Hayat, namaza göre tanzim edilmeli ve namaz, bir takvim gibi hayatın her noktasını kuşatmalıdır. Hayatın gerçek takviminin blokajı namaz üzerine oturtulmalıdır. Namaz vakitleri köşe taşları olmalı ve sair işler bu köşe taşlarına göre programlanmalıdır. Eskiler bir iş için sözleştiklerinde, “Sabah namazından önce… Öğle namazından sonra…” derlerdi. Kur’ân’da da bu espri muhafaza edilir ve pek çok yerde “Namaz kılındıktan sonra…” “Filan namazdan önce…” gibi ifadelere yer verilir.
O hâlde mü’min, rahmet ufkundan ulûfe adı altında kendisine verilecek şeyleri almak üzere mescidin yolunu aşındıracak, kalbini kontrol edecek ve mescit mirsadından Rabb’ini gözetleyecektir. Sahabe efendilerimiz, o huzurun vermiş olduğu mehâbet ve mehâfeti anlatırken, “Biz Efendimiz’le oturur sohbet ederdik ama namaza durduğumuzda sağımıza-solumuza bakmaz, birbirimizi tanımaz olurduk ve nazarlarımız bütün dikkatiyle bilemediğimiz başka âlemlere dikilirdi.” derler. Çünkü Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara, لَا يَزَالُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ مُقْبِلًا عَلَى الْعَبْدِ فِي صَلَاتِهِ مَا لَمْ يَلْتَفِتْ، فَإِذَا صَرَفَ وَجْهَهُ انْصَرَفَ عَنْهُ “Allah, namaz kılan kuluna nazar eder, teveccühte bulunur. Sağa sola bakıp ondan yüzünü çevirdiğinde ise O da ondan teveccühünü keser.” buyurmuştu.[1]
Evet, Rabb’e teveccüh ederken dahi, ruhunda bu olgunluğu duymayan insan, mescitte de olsa cismaniyetinden çıkıp kalb âlemlerinde pervaz edemeyecek, oturup-kalkışına bir istikamet kazandıramayacak, evindeki ve sokaktaki perişaniyetini camide de devam ettirecek, namaz kılacak fakat semeresini elde edemeden dönüp geri gidecektir. Bir kısım ehl-i tahkik, bu hususta çok titiz davranmış ve bir ölçü olarak namazda yanındakini tanıyanın namazı bozulur demişlerdir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ادْعُوا اللهَ وَأَنْتُمْ مُوقِنُونَ بِالإِجَابَةِ، وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ لاَ يَسْتَجِيبُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لاَهٍ “Allah’a duayı, size icabet edeceğinden emin olarak yapın. Şunu bilin ki Allah (celle celâluhu) gafletle başka meşguliyetlerle oyalanan kalbin duasını kabul etmez.” buyurur.[2]
O hâlde mü’min, âdeta hırsıza veya tefeciye karşı cüzdanını koruduğu gibi, fısk u fücurun kol gezdiği sokaklardan geçip mescide geldiği zaman da kalbini yoklamalı, Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıracak dünya ve dünyalıkları kalbinden çıkarıp atmaya çalışmalı ve teveccüh-ü tâmmı elde etmeye gayret etmelidir. Aksi hâlde Rabbisiyle münasebet kurma ve onunla Rabb’in huzuruna gelme adına, kalbine cüzdanı kadar ehemmiyet vermemiş olur ki, Rabbi katındaki kendi değer ve kıymeti de o kadar olur. Mü’min, namazda sadece Rabb’ini bilecek, bütün kalbiyle O’na teveccüh edecektir. Günde eda ettiği beş vakit namazla, kendisini Rabb’inden uzaklaştıran gafleti, âdeta ense köküne bir balyoz yemiş gibi dağıtıverecek ve kulluğunu bütün zamana hâkim kılacaktır. İtibari bir hat şeklinde telakki edilen zaman, yapılan bu kulluk sayesinde değer kazanacak ve ebedî âleme bir sel gibi akacak; gece gündüzü, gündüz de geceyi takip edecek ve neticede Cennet’te kula tebessüm eden Cennet meyvelerini meydana getirecektir.
Evet, kulun orada karşısına çıkacak her şey, burada Rabbisiyle kuracağı alâkanın bir ifadesi olacaktır. Şayet burada, her namaz kıldığında ayrı bir neşve duymuş, hep derinleşmiş, her defasında yepyeni hüzme ve mânâlarla kendine dönmüşse bütün bunları Rab orada teker teker kendine döndürecektir.
- Namazın Beş Vakte Tahsisi
- Kur’ân-ı Kerim’de Beş Vakit Namaz
- Hadislerde Beş Vakit Namaz
- Namazın Beş Vakte Tahsisinin Hikmetleri
- Sabah Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
- Öğle Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
- İkindi Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
- Akşam Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
- Yatsı Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
- Gece Karanlığı ve Teheccüd
1. Namazın Beş Vakte Tahsisi
Namazın günde beş vakit olduğunu, hem Kur’ân-ı Kerim âyetlerinden hem de Efendimiz’in Sünnet’inden anlamak mümkündür. Biz, öncelikle Kur’ân-ı Kerim âyetlerinden namazın beş vakit olduğuna dair işaretleri zikredecek, daha sonra da hadislerde bunun uygulamalarını göreceğiz.
a. Kur’ân-ı Kerim’de Beş Vakit Namaz
İnsan olmanın gereği olarak bizler, mazhar olduğumuz şeyleri hemen unutuverir ve hatırlamaz oluruz. Bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz bu gafletimizi çok iyi bildiği için, günün yirmidört saatini belli parçalara ayırmış ve bu parçaların belli bölümlerinde kendi huzuruna gelip, âdeta hesap verme havası içinde ve sahip olduğumuz nimetleri hatırlamamız için el-pençe divan durmamızı istemiştir. Çünkü kul, semt-i ulûhiyete yakın olduğu müddetçe hayret ve hayranlığı devam eder; O’ndan uzak kaldığı müddetçe de behimîyet (gerçek insanlıktan uzaklık, hayvanî hisler) onun yakasını bırakmaz. İşte Cenâb-ı Hak, bu gafleti kıralım diye, إِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا “Namaz, mü’minler üzerine, vakitleri belli olarak farz kılınmıştır.”[3] buyurmakta ve bizleri belli vakitlerde mescide davet etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim pek çok âyetiyle namaz vakitlerine işarette bulunur. Bunlardan birkaç tanesini zikredecek olursak:
وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ
“Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira böyle güzel işler, günahları silip giderir/güzellikler kötülükleri izale eder. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.”[4]
أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا
“Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namaz kıl, bir de sabah namazını.. sabah namazının şahitleri vardır (melekler o namaz esnasında hazır bulunurlar).”[5]
فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا وَمِنْ آنَاءِ اللَّيْلِ فَسَبِّحْ وَأَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضَى
“Onların söylediklerine sabret ve güneşin doğumundan ve batımından önce Rabb’inin yüceliğini ilan et, O’na hamdet. Gecenin bazı vakitlerinde, gündüzün bazı taraflarında da O’na ibadet et ki Allah rızasına eresin.”[6]
Cenâb-ı Hak başka bir âyet-i kerimede, فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ “Akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde), sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah’ı tesbih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.”[7] buyurmakta ve namazın günde beş vakit olduğunu bildirmektedir.
O hâlde kul, göklerin meleklerle, arzın da âbidlerle dolup hamd ü senâ ile O’nu nida ettikleri akşam, yatsı ve sabah vakitlerinde, yine bütün âlemin dil kesilip Allah’ı takdis, tahmid ve tesbih ettikleri öğle ve ikindi vakitlerinde tesbih, tekbir ve tazim ifade eden sözlerle o geniş senfonizmaya iştirak edecek, o âhengi bozmayacaktır. Nafi İbn Ezrak, Resûl-i Ekrem’in tefsir anlayışını İbn Abbas’tan dinlemiş olanlardan biridir. O, İbn Abbas’a, “Beş vakit namaz Kur’ân-ı Kerim’de anlatılıyor mu?” diye sorduğunda İbn Abbas, bu âyeti okumuştur.[8] Evet, âyet gösteriyor ki, günlük namaz beş vakittir ve vakit bevakit kılınması gerekmektedir. Sadece İbn Abbas değil, pek çok sahabi bu âyet-i kerimeden aynı mânâyı çıkarmıştır.
“Âyette sadece dört vakit zikrediliyor.” şeklinde bir şüphe akla gelebilir. Ancak, حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى وَقُومُوا لِلهِ قَانِتِينَ “Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.”[9] âyetinde bu sayı daha açık bir şekilde ifade edilmektedir. Arapçada üçten az olan şeyler, çoğul sigasıyla ifade edilmez. Dolayısıyla “namazlar” kelimesiyle ifade edilenin en az üç namaz olması gerekir. Âyette bir de “orta namaz” dan bahsedilmektedir. Bununla birlikte en az dört vakit eder. Bir namazın orta namaz olabilmesi için iki tarafında da eşit sayıda namazın olması gerekir. Dolayısıyla dört olamaz. Öyleyse en az beş vakit namaz olmalıdır. “Orta namaz”ın hangi namaz olduğunda ihtilaf edilmiş olsa da, onun ikindi namazı olduğuna dair görüş ağır basmaktadır. Bu görüşü destekleyen rivayetlerden bir örnek vermek gerekirse; Hendek vak’asında, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), savaşın şiddetinden o günün ikindi namazını vaktinde kılamamışlardı. Bunun üzerine şöyle dedi: “Ey Allahım! Bizi orta namazdan, ikindi namazından alıkoyanların evlerini ve kabirlerini ateşle doldur.”[10]
Evet, namaz o kadar mühimdir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) harbin şiddetinden dolayı kılamadığı namazlara çok üzülmüş; o zamana kadar hep insanlığın hayrı ve selameti için dua etmiş iken, bu sefer namazlarına engel olanlara ellerini kaldırıp bedduada bulunmuştur. Rahmet peygamberi niçin böyle yapmıştı? Çünkü namazın O’nun katında ayrı bir değeri vardı. O gün, “salât-ı vustâ” kaçırılmış, dolayısıyla gün parçalanıp ikindi vaktinde Rabb’e teveccüh edilememiş ve miracın bir cüz’ü terk edilmişti.
Demek namaz, günde beş vakit olmalı ve kul, günde beş defa Allah’ın huzuruna gelebilmeli ki, kemale yükselme adına hız alabilsin; beş defa hayatın hesabını vermeli ki, gafleti izale edip Rabbiyle münasebet kurabilsin; edeple Rabb’in huzurunda oturmasını bilmeli ki, feyz-i akdesten gelen sırra kalbi müheyya hâle gelebilsin, letaifi bu işte oturaklaşsın, ruhunda bir zerafet ve nezaket hâsıl olsun ve böylece hayvaniyete ait hususları sırtından atsın ve fuzulî bir yük taşımasın.
Âyette dikkat çekilen bir diğer husus da namazın, “tesbih” sözüyle ifade edilmesidir ki, zaten namazın mânâlarından biri de budur. Zira mutlak zikir kemaline masruftur. Biz, Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünü ve bizim küçüklüğümüzü ifade etmek için kelime arar, O’na karşı kavlî, fiilî ve hâlî tazim, tesbih ve tekbiratımızı ifade etmenin yollarını araştırırız. Hâlbuki O’na karşı ifade edebileceğimiz en tazimkâr ifadeler –ki, bunlar “sübhânallah”, “elhamdülillah” ve “Allahu ekber”dir– hepsi bir bütün hâlinde namaza serpiştirilmiştir. Daha kıraate başlamadan Sübhâneke duasında, “Allahım, Seni her çeşit noksan sıfatlardan takdis ederim, hamdim Sanadır.” der; yine Fâtiha’ya başlarken, “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” âyetini kıraat eder ve rukûdan doğrulurken de, “Ey Rabbim! Bütün hamdler Sanadır.” der ve bütün bu ifadelerle Allah’a hamd ederiz. Aynı şekilde namazda, Allah’ın başdöndürücü icraatı karşısında hayret ve hayranlığımızı “Allahu ekber” sözüyle ifade eder, onun her rüknünde “Allahu ekber” der yatar, “Allahu ekber” der kalkarız. Yine O’nun semt-i ulûhiyetine el uzatmamayı ve O’na karşı koymamayı “Sübhânallah” sözü ile ifade eder; bazen de celâli cemâlle yan yana getirir ve “Allahım! Seni hamdinle tesbih ederim; Yüce Allahım, Seni tenzih ederim.” sözünü söyleriz. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), beşaret gamzeden bir sözünde şöyle buyurmuştur:
كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ على اللِّسَانِ ثَقِيلَتَانِ في الْمِيزَانِ حَبِيبَتَانِ إلى الرحمن سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيمِ
“İki söz vardır, bunlar dile hafif, terazide ağır, Rahman’ın katında da pek sevimlidir: ‘Sübhânallahi ve bihamdihi, sübhânallahil azim’ (Allahım! Seni hamdederek tesbih ederim, yüce Allahım seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim) sözleridir.”[11]
Hâsılı, namaz, bütünüyle Cenâb-ı Hak tarafından formüle edilmiştir. Bu kudsî kelimelerle bezenmiş günde eda edilecek beş vakit namaz, bizi hem tesbihat hem tazimat hem de tekrimatla serfiraz kılacak ve kendisi bir miraç vesilesi olarak bir anda bizleri kalben ve ruhen Rabb’in huzuruna taşıyacaktır.
b. Hadislerde Beş Vakit Namaz
Namazın beş vakte tahsisi, sadece âyetlerde geçtiği şekilde mücmel kalmamış, Cenâb-ı Hak doğrudan doğruya melek vasıtasıyla da namaz vakitlerini Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim buyurmuştur. İbn Abbas’ın (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü, bu hakikati şu şekilde haber vermektedir:
“Cibrîl bana, Beytullah’ın yanında, iki gün boyunca namaz kıldırdı. Bunlardan birincisinde öğle namazını, gölge, ayakkabı bağı kadarken (yani gün ortasında cisimlerin gölgesi en kısa olduğu vakitte) kıldık. Sonra ikindi namazını, her şeyin gölgesi kendi misli kadarken kıldık. Akşam namazını, güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman; yatsı namazını, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca; sabah namazını, şafak söküp oruçluya yemek-içmek haram olunca kıldık. İkinci gün öğle namazını, bir önceki gün ikindiyi kıldığımız vakit, yani her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldık. İkindi namazını, her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldık. Akşam namazını, bir önceki gün kıldığımız aynı vakitte; yatsı namazını, gecenin üçte biri geçtikten sonra; sabah namazını ise gök biraz aydınlandıktan sonra kıldık. Sonra Cibrîl bana yönelip şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Bunlar senden önceki peygamberlerin namaz vakitleridir. Sizin namaz vakitleriniz de bu iki vakit arasında kalan zamandır!’”[12]
Evet biz, beş vakit namazı Efendimiz’in sünnetinde açıkça görürüz. Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitapları, Efendimiz’in Miraç’tan döndüğünde, diğer ümmetlere farz kılınan elli vakte bedel, kendi ümmetine beş vaktin farz kılındığını bildirdiğini haber verir. Hadisi, Hz. Enes (radıyallâhu anh) şu şekilde rivayet etmektedir:
“Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraca çıktığı gece elli vakit namaz farz kılındı. Sonra bu azaltılarak beş vakte indirildi. Sonra da şöyle hitap edildi: ‘Ey Muhammed! Artık, nezdimde (hüküm kesinleşmiştir), bu söz değiştirilmez. Bu beş vakit, (Rabb’inin bir lütfu olarak on misliyle kabul edilecek ve) Sen ve ümmetin için elli vakit sayılacaktır.’”[13]
Yine sahih bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?” diye sorar. Ashab ise, “Bu hâl, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz, “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler.”[14] buyurur ve beş vakit namazı sarahaten ifade eder.
Namaz vakitleriyle ilgili olarak hadis kitaplarında anlatılan ve beş vakit namazın vakitlerini gösteren diğer bir vak’ayı ise Ebû Musa el-Eş’arî (radıyallâhu anh) şu şekilde rivayet etmektedir: “Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir zat gelerek namaz vakitlerini sordu. Efendimiz ona hiçbir cevap vermedi (Bir başka rivayette, ‘Bizimle iki gün boyunca namaz kıl.’ dedi). (Sabah vaktinde) şafak sökünce, henüz kimse kimseyi tanıyamayacak kadar ortalık karanlık iken Bilal’e emretti ve o da sabah namazı için kâmet getirdi (ve namaza duruldu). Sonra güneşin tam tepe noktasından batıya dönüm (zeval) anında yine Bilal’e emretti, öğle namazı için kâmet getirdi. Bu vakit için –öbürlerinden daha iyi bilen– birisi, ‘Bu, gün ortasıdır.’ demişti. Sonra güneş henüz parlak ve yüksekte olduğu bir vakitte Bilal’e, ikindi namazı için kâmet getirmesini emretti. Güneş batınca akşam namazı için, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca da yatsı namazı için kâmet getirmesini emretti ve namaz kılındı. Ertesi gün sabah namazını geciktirdi. O kadar ki, namazı bitirdiğimizde birbirimize, ‘Güneş doğdu mu?’ diye sorduk. Öğle namazını, bir önceki gün ikindiyi kıldığımız (âna yakın) vakitte kıldık. İkindi namazını, güneş artık parlaklığını kaybedip sarardıktan sonra; akşamı, ufuktaki aydınlığın kaybolmasından hemen önce kıldık. Yatsıyı ise, gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar tehir ettik. Ertesi gün sabah olunca Allah Resûlü, soru sahibini çağırdı ve, ‘Namaz vakitleri işte bu iki vakit arasıdır.’ buyurdu.”[15]
Hâsılı, beş vakit namazın eda şekli Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğrettiği biçimde günümüze kadar nasıl devam etmişse namaz vakitleri de aynı şekilde devam etmiştir. Dolayısıyla bizim için beş vakit namaz nasıl mühimse onları vaktinde eda etmek de o kadar mühimdir. Başka bir ifadeyle namaz kılmak nasıl farz ise onları vaktinde kılmak da öyle farzdır; yine namazı terk etmek nasıl haramsa onları vaktinden geriye bırakmak da haramdır. O hâlde bütün namazların, Efendimiz’in tespit buyurduğu vakitler içinde kılınması gerekir. Sahabe, en faziletli amelin ne olduğunu sorduklarında, Efendimiz’in saydığı üç esastan biri, vaktinde kılınan namaz olmuştur.[16] Yani vaktin namazla nurlanması, onunla değer kazanmasıdır. Zikredilen diğer esaslardan ikincisi, anne babaya iyilik ve ihsanda bulunma; üçüncüsü ise Allah yolunda cihattır. O hâlde bunlar birbirleriyle müsavi fiillerdir.
2. Namazın Beş Vakte Tahsisinin Hikmetleri
Biz, Cenâb-ı Hakk’ın, günün belli vakitlerine tahsis ettiği beş vakit namazda, Kur’ân, kâinat, insan ve onun kulluğunun iç içe girdiğini müşahede ederiz. Kâinat kitabı, onun küçük bir misali ve çekirdeği olan insan ve onların da tercümesi olan Kur’ân, namazda iç içe girer ve âdeta bir vahidin üç yüzünü teşkil ederler. Şöyle ki bütün bir kâinatın küçük bir misali ve hulâsası olan kul, kâinatın tercümesi olan Kur’ân ve O’nun da hulâsası olan Fâtiha ile Rabb’inin huzurunda el-pençe divan durur ve kulluğun hulâsası olan namazını eda eder.
Konuyu biraz daha açmak gerekirse, insan, esmâ ve sıfat-ı ilâhiye adına şerh edilmiş kâinatın bir fihristesidir. Bütün âlemler onda pinhân ve bütün cihanlar da onda matvidir (onun mahiyetine gizlenmiştir). Yani kâinat, satır satır onda yazılmıştır; tıpkı “yâ sîn” lafzında Kur’ân’ın yazıldığı gibi. Dikkatli bir göz, bütün kâinatı insanda okur ve bütün mânâları onda görebilir. Yine bütün kitapların hulâsası Kur’ân’dır; Tevrat, Zebur ve İncil gibi diğer mukaddes kitapların hepsi Kur’ân’da hulâsa edilmiş, bütün sahifeler O’nda özetlenmiş, geçmiş peygamberlerin gönül heyecanları ve ilhamları Kur’ân’a derc edilmiştir. Kur’ân’ın bütünü ise Fâtiha’da hulâsa edilmiştir. Bundan dolayı günümüze kadar nice müfessirler, Fâtiha’nın ihtiva ettiği mânâ ve verdiği derse dikkat çekmiş, bu gayeye matuf ciltlerce eser takdim etmiş ve Fâtiha’nın her yönüyle Kur’ân’ın hulâsası olduğunu ifade etmişlerdir.
Dolayısıyla namazda okunan Fâtiha, Kur’ân’ın muhtevasını ifade eden bir dil hâline gelir. Biz, bütün takdis, tesbih, tahmid ve tekbirleri onunla ifade eder, kulluğumuzu onunla Allah’a takdime çalışırız. Tabi yalancı çıkmamak için, sonra da bütün bunları fiilimizle ispat eder, “Rabbim! Bizler, söylediğini yerine getirmeyen münafıklar değiliz; dilimizle ifade ettiğimiz şeyleri mühürlemek için mescide gidip yüzümüzü yere koyacağız. Oruçla ağzımıza mühür vuracak, gece sıcak döşeği terk edecek, تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için) vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”[17] âyetine ittiba edeceğiz.” der, bütün bunları bir de hâlimizle gösteririz. Zira dil, kalbin tercümanı; ameller de dilin bürhanıdır. Kalbde temizlik varsa dilde karşılığını bulacak; dilde söylenen şey doğru ise amellere aksedecektir. Bu üç şeyi birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Evet, kâinatın hulâsası olan kul, Kur’ân’ın hulâsası olan Fâtiha ile ibadetlerin hulâsası olan namaz miracıyla Rabb’in huzuruna gelir. Böylece kâinat, dürülmüş bir kitap hâlinde onda makes bulur. Bunu daha anlaşılır bir dille şu şekilde ifade etmek de mümküdür: Saatin saniye, dakika ve saatleri sayan ibreleri olduğu gibi, öyle bir saat düşünün ki, onun seneyi, beşerin ömrünü ve kâinatın ömrünü gösteren ibreleri olsun ve onların her birinin miadı dolunca, ibre “tık” diye atsın. Bu ibrelerden biri hareket edince, diğeri de hareket etsin. İşte kâinat, Allah’ın böyle bir saatidir; eşya ve hâdiseler zaman içinde âdeta bir sel gibi akıp giderken, böyle bir saat de işleyerek hareket etmektedir. Onda günü, haftayı, ayı, seneyi gösteren ibreler vardır; her birinin zamanı gelince de “tık” diye atmaktadır. Biz, o büyük saatte seneyi gösteren ibreleri gördüğümüzde, insan ömrünü gösteren bir ibrenin de olduğuna inanır ve onun da hareket ettiği kanaati içimizde hâsıl olur. Bir gün gelecek كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabb’inin zatı baki kalacak.”[18] sırrı tecelli edecek; bütün saatler duracak, işleyen her şeyin “tik tak”ı kesilecek. İşte o gün sadece Allah bâki kalacak, O konuşacak, O duyacak ve O hükmedecektir. Dolayısıyla insan, O’na nispeti ve bağlılığı oranında meçhul bir keyfiyetle varlığını sürdürebilecektir. Zira o, Allah’tan geldi ve O’na dönecektir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Veda hutbesinde, “Zaman döne döne, Allah’ın arz ve semavatı yarattığı gündeki düzenini tekrar buldu. Sene on iki aydır.”[19] buyurur. Haddizatında cahiliye döneminde müşrikler, her ne kadar kamerî takvimi esas almakta iseler de haram ayları ticaret mevsimlerine düşürmek için yaptıkları “nesî” denen bir uygulama sebebiyle ayların yeri, sırası dolayısıyla takvim karmakarışık olmuştu. Bu durum da, Cenâb-ı Hakk’ın zamanla ilgili takdir buyurduğu haram ve helâllerin karışmasına sebep olmuştu. Çünkü tıpkı normo âlemde bir zaman olduğu gibi, makro âlemde de büyük bir düzen hareket etmekte ve bir saat işlemekte idi. İşte Allah Resûlü’nün içinde neş’et ettiği toplumda bu iki ayrı zaman birbirine muvafık değildi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), nübüvvet hayatını ikmal ettiği zaman, Veda hutbesinde bunu da bildirmiş, zamanın tekrar doğru raylarına oturduğunu haber vermişti. Yani o büyük âlemdeki zamana mukabil, küçük âlemdeki zaman da âhenk içinde çarpan bir kalb gibi işlemeye başlamış; küçük âlemdeki dakika, saniye ve âşirelerle ifade edilen zaman, büyük âlemdeki yıllara, haftalara ve günlere denk düşmüştü. İşte bu dakik sır içinde beş vakit namazın taşıdığı sırrı görmek gerekir.
Evet, büyük âlemde bir zaman cereyan ediyor, âdeta bir ok gibi bu zamanın ucu incele incele bize kadar geliyor, sonra da saatler, dakikalar, saniyeler ve âşireler hâline dönüşüyor. Hatta bizim görme ve duyma sınırımızı aşan küçük âlemde bu hat o kadar inceliyor ki, biz onu ancak âşirelerle ifade ediyoruz. Mesela elektronların çekirdek etrafında dönüş hızını, kolumuzdaki saatlerle ölçmemiz mümkün değildir. Aynı şekilde ayın, güneşin deveranını ölçmede de bu saatler çok küçük kalır. Fakat yine de âşireler, saniye, dakika ve saatlerin; onlar gün ve haftaların; gün ve haftalar, ay ve senelerin; onlar da, ömr-ü beşerin ve ömr-ü kâinatın müjdesini haber vermektedir. Öyle ise siz, kolunuzdaki hareket eden saniyeye baktığınız zaman, Samanyolu içinde dönen Güneş’i görecek, adım adım feleğin ecel çarkınıza yaklaştığını duyacak, tabakat-ı beşer ömrünü kurcaladığını müşâhede edeceksiniz. Ve bütün bu duyup sezmeler içinde, bir gün “güm güm” diye atan kâinatın kalbinin duracağını, her şeyin biteceğini düşüneceksiniz. İşte bu anlayış içinde sabah namazı bize ne anlatıyor, öğle vakti neyi hatırlatıyor, ikindi ne diyor, akşam ve yatsı vakitleri neler söylüyor.. anlamak daha kolay olacaktır.
a. Sabah Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
Biz, sabah vaktine fecrin doğuşuyla birlikte yeni ve aydın bir güne kavuşma neşvesi içinde girer, biz de böyle bir gün gibi doğmuştuk deriz. Zira bu yeni gün, hem bizim anne karnına düştüğümüz günden hem de kâinatın yaratılmasında geçen altı günün ilk gününden haber verir. Belli bir şeritten büyük saate doğru tırmanır, yani başımıza doğan bir günün fecrinden, anne karnına düşmemiz ânına, ondan da kâinatın yaratıldığı ilk güne intikal eder, Allah’ın (celle celâluhu), nimetleriyle eteklerimizi doldurması adına bu günleri yaratmasını hatırlarız. Sonra da O’ndan onca uzaklığımıza rağmen kurbiyetiyle bize yakın olmasını diler; tazim, tekbir ve tesbih için huzura geliriz. İşte bu mânâ içinde eda edilen sabah namazı ne denli yerinde bir ibadettir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, böyle bir vakitte eda edilen namazla ilgili mütalâalarını şöyle dile getirmektedir: “İnsan, fıtraten gayet zayıftır. Hâlbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem, gayet âcizdir. Hâlbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. Hem, gayet fakirdir. Hâlbuki ihtiyacatı pek ziyadedir. Hem, tembel ve iktidarsızdır. Hâlbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem, insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Hâlbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem, akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor. Hâlbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır. İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelâl’in, bir Rahîm-i Zülcemâl’in dergâhına niyaz ile, namaz ile müracaat edip arz-ı hâl etmek, tevfik ve medet istemek, ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-yı istinad olduğu bedâheten anlaşılır.”[20]
b. Öğle Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
Öğle vakti, günün kemale erme ânıdır. Dolayısıyla gün, ağacın başında meyve verme seviyesine gelmiştir. Yine öğle vakti, bir insanın ömür ibresinde delikanlılık çağına geldiği âna benzer, ona işaret eder. Kâinatın yaratılması hengâmında Âdem babamız ilk nebinin meydana gelmesine, mahlûkatın mânâsının anlaşılacağı dönemin başlamasına, iradenin, eşya ve hâdiselerin mânâsını anlayacağı zamanın başlamasına işaret eder. Bütün bunları bir sıra hâlinde takip etmek gerekirse; bizim delikanlılığımızdan günün kemale ermesine, ondan kâinattaki günlerin kemale ermesine, ondan da Hz. Âdem’in Allah’a muhatap olma nimetine yükselmesine işaret eder ki, bütün bunlara hamd için öğle vaktinde Rabb’in huzuruna gelme, yine bu kemali müdrik olarak el-pençe divan durup, “Ey Hz. Âdem’in yaratılmasından şu günün öğle vaktine gelmesine kadar eteklerimizi nimet cevherleriyle dolduran Allahım! Sana hamd etmek ve bu ulu icraatını tazim etmek için öğle namazını kılmaya geldim.” deme ve “Sübhânallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu ekber” sözleriyle bunu ifade etme, mahz-ı hikmet ve maslahat bir ibadet olsa gerek.
Evet, öğle vakti, günlük işlerin kemale erdiği ve Allah’ın nimetlerinin doruğa ulaştığı ânı hatırlatır. İnsan, o vakitte günlük işlerin sıkıntısından âdeta boğulacak hâle gelir. Bu hengâmda o, bir taraftan bütün bu sıkıntıları atıp kurtulmak, diğer taraftan da günün o saatine kadar Rabb’in, başından aşağıya yağdırdığı nimetlere karşı şükürde bulunmak maksadıyla mescide koşar ve dünya işlerinden muvakkaten sıyrılarak bir nefes alma fırsatı bulur. Aczini, fakrını, “Büyük Sensin, küçük de benim Allahım!” diyerek yeniden bir kere daha itiraf eder. Sonra da, “Senin azametin karşısında bütün uzuvlarım inkiyat içindedir.” mânâsına rukûa gider ve secdeye kapanır. Bütün bunlar, ruh için öyle bir teneffüstür ki, insan gerçekten ruhunu dinlese ve kalbinin atışlarına kulak kesilse âdeta onda dersten bunalan talebenin teneffüse kavuşma heyecanı duyacaktır.
Yine Efendimiz’in, إِنَّ شِدَّةَ الحَرِّ مِنْ فَيْحِ جَهَنَّمَ “Sıcağın şiddeti, Cehennem’in bir kabarmasıdır.”[21] buyurduğu öğlenin şiddetli hararetinin başa vurduğu zaman mescide koşma, Allah’a dehalet edip hiçbir gölgenin bulunmayacağı günde Rabb’in gölgesi altına sığınma, Resûl-i Ekrem’in Livâhü’l-hamd sancağı altına girme ferahlığı taşır.
Evet, bu mânâda öğle namazına gelme, cismaniyeti muvakkaten bırakıp kalbin feryadına kulak verme ve ruhun terminolojisini dinlemedir ki, bu da ayn-ı huzur ve saadettir.
c. İkindi Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
İkindi vakti, güneşin gurûba meyl hengâmıdır. Dolayısıyla bu vakit insanlığın ihtiyarladığı ânı ve son peygamber Fahr-i Kâinat’ın tulûuyla birlikte gurûbunu da hatırlatır. Biz, ikindiyi eda ederken, her şeyin gurûba doğru yüz tuttuğunu ve birkaç saat sonra yeryüzünde her şeyin silinip kaybolacağını ve ayaklarımızdaki sızı, belimizdeki ağrı, başımızdaki beyaz tüylerle kendi nefsimizin de fani ve yavaştan zevale doğru yaklaştığını anlarız. İşte tam ümitsizliğe ve inkisara düşeceğimiz böyle bir vakitte ezan sesi kulaklarımıza gelir ve bu fani hayatı bâkileştirme yolunu bulduğumuz için sevinir, bu neşve ile namaza koşarız.
Yine bu vakit, Efendimiz’in asrına da delâlet eder. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisinin ikindi güneşi olduğunu bildirir ve kendi ümmetiyle geçmiş ümmetlerin kıyasını şöyle yapar:
“Sizden önce geçen ümmetlere nazaran sizin bekânız, ikindi vakti ile güneşin batması arasındaki müddet gibidir. Tevrat ehline Tevrat verildi, onlar gün ortasına kadar onunla amel ettiler. Daha fazla devam etmekten âciz kaldılar. Onlara kırat kırat ücretleri verildi. Ardından ehl-i İncil’e İncil verildi. Onlar da ikindi namazına kadar çalıştılar. Sonra onlar da âciz kaldılar, kırat kırat onlara da ücretleri verildi. Bize ücretimiz ikişer kırat verildi. İki kitap mensupları, ‘Ey Rabbimiz! Sen bunlara ikişer kırat verdin. Hâlbuki bize birer kırat vermiştin. Hâlbuki biz, amel yönüyle onlardan ileriyiz!’ dediler. Allah da (celle celâluhu), ‘Ben ücretlerinizde bir haksızlık yaptım mı?’ buyurdu. Onlar ‘Hayır!’ dediler. Allah da, ‘Öyleyse bu benim lütfumdur, onu dilediğime veririm.’ dedi.”[22]
Dolayısıyla Asr-ı Saadet, beşerin zevale doğru meylinin habercisidir. Resûl-i Ekrem’in, bütün peygamberlerin sonuncusu olması itibarıyla, belli ki beşerin ömrü az kalmıştır; ikindi güneşiyle kendi ihtiyarlığımız gibi, Asr-ı Saadet ile de bunu hatırlarız. Biz, birbirine muttasıl bu hâdise ve vakalar karşısında, ister bir hüzün ve teessüf ifadesi olarak, isterse ahirete intikal ve irtihal edip Cennet nimetlerinden istifade etme neşvesiyle Rabb’in huzuruna gelir, ikindi namazını eda ederiz. Kur’ân, Asr sûresinde bu vakte kasem etmektedir. Üzerine yemin edilen böyle bir vakitte bu duygularla Rabb’in huzuruna koşmakla sanki biz, eşyanın fena ve zeval seli içinde akıp gitmesi karşısında onları bakileştirme yolunu araştırmış oluruz. Minarelerden yükselen “Allahu ekber” sözleri, bize can getirir ve yeniden hayat nefheder.
d. Akşam Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
Akşam vakti bir gurûb ânıdır; gün biter, güneş batar ve biz ayrı bir zaman dilimine gireriz. Bu hâl, yirmi dört saatlik bir günün bitişiyle birlikte bizim ölümümüzden de haber verir. Zira bir gün gelip ölecek, bir kefen içine sarılacak, el, ayak ve çenemiz bağlanarak kabre konacağız. Başımıza bir çift taş diktikten sonra eş-dost bırakıp gidecek ve orada yalnız kalacağız.
Diğer taraftan bu vakit, bir can çekişmesi içinde küre-i arzın hırıltılarına da dikkat çeker. Güneşin batması, doğan her şeyin bir gün gurûb edeceğini, bütün sistemlerin batacağını hatırlatır ve, إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ وَإِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ وَإِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ “Güneş katlanıp dürüldüğü, yıldızlar (kararıp) döküldüğü, dağlar (sallanıp) yürütüldüğü zaman…”[23] işaret eder. Bu dehşet ve hayret içinde hüzünlenen kalbimize teselli vermek ve ruhumuzu inşiraha kavuşturmak için akşam namazına koşarız.
Evet, akşam vakti, bir gurûb başında ya ağlayıp inkisara düşmenin veya öbür âlemdeki durumumuzu mamur kılma heyecanını yaşamanın ifadesidir. Her şeyin birbirine “elveda” diyerek ayrılık türküleri çağırdığı ve binbir vaveyla ile inkisarını dile getirmek istediği böyle bir hengâmda duyulan ezan sesleri bize gurubun içinde yeni bir fecrin haberini verir; ölümle birlikte yeni bir diriliş ve var oluşu bütün canlılığıyla birlikte ruhumuzda yaşarız. Başka bir ifadeyle bu vakitte okunan ezan, âdeta İsrâfil’in kıyamette haşir için sûra üflediği bir ses gibi olur; her şeyin ölüp bittiği bir anda “Yeniden dirilme ve Rabb’in huzuruna gitme var.” denilir.
Yine Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm), لَا أُحِبُّ الْآفِلِينَ“Batıp gidenleri sevmem.”[24] dediği gibi, “Batıp gidenlerden, benimle hemdem olup sabah-akşam benimle beraber bulunmayanlara razı olamam.” deyip bâki ve lemyezel olan Allah’a yönelme mânâsı taşır. Çünkü Allah (celle celâluhu), Ehad ve Samed’dir; yokta varlık cilvesi gösteren O’dur, batanları O batırır, zevale mahkûm olanları O mahkûm eder. Yine yokluğu varlığa çevirecek, zeval bulduktan sonra kudret ihsan edecek, gönüllerde aşk ve heyecan öldükten, kafalarda fikir adına her şey silindikten sonra yeniden aşk ve heyecan verecek, ölü gönülleri hayata kavuşturacak olan da O’dur.
e. Yatsı Vaktinin İfade Ettiği Mânâ
Yatsı vakti, akşam şafağının kaybolup, göğün bütün bütün karardığı, güneşe ait hiçbir emarenin kalmadığı zamandır. Bu zamanda, arkada bırakılan bir günün mevcudiyeti hakkında bize fikir verecek hiçbir şey yoktur. Zira gün gittikten sonra, akşam vakti izini gökteki kızıllığa bırakmış, beni bir parça daha hatırla demişti. O da gidince her şey gitmiş ve bitmiş olmaktadır.
Yatsı vakti, her şeyin bitişiyle birlikte insan ömrünün de bitip kaybolmasını hatırlatır. Vefat ayrı bir şeydir; insan öldüğü zaman arkasından ağlayanlar, musalla taşında ayağının bağı çözülenler ve kendinden geçenler olur. Fakat aradan belli bir müddet geçtikten sonra, o insanın hatıraları dahi zihinlerden silinir, ruhlar, ona ait mânâya karşı bomboş hâle gelir ve âyet-i kerimenin ifadesiyle “unutulup gitmiş” olur.[25] Nice kimseler vardır ki, vefat eden anne babalarını ya da akrabalarını ancak yedisinde, kırkında ya da elli ikisinde hatırlar, onun için ağlar sızlar ya da hayır hasenat yaparlar. Demek insan, aradan seneler geçtikçe hiç yaşamamış gibi olur.
İşte yatsı vakti, insana, her şeyin bitip tükendiği ve kendisinin kabirde her türlü aydınlıktan mahrum kalacağı bir ânı hatırlatır. Böylesine gönlü kırık, hissi yıkık ve bütün duyguları alt-üst olmuş bir kulun yapacağı tek şey; o dakikada dahi teselli dilemek ve dilenmek için yatsı namazında Rabb’ine koşmak, gecesini o huzurla aydınlatmak, kışına bahar havası serpmek, dökülüp saçılan yıldızları yeniden semasına perçinlemek ve zevale meyleden ömrünü, yeni bir hayatın başlangıcı yapmak, “Burada bitip tükendik ama bu batış bir doğuşun müjdesini de taşıyor, öldüğümüz gibi tekrar dirileceğiz.” demek ve bu duygularla seccadeye alnını öptürmek olacaktır.
Yine böyle bir vakitte Allah’ın yüce adının minarelerden yükselmesi, arkasından bir Fâtiha okunmasını, rahmetle yâd edilmesini ve mağfiretle müjdelenmesini bekleyen bir insanın berzah hayatına nur serpecek ve öbür âlemini aydınlatacaktır. Dolayısıyla kabrin vahşeti içinde yalnız kalmadığını, salih amellerinin kendisini takip ettiğini ve yapmış olduğu ibadetlerin, hususiyle de namazın sağında solunda, önünde arkasında temessül etmiş kendisini beklediğini.. bunlardan da öte karanlığın kendisini kıskıvrak yakaladığı, kabrin, kemiklerini birbirine geçirdiği, Münker-Nekir’in sualleri karşısında dilinin tutulup lâl kesildiği anda, bütün dostlardan daha yakın olan Rabbisinin, rahmetiyle orada kendisini intizar ettiğini ve kendisine âdeta bir dost olduğunu görecektir.
f. Gece Karanlığı ve Teheccüd
Gece karanlığı, kabrin dehşeti karşısında insanın bütün ümitlerinin kesildiği, ses ve soluğunun tükendiği, el, kol ve ayaklarının bağlandığı bir anla birlikte bütün kâinatın yıkılacağı zamanı da hatırlatır. Kabrin bu dehşeti karşısında insan, üzerine kâbus çökmüş gibi olur; konuşmak ister fakat konuşamaz, elini-ayağını hareket ettiremez, bağırır, fakat kimseye sesini duyuramaz.. ve o hâlde kaderini beklemeye durur.
İşte tam bu vakitte onun kalkıp namaz kılması, gecenin karanlıkları üzerine bir âh bırakması, bütün hayatını nurlandırması, karanlık gecesini aydınlatması için ne kadar nurlu, ne kadar feyizli ve bereketli bir harekettir.. bunu ancak insan olan anlayabilir.
Kur’ân, ısrarla gece ibadeti üzerinde durmakta ve Efendimiz’e hitaben, يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ قُمِ اللَّيْلَ إِلَّا قَلِيلًا نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلًا أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلًا “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve bir kısmı hariç geceni ibadetle geçir. Gecenin yarısını ya da bundan daha az veya daha fazlasını. Kur’ân’ı tertil ile, tane tane, teemmülle oku.”[26] buyurmaktadır. Bu âyetlerden hemen sonra da, إِنَّ نَاشِئَةَ اللَّيْلِ هِيَ أَشَدُّ وَطْئًا وَأَقْوَمُ قِيلًا إِنَّ لَكَ فِي النَّهَارِ سَبْحًا طَوِيلًا “Muhakkak gece ibadeti daha tesirlidir, daha düzgün bir Kur’ân tilâveti sağlar. Hâlbuki gündüz Seni meşgul edecek yığınla iş vardır.”[27] diyerek âdeta Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a müracaat zamanını tayin buyurmaktadır.
Başka bir âyet-i kerimede ise şöyle buyurmuştur:
وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودً
“Gecenin bir kısmında uyanarak, Sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabb’inin, Seni, övgüye değer bir makama ulaştıracağını umabilirsin.”[28]
Açacak olursak bu âyet-i kerimede, “Bu makam (Makam-ı Mahmûd), gafletle, ağyarla iştigalle, sıcak döşekte döne döne yatmakla tahsil edilemez; bu ancak başını öpen seccade ve oraya akıttığın birkaç damla gözyaşıyla tahsil edilebilir.” denmektedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bu emirlere ciddi bir hassasiyet içinde eğilmiş, hayatının en lezzetli anlarında dahi, cismanî duygulara sırtını çevirmek suretiyle kalb ve ruhun derecesine yükselmiş ve Rabb’ini hep o zaviyeden tarassut etmiştir. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte, O’nun gece ayakları şişinceye kadar ayakta durduğu ve ibadet ettiği bildirilir. Kendisine, “Allah Senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar hırpalıyorsun?)” dendiğinde de, أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Şükreden bir kul olmayayım mı?”[29] cevabını vermiştir. Şair Bûsîrî, Kasîde-i Bürde’sinde bu durumu anlatırken:
ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَى الظَّلَامَ إِلَى أَنِ اشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ
“Ben o Nebiy-yi Zîşan’ın sünnetine muhalefet ettim ki, ayakları şişmeden yatmıyor, gecenin karanlığına nur çalıyordu.”[30] der âdeta “Bense döne döne uyuyor ve döşeğin tadını çıkarıyorum.” der ve kendi nefsini levmeder, kınar.
Evet, insan, gece namazıyla Allah’la münasebet kurar, sohbet eder ve O’nun dostu olma durumunu kazanır. Gece namazı, mü’minin şerefidir; mü’min onunla nimete erer, şeref kazanır. Herkesin matlub ve mahbubuna kavuştuğu bir anda, kalkıp huzura gelme ve O’nunla sohbet etme, insana öyle bir şeref kazandırır ki, hiçbir şeref onunla boy ölçüşemez. Bizler, bugün insanlığımızın muktezası olan fakat yitirdiğimiz şeyleri yeniden elde etmek zorundayız. Bunun büyük bir vazife olarak hissedilmesi ve yapılıp yerine getirilmesi için, öncelikle Rabb’e dayanma, O’nun rahmetine sığınma şarttır. Sultanın güç ve kudretine istinat edip şahları dahi esir eden neferler gibi, biz de her türlü problemimizi O’na intisabımızla halledeceğiz. Zira ancak O’na dayanma sayesinde dağlar yerinden oynatılabilir, O’na istinatla çığlar koparılabilir ve yine ancak O’nun güç ve kudreti sayesinde şakır şakır akan çağlayan ve şelaleler meydana getirilebilir.
Evet, O’na dayanmadan hiçbir şey yapılamaz. Bugün İslâm âleminin istikbal ve ikbali, tamamen Kur’ân’a teveccühe bağlıdır; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında ve Kur’ân’ın rehberliği altında Cenâb-ı Hakk’a kulluk vazifesi yapılabildiği nispette Cenâb-ı Hak bizleri aziz ve şerefli kılacaktır. Yoksa çaldığımız kapılar geri yüzümüze kapanacak, taleplerimiz yüzümüze çarpılacak ve iki-üç asırlık zilletimize, zincirleme yeni zilletler ilave edilecek.. dokuz asır O’nun öncülüğünü yapmış aziz İslâm milletleri olarak bir türlü dilencilikten kurtulamayacağız. Çünkü Allah (celle celâluhu), bu terakki ve saadetimizi kendisine ve kendi nefsimize dönmemize bağlamıştır. Gece-gündüz dualarımızla O’na teveccüh edecek, yanık gönlümüzle rahmetinin ihtizaza gelmesini temine çalışacağız.
Zira bizler yaratılış itibarıyla oldukça aciz ve fakir kullarız. Buna karşılık ihtiyaç dairemiz, sera ile süreyyayı tutacak kadar geniştir. Cenâb-ı Hakk’a dayandığımız nispette kuvvet kazanıp ihtiyaçlarımızı giderecek ve düşmanlardan emin olacağız. Namaz, bize bu kuvveti kazandırır. Bir insan, bu kadar korkunç hasımlar çemberi içinde uykusunu terk edip gecenin zülüflerinde Rabb’ine el açıp el-pençe divan durmakla, sinesinde bir yara gibi kendisini hissettiren bu ağırlıktan kurtulmuş olur. Bu durum, aynı zamanda ruhun teneffüs etmesine medar olabilecek öyle faziletli bir vaziyettir ki, ondaki gerçek neşveyi insan ancak melekiyet yönüyle idrak edebilir.
[1] Ebû Dâvûd, salât 164; Nesâî, sehv 10.
[2] Tirmizî, daavât 65; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/670.
[3] Nisâ sûresi, 4/103.
[4] Hûd sûresi, 11/114.
[5] İsrâ sûresi, 17/78.
[6] Tâhâ sûresi, 20/130.
[7] Rûm sûresi, 30/17, 18.
[8] Abdurrezzak, el-Musannef 1/454; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/247; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/445.
[9] Bakara sûresi, 2/238.
[10] Buhârî, cihâd 98, megâzî 29, daavât 58; Müslim, mesâcid 202-206.
[11] Buhârî, eymân 19, tevhîd 58; Müslim, zikir 31.
[12] Tirmizî, salât 1; Ebu Dâvûd, salât 2.
[13] Buhârî, salât 1; Müslim, îmân 263.
[14] Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 6, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259.
[15] Müslim, mesâcid 178; Ebu Dâvûd, salât 2; Nesâî, mevâkît 15.
[16] Buhârî, mevâkît 5, cihâd 1, edeb 1, tevhid 48; Müslim, imân 138-140.
[17] Secde sûresi, 32/16.
[18] Rahman sûresi, 55/26, 27.
[19] Buhârî, fiten 8; Müslim, hac 147.
[20] Bediüzzaman, Sözler, s. 45 (Dokuzuncu Söz, Beşinci Nükte).
[21] Buhârî, mevâkît 9-10, bed’ü’l-halk 10; Müslim, mesâcid 180-184, 186.
[22] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 17; enbiyâ 50; fezâilü’l-Kur’ân 17; tevhid 31, 47; Tirmizî, edep 82; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/121, 124, 129.
[23] Tekvir sûresi, 81/1-3.
[24] En’âm sûresi, 6/76.
[25] Meryem sûresi, 19/23.
[26] Müzzemmil sûresi, 73/1-4.
[27] Müzzemmil sûresi, 73/6–7.
[28] İsrâ sûresi, 17/79.
[29] Buhârî, teheccüd 6; Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 79-81.
[30] el-Bûsîrî, Dîvânü’l-Bûsîrî, s.239.
Kaynak: Miraç Enginlikli İbadet: Namaz / M.Fethullah Gülen