insana kazandıracak mahiyettedir.
Evet, gerçek namaz, mü’minin huşû içinde eda ettiği namazdır. Ama huşûun temini için bir kısım şartlar vardır. Evvela huzur-u kalb lazımdır; sonra meseleyi kavrama; sonra da bir recâ ve ümitle Rabb’e bel bağlama.. daha sonra da utana sıkıla Rabb’in huzuruna gelme.
Huzur-u kalb, namazda yapılan hareketlerin ve ifade edilen mânâların dışına çıkmamakla elde edilebilir. Mesela Rabb’in huzurunda belli bir miktar ayakta durduktan sonra rukûa gidilir. Niçin? Çünkü artık ayakta durmaya takatimiz kalmamıştır da ondan. Rukûdan sonra, aynı şekilde Rabb’in büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğümüzü itiraf için secdeye kapanırız. Biz, daha namaza başlarken, “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” deriz. Çünkü O, bizlere merhamet edip dil dudak verdi ve biz onlarla konuşuyor, meramımızı onlarla dile getiriyoruz. Yine vücudumuza, rahatlıkla yatıp kalkabileceğimiz mafsallar yerleştirdi, onlarla hareket ediyoruz. Bu nimetlerin değeri, bel ve bacağındaki ağrılardan dolayı bin defa âh ettikten sonra ancak bir kere ayağını hareket ettirip belini doğrultabilenlere sorulduğu zaman öğrenilir.
Aynı şekilde namazda, ecel pençesiyle vurulup sıratta yürüdüğümüzü, ayaklarımızın altında alev alev yükselen Cehennem’i ve bu hâlin dehşetinden dolayı insanların secdeye kapanışını hatırlar; “Rabbim! Dünya ve ahirette sözü geçen, mahşere hükmeden Sensin. Öyle olduğu hâlde, neden başkalarına kulluk yapayım? Ben sadece Sana kulluk yapar, dünya ve ukbanın onca dehşetinden kurtuluş için yardımı ancak Senden dilerim. Beni bu kulluk yolundan ayırıp dalâlete düşenlerin, dolayısıyla her iki dünyada da rezil ve rüsvay olanların yoluna götürme!” deriz.
Evet huzur-u kalb, namazda söylenip ifade edilen bütün bu mânâların dışına çıkmamaktır. Zaten “huzur” Arapça mânâsı itibarıyla “hazır olma”, “hazır bulunma” demektir. Avamca ifadesi ile çarşı-pazara çıkarken cüzdanınızı yanınızda taşıdığınız gibi, namazda kalbinizi yanınızda taşımanız demektir. Zira Allah indinde geçer akçe bir şey varsa, o da kalbdir. Siz, kalbinizi O’na verecek, karşılığında da O’nun rahmet ve rızasını alacaksınız. Ama huzura gelirken kalbiniz yanınızda değilse bu pazarlığı yapamazsınız. Başka bir ifadeyle namazda iken çarşı-pazarda dolaşan, evde çoluk-çocuk neşvesiyle dolu bulunan kalb, bu pazarda geçerli akçe olamaz. Sen kalbini namazda hazır tuttuğun an, gözlerin dört açılacak ve gördüğün şeylerin mehâbeti altında ezileceksin. Kur’ân âyetlerini tilâvet ederken, mârifet adına uçsuz bucaksız sahillerde gezdiğini anlayacaksın. O âyetler, senin elinden tutup mârifet ve iç zenginliği adına rehberlik yapacak, bilmediğin sahillerde seni dolaştıracaktır.. dolaştıracak ve birden bire mârifetullah adına bilmediğin şeyler, farklı bir âlemden içine tulû ediyor gibi gelecektir. Ve sen, seradan süreyyaya kadar bazen kürelerde, bazen de kendi iç âleminde dolaşacaksın. Topyekün küre-i arzın âdeta bir kalb gibi atışlarına ve çıkardığı tarrakalarla Allah’ı haykırışına kulak kesileceksin; ondan sıçrayıp güneşe intikal edecek, onun da büzülüp açılarak “Allah” diyen bir kalb gibi, Samanyolu içinde kendi yolunu almaya çalıştığını göreceksin.
Hâsılı, kendi kalbinin tik tak’ıyla birlikte bütün sistemlerin dehşet verici görüntüleriyle “Allah, Allah” dediğini duyacak, bu sistemler arasında seyahat eden bir mekik gibi gelip-giderken, aynı zamanda bir mârifet peteği meydana gelecek ve içinde bir iclal ve tazim hissi hâsıl olacaktır. Sonra da o koskocaman kevn ü mekânı idare eden Zât’ı “Allahu ekber” sözüyle tazim edecek; “Allahu ekber” deyip rukûa gidecek; “Allahu ekber” deyip secdeye kapanacak: “Allahu ekber” deyip celseye geleceksin…
Evet, Allah (celle celâluhu) çok büyüktür.. kul, namazda bu sözlerle O’nun azametine tanıklık eder, bu büyüklüğe nigehbân olur. Hatta O’nun bu büyüklüğü, bazen kulun içine dehşet salar, onu kendisinden geçirir ve ne yapacağını bilemez hâle gelir. Fakat bir an kendine geldiğinde de daha namaza başlarken “Rahman” ve “Rahîm” diye tavsif ettiği Cenâb-ı Hakk’ın, rahmet ve merhametiyle kâinattaki her şeyi kuşattığı gibi, kendisini de kuşattığının farkına varır. Öyle ki O’nun sadece kendisine nazar ettiği hissine kapılır; yalnız beni görüyor, beni duyuyor, ses ve soluğumda benim heyecanlarıma tercüman oluyor der. Müthiş derecede bir korku ve endişeye düştüğü hengâmda, böyle bir recâ ve ümitle yüz yüze gelmesi onun için bir rahmettir. Kul, bu mânâları duyduğunda, “Bu bezme ayak basıp Rabbimle hemdem oldum, artık O’ndan gelenlerle mest ve sermestim.” diyecek; ancak kendisi naz makamında olmadığı için, hayâya da dikkat edecektir. Çünkü O, yaratan; kul ise yaratılan ve rahmete muhtaç olandır.
Hâsılı, mü’min, daima hakiki namaza muvaffak olma ümidi içinde bulunmalıdır. Bu ümitle hareket ettiği müddetçe, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden, ona hakiki namaz kılma sevabının verileceği ümit edilir. Belki hepimiz, kıldığımız namazlarda hakiki namaza muvaffak olabilmek için ara sıra gayret gösterir, çırpınır dururuz. Yaptığınız bir secdeyi dahi, mahbuba koşar gibi değerlendirir, “Ah, şuna bir muvaffak olabilsem!” deriz. Ama asıl olan, her an Allah’ın azametini bütün parlaklığıyla vicdanımızda duyma, kendi küçüklüğümüzü kendi ruhumuzda sezme ve bu duygular içinde kıyamı, rukûu, sücudu ve celseyi Rabbe sunabilmedir. Zannediyorum ancak böyle eda edilen bir namaz, ruha ve kalbe istikamet kazandıracaktır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); إِنَّ الرَّجُلَ لَيَنْصَرِفُ وَمَا كُتِبَ لَهُ إِلَّا عُشْرُ صَلَاتِهِ تُسْعُهَا ثُمْنُهَا سُبْعُهَا سُدْسُهَا خُمْسُهَا رُبْعُهَا ثُلُثُهَا نِصْفُهَا “Kişi vardır, namazını kılar bitirir de, kendisine namaz sevabının onda biri yazılır. Kişi vardır, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri, yarısı yazılır.”[5] buyurur. Hâlbuki namaz odur ki hepsi mü’minin lehine yazılır. Bunu da ancak akıl ve şuurla Rabb’in huzurunda eda edilen namaz temin eder. Allah (celle celâluhu), bizleri mağfiret ve merhametine mazhar etsin, kendisine karşı bizdeki tazim ve iclal hissini içimizde kabarttıkça kabartsın ve tepeden tırnağa bize hâkim kılsın! Ümitsizliğe düşüp, yeis bataklığında boğulacağımız hengâmda recâ menfez ve kapılarıyla imdadımıza yetişsin. Huzurunda edepsizlik etmemek için de bir lahza bile bizleri edepten mahrum kılmasın.
b. Duygulara İstikamet Kazandırır
İnsan, hemen elde edeceği bir menfaate karşı hırslı, daha sonra elde edeceği daha güzel şeylere karşı ise çoğu zaman alâkasızdır. Kur’ân, bu hakikati, وَكَانَ الإِنْسَانُ عَجُولاً“İnsan çok acelecidir.”[6] âyetiyle ifade eder. Bir başka âyette, إِنَّ الْإِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا “Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.”[7] buyrulur. Devamında, إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا “Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder.”[8] Yani başına bir musibet geldiği zaman feryadı basar, yanar yakılır, her yerde kendi musibetini destanlaştırır, kendi derdiyle başkalarını da ağlatmak ister. Hâlbuki aceleci davrandığından bilmez ki başına gelen musibet belki kendisi hakkında hayırlıdır. Yine bilemez ki üzerinde müheymin ve nigehbân olan Allah (celle celâluhu), günahlarından arınmış olarak yeryüzünde salına salına gezmesi için musibetleri onun başına sağanak sağanak yağdırmaktadır. Fakat o peşin ücretin müptelası olduğundan hiçbir şekilde musibete karşı tahammülü yoktur. وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا “Kendisine imkân verildiğinde ise pinti kesilir.”[9] Tek kuruşun dahi elinden kaçmasına imkân vermez, birini bin etmek ister.
Evet, insanın mahiyetine yerleştirilen bu ve benzeri duygular ancak namazla istikamet kazanır ve doğru bir şekilde kullanılmış olur. Bu duyguların hedefi, aslında insanı a’lâ-yı illiyyîn-i kemalâta (insanlığın en yüksek mertebesi) yükseltmektir. Fakat insan, Rabbiyle arasında bir münasebet temin edemediği zaman, bunları nerede kullanacağını da bilemez. Bu şekilde suistimal edilen bu istidatlar dolayısıyla insanı a’lâ-yı illiyyîn-i kemalâta çıkaracağı yerde, onu başaşağı getirir ve esfel-i sâfilîne (en aşağı seviyeye) düşürür.
Mesela inat duygusu, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etme ve rahmetle rezonans olma suretiyle insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkartabilir. Zira bu duygu, insanın hakta sebat etmesini temin eder. Kendisine gelip çarpan küfür dalgaları karşısında dişini sıkar ve, “Ben hayatımda bir kere Rabbime döndüm. Ölüm gelip çatıncaya kadar başka bir yere dönmem bahis mevzuu olamaz.” der ve direnir, وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Yakin (ölüm) gelip çatacağı âna kadar Rabb’ine ibadet et.”[10] ferman-ı Sübhânisi doğrultusunda hareket eder. Böylece inat, yüce bir haslet hâline gelir ve insanın evc-i kemalâta (olgunluğun en üst noktası) yükselmesine vesile olur.
Hırs da böyledir. İnsan, uhrevî güzellikleri ancak hırs sayesinde elde eder. Haddizatında bu duygu, onun, yüce insanlara has keyfiyetleri kazanması, Rabb’ine kullukta alabildiğine derinleşmesi hatta onda hiç doyma bilmemesi, “Rabbim! Sana ibadet ne kadar tatlı, daha yükseğine beni ulaştır.” demesi ve neticede de Cennet’teki derecesini artırması için fıtratına dercedilmiştir. İnsan, Allah’la irtibatı kopuk olarak yaşarsa bu defa hırs, insanı Rabbisinden uzaklaştıracak olan dünyaya ve onun cazibedâr güzelliklerine sarfedilir ki bu, onun suistimal edilmesi demektir. İnsan, bu bataklık içinden bir daha da çıkamaz.
Hâlbuki bir sineğin kanadına mukabil gelmeyen bir dünya veya onun cüzî lezzetleri karşısında bu istidatların kullanılması, tamamen hüsran ve kaybetmişliktir. Bu korkunç hastalıklı hâle karşı Kur’ân-ı Kerim bize yol göstermekte ve, إِلَّا الْمُصَلِّينَ الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ “Ancak şunlar öyle değildir: Namaz kılanlar ki, onlar namazlarında devamlıdırlar (ihmal göstermezler).”[11] buyurarak, ancak namaz kılanların böyle bir vartaya düşmeyeceklerini haber vermektedir. Demek günde beş defa huzur-u ilâhiye gelen kimseler, kötü birer haslet olan hırsı, kini, nefreti, şehveti dünyevî hesaplarında kullanmayacak, belki ahiretleri hesabına kullanacaklardır.
c. İlâhî Davete İcabettir
Namaz, bir inşirah ve itminan vesilesi olduğu kadar, Rabb’in davetine bir icabet mânâsı da taşır. Günde beş defa minarelerden “Allahu ekber, Allahu ekber” diye ezan-ı Muhammedî okunur ve umum insanlara bir davetiye çıkarılır. Âdeta onlara, “Allah büyüktür, küçük olan sizlersiniz. Muhtaç olduğunuz şeyleri kazanmak için, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) vesilesiyle Rabb’in huzuruna çıkın, ulûfe dağıtılacak mescitlere koşun, felaha kavuşun.” denir.
Mü’min, bu davete icabet eder. Zira bu davet, onun davasının davetidir. O, bu hâliyle sanki, “Allahım! Beni günde beş defa camiye çağırdın; çağırdın ve işte ben icabet ediyorum. Beş değil, günde elli defa da çağırmış olsaydın ben yine gelecektim.” demek ister. Onun bu niyetine karşı Cenâb-ı Hak da, “Kulum! Biliyorum sen bu niyet içindesin. Ben de sanki elli defa camiye gelmişsin gibi sevap yazıyorum.” der ve beş vakit namaza karşılık elli vakit sevabı yazar.
Mü’min olmayana gelince o, günde beş defa okunan ezan-ı Muhammedî’ye kulak vermediği ve kılınan beş vakit namaza iştirak etmediği için, hayatı bâd-ı heva geçiyor, dolayısıyla defterine kaydedilen hiçbir hasenat da olmuyor demektir. Mü’min, yümünlü ve bereketli bir hayata sahiptir; o, dünya tarlasına bir olarak attığı tohumunu ahirette on, yüz, yedi yüz ve daha fazla katlarıyla hasat eder. Çünkü onun niyeti, amelinden daha büyüktür. Bu yüzden o, kulluk şuuru içinde bulunduğu müddetçe hayatının her safhası kulluk hesabına geçiyor demektir.
Bu kutsî davetin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüne gelince; Allah (celle celâluhu), namazla bizi kendi rahmetine davet eder. Tıpkı davet sahibinin, davetlilerini kapının önünde karşılayıp onlara izzet ü ikramda bulunması ve eli boş geriye göndermemesi gibi, günde beş defa minarelerin başından yükselen en güzel sesle –ki Kur’ân-ı Kerim, ezan-ı Muhammedî’nin büyüklüğünü anlatırken, وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللهِ “Allah’a davet edenin sözünden daha güzel söz mü olur?”[12] demektedir– mescitlere davet eden Allah (celle celâluhu), oraya gelenleri boş çevirmeyecek; sonsuz ihsan, kerem ve rahmetinden kullarının ruh ve kalblerine gıda lütfedecek, onların gözünden perdeyi kaldırıp lâhut âlemine açacak ve oraya ait cilveler gösterecek, –kul farkına varsın ya da varmasın– bir miraç yapma lütfuyla onları serfirâz ve şerefyâb kılacaktır. Kul, bu davete icabet edip Rabb’in huzuruna vardığı zaman, namazının bir merdiven hâline geldiğine ve kendisini yukarı doğru yükselttiğine şahit olacaktır. Öyle ki yükseldiği o doruk noktada Rabb’ini müşâhede edecektir.
Madem Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’ta Rabb’ini müşâhede etmiş; kul da aynı hakikati namazda yaşayacaktır. Zira Muhbir-i Sâdık şu sözleriyle bunu haber vermiştir: إِذَا أَتَاكُمْ كَرِيمُ قَوْمٍ فَأَكْرِمُوهُ “Bir kavmin kerimi (önde geleni) geldiği zaman ona hürmet gösterin, ikramda bulunun.”[13] Allah’a iman etmiş gönüller, yeryüzündeki bütün canlıların en kerimi sayılırlar. Çünkü onlar, Allah’a şirk koşup başkalarına secde etmemiş, ezan-ı Muhammedî okunurken davete icabet etmişlerdir. Bütün gönlümüzle ümit ediyoruz ki, Habib-i Edib’ine bu şekilde söylettiren Allah (celle celâluhu), kendi davetine icabet edip huzuruna gelenleri bu ihsandan mahrum bırakmayacaktır.
d. Rabb’le Konuşmadır
Namaz, gücü-kuvveti sınırsız olan bir varlığa teslim olma, O’na dayanma, işlerin hallini O’ndan beklemedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ciddi bir mesele karşısında daralıp bir sıkıntıya maruz kaldığı ve bir tereddüde düştüğü zaman namaza kalkar, Rabb’inin karşısında el-pençe divan durur ve böylece kalbini itminan ve huzura kavuştururdu. Çünkü bunu Cenâb-ı Hak istiyordu. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.”[14] âyeti bunu emreder. Yani, “Ey Allah’a inandık diyenler! Herhangi bir zorlukla karşı karşıya kaldığınız, dünyevî problemleriniz üst üste yığılıp çözüm beklediği zaman, içinizdeki sıkıntıları atmak ve ferahlamak üzere namaza durun ve dua etmek üzere huzur-u ilâhiye gelin. Zira namaz, acz ve fakr içinde bocalayan insanın, güç ve kuvvet sahibi olan Zât karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde durarak acz ve fakrını ifade etmesi demektir.”
İşte bu mânâda namaz, insanın, Cenâb-ı Hak’la karşılıklı konuşma makamına yükseldiği yüce bir mevkidir. Yaptığı hareket, okuduğu âyet ve dualarla, Cenâb-ı Hak’la kalbî irtibata geçer ve konuşur; kâh mütekellim olur, kâh muhatap olur. Daha önce de zikrettiğimiz bir kudsî hadis bu hakikati şöyle ifade etmektedir:
“Allah (celle celâluhu) buyurdu ki, “Ben, kıraati, kulumla kendi aramda iki kısma böldüm; yarısı bana diğer yarısı da ona aittir. Kuluma istediği verilmiştir. Kul, الْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ‘Âlemlerin rabbi Allah’a hamd ü senâlar olsun.’ deyince, Azîz ve Celîl olan Allah, ‘Kulum bana hamdetti.’ der.الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ‘O Rahman’dır, Rahîm’dir.’ deyince, Allah, ‘Kulum bana senâda bulundu.’ der. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ‘Hesap gününün sahibi…’ deyince, Allah, ‘Kulum beni tebcil ve ta’ziz etti (yüceltti).’ der. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ‘Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım isteriz.’ deyince, Allah, ‘Bu benimle kulum arasında bir (sözleşmedir). Kuluma istediğini verdim.’ der. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ ‘Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil.’ dediği zaman, Allah (celle celâluhu), ‘Bu da kulumundur; kuluma istediği verilmiştir.’ buyurur.”[15]
Hâsılı, kul, namazda Rabbiyle âdeta yüz yüze gelecek ve kalbinin derinliğine, sözünün samimiyetine, hareketlerinin inandırıcılığına göre bir mükâfat elde edecektir. Cenâb-ı Hak bunu taahhüt etmektedir.
e. İnsanı Fuhşiyattan Alıkoyar
Namaz, hayatın hesabını vermek üzere günde beş defa huzur-u ilâhiye çıkmadır. Başka bir ifadeyle o, her an, arkasında Azrail’in nefesini, önünde Rabb’in hesabını hissetmedir. Solda şeytanın saptırmasından Rabb’in dergâhına sığınma, sağda ise meleklerin teyidi altına girme neşvesi içinde, Rabb’in huzurunda el-pençe divan durmaktır. İşte bu mânâda eda edilen namazdır ki insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Çünkü bu mânâda kılınan bir namaz, günde beş defa günahlardan kurtulma ve Rabb’in huzuruna çıkma liyakatını kazanma mânâsına gelir. Bundan sonra artık günahlara girmenin bir mânâsı ve mâsivânın kir ve paslarına bulaşmanın mantıkî bir gerekçesi olamaz.
Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’de, إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ “Muhakkak namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor.”[16] buyuruyor. Fuhşiyat ve münkerat, kendilerine has o menhus yönleriyle mü’mini, esasen yapması gerekli olan miraçtan ve Rabb’in huzuruna çıkmadan alıkoyacak bir ağırlık, dolayısıyla Allah’ın sevmediği birer günahtırlar. “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”[17] hakikatince, günahlara dalan bir insan, o nispette de Allah’tan uzaklaşmış ve şeytana yaklaşmış olur. Başka bir ifadeyle, namazla kazandığı kurbiyeti, günahla kaybetmesi, adım adım tırmanıp zirvesine ulaştığı merdivenden, mânâsız şeyler için, yeniden hem de başaşağı düşmesi demektir. Öyleyse Rabb’e yakınlığı ideal edinmiş, onun arkasından koşan bir mü’min, kendini Rabb’inden uzaklaştıracak fuhşiyat ve münkerata dalmaktan –sahih hadisin ifadesiyle– ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmalı ve kaçmalıdır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Üç haslet vardır ki bunlar kimde bulunsa imanın tadını duymuş demektir. Bir: Allah ve Resûlü’nü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek. İki: Sevdiklerini sırf Allah rızası için sevmek. Üç: Allah, küfürden kurtarıp kendisine İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre girmekten, ateşlere atılmaktan korktuğu gibi korkmak.”[18] buyurur. O hâlde imanın tadını duyanlar, küfür ve küfre sebebiyet verecek şeylere maruz kaldıklarında ateşin içine götürülüyor gibi bir his duyacaklar ve tekrar ona dönmemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır.
İşte bu ruh ve bu şuur içerisinde namazı eda, Rabb’in karşısında el-pençe divan durup bir ahd ü peymân yenileme, Allah’la olan bağları kuvvetlendirme demektir. Bu haddizatında çok kolaydır; ama meselenin neşvesine eremeyenler için de zorlardan zordur. Namaz kılma Allah’a yaklaşmaya bir vesile olduğu gibi onu terk etme de şirke ve küfre girmeye bir vesiledir. Efendimiz, إِنَّ بَيْنَ الرَّجُلِ وَبَيْنَ الشِّرْكِ وَالْكُفْرِ تَرْكَ الصَّلَاةِ “Kul ile küfür ve şirk arasında sadece namazın terki vardır.”[19] buyurur. Başka bir hadislerinde ise, مَنْ صَلَّى صَلاَتَنَا وَاسْتَقْبَلَ قِبْلَتَنَا، وَأَكَلَ ذَبِيحَتَنَا فَذَلِكَ المُسْلِمُ الَّذِي لَهُ ذِمَّةُ اللهِ وَذِمَّةُ رَسُولِهِ، فَلاَ تُخْفِرُوا اللهَ فِي ذِمَّتِهِ “Kim namazımızı kılar, kıblemize yönelir, yediğimizden yerse o Müslümandır ve Allah ve Resûlü’nün himayesi altındadır. Allah’ın himayesini hafife almayınız.”[20] buyurur. Tıpkı gayrimüslimlerin, İslâmî bir idarenin zimmetini kabul edip o idarenin himayesi altına girmekle, Müslüman tebaanın istifade ettiği bütün haklardan istifade ettikleri gibi, Müslüman da âdeta namazını kılıp kıbleye teveccüh etmekle Allah ve Resûlü’nün himayesine girmiş olmaktadır. Artık kimse ona dokunamaz. Himaye altındaki bir insana yapılacak eza ve cefa, doğrudan doğruya onu himayesi altına alan kişiye karşı işlenmiş sayılır!
Demek Allah’ın himayesini kabul eden bir insan, büyük bir koruma altına girmiş, Müslümanlığa ait şeâir sayesinde küfür ve şirkle kendisi arasına bir perde çekmiş demektir.
f. İman Esaslarını Hatırlatır
Namaz, bir erkân-ı imaniye manzûmesidir. O, en başta Allah’la kul arasında bir münasebet tesis eder. Kul, “Allahu ekber” deyip namaza durduğu zaman, âdeta kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyi arkaya atar ve nazarını mânevî âlemlerin menfezlerine dikerek oradan gelecek şeylere dikkat eder. Yine o, kat’iyen bilir ki namazda ağzından çıkan ve duygular hâlinde içinde kabaran her şey, kelime-i tayyibe olarak Allah’a yükselme istidat ve kabiliyetindedir. Kur’ân’daki, أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti).”[21] âyeti, bu hakikati ifade eder. Bir başka âyette de Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ “Güzel ve temiz sözler O’na yükselir. Amel-i salihi, güzel ve makbul işi de Allah yüceltir (Güzel ve makbul işler, güzel sözlerin kıymetini artırır.)”[22]
Kul, mâsivâya gözünü kapamakla, sadece o âlemin müşahidi hâline gelir ve bu zevkle namazını eda eder… Zevkle eda eder çünkü Cenâb-ı Hakk’ın azameti karşısında kulun kendi küçüklük ve fakirliğini idrak ederek O’nun huşûuyla ürpermesinde ayrı bir zevk vardır.
Yine, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Sadece Sana kulluk yapıyor, sadece Senden yardım diliyoruz.” dediği zaman, mâbudiyetini itirafla birlikte O’na yeterince kulluk yapamadığını da itiraf etmiş olur. Bu acz ve fakr içinde O’na sığınır ve sanki şöyle der: “Rabbim! Sana kulluk yapıyorum, boynumda Sana ait tasmalar var, kulağımda Sana ait acz ve fakr küpelerini taşıyorum. Ben bir köleyim ama bu ne şerefli bir kölelik ki Senin kölenim!”
Evet, Allah (celle celâluhu), Sultanlar Sultanı, bizler de o kapının halâyıkıyız ve bunu –sünnet namazlarla birlikte– günde kırk defa tahiyyâta oturduğumuz zaman, أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ “Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim.” demekle, Allah’ın, hakiki mânâda mâbud ve maksud olduğunu, daire-i ulûhiyet ve Rububiyetinde şerîki bulunmadığını, her şeyin zimamının O’nun elinde olduğunu ilan ve itiraf etmiş oluyoruz.
Namazda, aynı zamanda peygamberlere imanın ikrarı vardır. Kelime-i şehadet içerisinde, وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ deyip, Resûl-i Zîşân’ın ismini zikretmekle ve O’nun peygamberliğine şehadette bulunmakla aynı zamanda Hz. Âdem’den Efendimiz’e kadar gelip geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine de şehadette bulunmuş oluruz. Bu söz, bizi yer yer gemide Hz. Nuh’un yanına, yer yer Tur’da Hz. Musa’nın yanına, yer yer gökten bir esrar hâlinde tecessüm ve temessül eden Hz. Mesih’in yanına ve yer yer de bir bakıma bütün peygamberlerin hususiyetlerini kendisinde toplamış olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına götürür ve geri getirir. Yine tıpkı O’nun huzuruna çıkmış ve O’nunla diz dize vermiş gibi, اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ “Ey künhünü idrak edemediğim ve benim için idrak edilmez meçhul olan, fakat Allah’ın talimi içinde kendini ‘Muhammedün Resûlullah’ diye tanıtan nebi! Sana zerrat-ı vücudum adedince selamlarımı takdim ediyorum. Sen onları kabul buyur!” der, selam veririz.
Biz, peygamberlere imanla maziyi karanlıklar diyarı görmeyecek ve gelecekte en tehlikeli noktaları yine onların vesayeti altında âdeta şimşek gibi geçecek, huzur dolu yerlere ulaşacağız inşâallah.
Yine bu esas içerisinde, meleklere imanı da hatırlarız. Onların varlığına iman sayesinde, hiçbir zaman kendimizi yalnız hissetmez, nerede olursak olalım bir vefalı dost gibi onların da yanımızda olduklarını ve bize, doğruya giden yolları gösterdiklerini, eğri yollar üzerine de setler ördüklerini düşünürüz. Onlara olan bu inancımız, burada içimizde bir sekîne ve huzur hâsıl eder, ahirette de tâklar altından geçerek krallara yakışır bir şekilde bizi karşılayacakları ve oluşturdukları kordon arasında Cennet’e gireceğimiz mülâhazasını aşılar.
Hâkeza, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ “O, hesap gününün sahibidir.” dediğimiz zaman, burada bize sahip ve hâkim olan Allah’ın, vefatımızdan sonra da bize sahip ve hâkim olacağını ve O’nun huzurunda hesap vereceğimiz günü hatırlarız. Öyle ki o günde O’nun iyi dediğine kimse kötü diyemeyecek, O’nun kötü dediğine de kimse iyi diyemeyecektir. اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Bizi doğru yola ilet!” dediğimiz zaman ise din-i mübin-i İslâm’ı, Kur’ân’ın ahkâm ve muhtevasını ve onların bizden taleplerini hatırlarız.
Evet, bütün bunlar, bir erkân-ı imaniye manzûmesi olan namaz içinde bizlere hatırlatılmaktadır. Belki biz, rukûda, secdede, tahiyyatta hatırlanması ve hissedilmesi gereken şeyleri bilemez, bir şaşkınlık içinde yatıp kalkabiliriz. Ne var ki Allah (celle celâluhu), ferman-ı samedânisiyle, içimizde kabaran kulluk arzusunu bir sistem hâlinde formüle ediyor, belli şekil ve kalıplara sokuyor ve “Ancak böyle yaparsanız razı olurum.” buyuruyor.
g. Günâhlara Kefarettir
Namaz, kâmil mânâda kılınırsa –birçok hadis-i şerifte de işaret buyrulduğu gibi– günahları siler, temizler. Zira namazda tevbenin şuur hâline gelmesi söz konusudur. Yani namaz ile yapılan tevbe kasdî ve iradî olmamakla beraber, istenen ölçüler içinde eda edilmiş bir namazla bütünleşme ve bu bütünlük içinde huzur-u ilâhiye gelme, insanda tevbe adına bir şuur mayalar.
Diğer taraftan namaz, yekpare tevbe demektir. Tevbe, namazın bütün rükünlerine öyle sinmiştir ki onu tevbeden ayrı mütalâa etmek âdeta imkânsızdır. Her tevbe elbet namaz değildir; fakat şuurla kılınmış her namaz aynı zamanda bir tevbedir. Ne var ki namazın böyle bir tesir icra edebilmesi için öncelikle onun istenen seviyede yerine getirilmesi lazımdır.
Burada, konuyla ilgili hadislerden anlaşılabilecek şöyle bir nükteye de dikkatinizi çekmek istiyorum: Cenâb-ı Hak dilerse her namazda günahları affedebilir. Ancak kul, günahının ızdırabını, yirmi dört saat gönlünde duymalıdır ki bu, o günahların affına ciddi bir davetiye olsun ve o gün işlenen günahlara mukabil, yine o gün dolu dolu tevbeyle geçsin.. ve kul, bu tevbenin kabulünü o günün bütün namazlarında arasın ve bulmaya çalışsın. Her gününü böyle geçirenler için bu şuurla namazın eda edilmesi de ayrı bir lütuf olsa gerek. Nasıl ki Ramazan içinde Kadir gecesi, cuma içinde duaların makbul olduğu vakit gizlidir ve bununla da bütün Ramazan ayının ve bütün cuma gününün değerlendirilmesi hikmeti gözetilmiştir. Bunun gibi günaha kefaret olacak namaz da gizli tutulmuştur ki, insan her namazında bunu arasın ve namazını bu duygularla eda etsin. Neticede namazlarından herhangi birinde kefaret meyvesini devşirmiş olsun.
h. Allah’a Yakınlığa Vesiledir
Namaz, Rabb’e yakınlığa en büyük vesiledir. Mü’minin, Rabb’ine, secdeden daha sevimli bir şeyle yaklaşması bahismevzu değildir. Bunu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kul Rabb’ine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok yapın.”[23] sözleriyle ifade eder. Mü’min, içi kıvrım kıvrım ve kalbine sadece Allah’ın nigehbân olduğu bir secdeyle Rabb’ine o kadar yaklaşmış olur ki, o Allah’a yaklaştıkça şeytan da feryadı basarak ondan uzaklaşır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hâli şöyle ifade eder:
“Âdemoğlu secde âyeti okur ve secde ederse şeytan ağlayarak ayrılır ve, ‘Yazık bana, insanoğluna secde etmesi emredildi ve secde etti, mukabilinde ona Cennet var. Ben de secde emrine muhatap oldum ama ben itiraz ettim, benim için de ateş var.’ der.”[24]
O hâlde mü’min, şeytanı kendisinden bu denli uzaklaştıran ve yine kendisini bu denli Rabb’e yaklaştıran namazdan hiçbir zaman uzak olmamalıdır. Hususiyle o, secdeye çok ehemmiyet vermeli, Rab karşısında başını yere koyup derdini şerh etmek için bahane aramalı ve, “Rabbim bu gönlümün feryadını kimse dinlemedi, dertlerime kimse derman olamadı.. onun için derdimi Sana açıyorum.” deyip içini O’na açmalıdır. Zaten onun secdede söylediği, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى “Büyük olan Rabbim (her çeşit kusurdan) münezzehtir.” sözleriyle, “Rabbim! Ben kendi nefsime zulmettim, cirmimin küçüklüğüne bakmayarak büyük cürümler işledim. Fakat şu anda Senin azametin karşısında gururumu kırıyor, Sana dehalet ediyor ve başımı yere koyuyorum. Beni mağfiret et! Çünkü Sen’den başka mağfiret edecek kimse yoktur. Sen her şeye şahit ve nigehbânsın. Günahkâr dahi olsam başkasının kapısını çalmadım, kimse karşısında secde ve rukû etmedim. Belki her şeyime karışsalar bile secdeme kimseyi karıştırmadım. Şeytanın vâveyla edip kaçtığı yerde ben فَفِرُّوا إِلَى اللهِ “Allah’a kaçın, O’na iltica edin!”[25] emrine uydum, Sana doğru firar ediyorum. Sana sığınıyor ve Sana dehalet ediyorum.” mânâlarını dile getirmektedir.
Evet, namaz, Rabb’e yakınlık ile –meleklerin de şehadetiyle– affa vesile olabilecek en büyük ibadettir. Namazın bu kıymetinden ötürüdür ki, melâike-i kiram görev değişimini namaz vakitlerinde yaparlar. Sahih bir hadiste Allah Resûlü şöyle buyurmuştur:
“Gece ve gündüz bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler (hesabınızı vermek üzere huzur-u ilâhîye) yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere sorar: ‘Kullarımı nasıl bıraktınız?’ Melekler de, ‘Biz onları namaz kılıyorken bıraktık, zaten yanlarına vardığımızda da namaz kılıyorlardı.’ derler.”[26]
İşte namaz, mânâ ve muhtevası bu kadar ağır, her rüknü semada bir topluluk tarafından yerine getirilen melâike-i kiramın ibadeti, Nebi’ye aracısız verilen bir vazifedir. Diğer bütün ibadetlerde Cibrîl’in tavassutu söz konusudur; ama namaz öyle değildir. O, Cenâb-ı Hakk’ın Miraç’ta Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtasız olarak takdim ettiği bir hediyedir. Bu yüzden o, sıdk ile eda edildiği zaman –Efendimiz’in ifadesiyle– insana elli vaktin sevabını kazandırır.[27]
Yine o, insanı, bütün küçüklüğüne, eksikliğine ve esfel-i sâfilîne düşmeye müheyya olmasına rağmen, bir anda Allah’ın (celle celâluhu) huzuruna taşır ve O’nunla muhatap kılar. Tabir caiz ise kul, namazda Allah ile bir pazarlığa girişir; bazen o konuşur, bazen Rab konuşur, bazen de melekler bu işe iştirak eder. Kul, namaza gelirken sanki, “Ey beni yaratan! Küçüklüğüme rağmen huzuruna alan, bana hitap etme imkânını veren ve kendisi hitap etmek suretiyle beni tekrim ve teşrif eden Rabbim! Sana karşı içim saygı dolu olarak bir şey yapmak istiyorum. Bana vermiş olduğun bunca ihsanının şükrünü ne ile ödeyebilirim, içimde bunca nimete tercüman olabilecek bir şey bulamıyorum. Bana bir dil ver, bir soluk lütfet de Seni tazim ve tekrim edip Sana karşı şükrümü eda edeyim! Tıpkı Senin Kendini tazim ve tekrim ettiğin gibi.” der.
Cenâb-ı Hak da onun bu arzusuna, “Hz. Muhammed’in eliyle, Miraç’tan uzanan bir dil hâlinde sana namazı verdim; namaz diliyle konuşacak, bana karşı içinin saygısını onunla ifade edeceksin. Ondaki her bir rükün, bir dil hâline gelecek ve sen o dillerle şükrünü ifa edeceksin.” şeklinde cevap verir. Kul, bu konuşmadan sonra bazen ayakta durarak, bazen rukûa eğilerek, bazen de secdeye kapanarak Rabb’ine karşı şükrünü eda eder. Bütün bunlardan sonra da, “Rabbim! Âdeta bir makine gibi, yüzlerce mafsalı vücuduma takmak suretiyle, namazda saygı ve huşûumu eda etme imkânını lütfettin. Bundan ötürü de ayrı bir saygı ve haşyet duyuyor, Seni ayrıca tebcil ve tazim etmek istiyorum. Bunu da niyetim itibarıyla kabul et!” der.
Hâsılı, namaz, bütün erkânıyla birlikte, kulun dile getiremediği ya da getirmek için pervane gibi pervaz ettiği iç sıkıntılarına tercüman olur. Cenâb-ı Hak da o dillerden yükselen seslere kulak verir, “Kulum bana secde etti, kulum bana rukû etti ve kulum bana kulluk vazifesini hakkıyla eda etti. Ben de onun istediğini verdim.” buyurur ki, bu hâl zaten insan için bir gâye-i hayaldir. Cenâb-ı Hak’tan ümidimiz, namazda böyle bir miracı bütün pâk ve temiz vicdanlara duyurması; ibadet ü taate yabancılaşmış, namazı ağır bir yük kabilinden eda eden ve onu sadece formalite olarak yerine getiren insanlara da namazın gerçek mânâsını duyurmasıdır.
[1] Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/128, 199, 285.
[2] Ebû Dâvûd, edeb 78; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/364, 371.
[3] Buhârî, rikâk 28; Müslim, cennet 1.
[4] Ankebût sûresi, 29/45.
[5] Ebû Dâvûd, salât 127; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 1/211-212; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 2/281.
[6] İsrâ sûresi, 17/11.
[7] Meâric sûresi, 70/19.
[8] Meâric sûresi, 70/20.
[9] Meâric sûresi, 70/21.
[10] Hicr sûresi, 15/99.
[11] Meâric sûresi, 70/22, 23.
[12] Fussilet sûresi, 41/33.
[13] İbn Mâce, edeb 19; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/234.
[14] Bakara sûresi, 2/153.
[15] Müslim, salât 38; Tirmizî, tefsir 2; Nesâî, iftitah 23.
[16] Ankebût sûresi, 29/45.
[17] Bediüzzaman, Lem’alar, s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).
[18] Buhârî, îmân 9, 14, ikrâh 1; Müslim, îmân 67.
[19] Müslim, îmân 134; Tirmizî, îmân 9; Ebû Dâvûd, sünnet 15.
[20] Buhârî, salât 28, edâhî 14; Tirmizî, îmân 2; Nesâî, îmân 9.
[21] İbrahim sûresi, 14/24.
[22] Fâtır sûresi, 35/10.
[23] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35, tatbîk 78.
[24] Müslim, îmân 133; İbn Mâce, ikâme 70; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/442.
[25] Zâriyât sûresi, 51/50.
[26] Buhârî, mevâkîtu’s-salât 16; bed’ü’l-halk 6; tevhid 23, 33; Müslim, mesâcid 210.
[27] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259.
Kaynak: Miraç Enginlikli İbadet: Namaz / M.Fethullah Gülen