715
Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi diyor ki:
“Rasulü Ekrem (S.A.S.) kudsî bir beyanında: ‘Namazımızı kılan, Kıblemize yönelen ve bizim kestiğimizi yiyen bizdendir.’ (Buhari, Salat, 28) Şimdi lütfen siz de buyurun bunun nefhum-u muhalifini düşünün!: ‘Başı secdesiz, vicdanı paslı, insanlara karşı saygısız, anarşi çıkaran, nizam düşmanlığı yapan, devlet otoritesine karşı savaşan ve ülkede anarşiyi ikame etmeye çalışan, bu hevâ ve hevesin çocuklarını siz kimden sayacaksınız?!.. Siz kimden sayarsanız sayın, böyle insanların Hz. Muhammed’in (S.A.S.) kudsî dairesi içinde yerleri yoktur.
“Evet namaz çok önemlidir; biz de o konuda müteyakkız olmalıyız. Namaz kılmayanı Rasulü Ekrem (S.A.S.) ortada bir insan olarak göstermişti. Hele konu iman ise o daha da değişiktir. Efendimiz (S.A.S.) bir savaşa giderken bir kişi yardım teklifinde bulunur. Allah Rasulü (S.A.S.) ‘Sen iman ediyor musun?’ der. O da inanmadığını söyleyince, ‘Senin yardımın bana lâzım değil’ (Müslim, Cihad, 150) buyurur.
“Evet, iman müminleri sahil-i selâmete götüren bir gemi, namaz da onun en hayâtî unsurudur. M. Lütfi Efendi’nin dediği gibi ‘Namaz dinin direğidir, nurdur, sefâne-i dînî namaz yürütür, cümle ibadetin piridir namaz.’
“Allah Rasulü (S.A.S.) bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar: ‘Münafıklara en ağır gelen namaz, sabah ve yatsı namazlarıdır.’ (Buharî, Mevâkit, 20) Şimdi biz, acaba bu namazları aşk ve şevk ile kılabiliyor muyuz? Bana kalırsa, nifak duygusuna karşı gerçek tavrın adı namazda aşk ve şevktir.”
Refia Hanımın yaşı 17’ye gelince, dünürler Seyyid Ahmed Efendinin kapısını aşındırmaya başlamışlardı. Ancak Seyyid Ahmed Efendi kızını vermek istemiyordu; küçük olduğunu söyleyerek gelenleri geri çeviriyordu. Refia Hanımın eş adayı ile ilgili en önemli ölçüsü ise NAMAZ idi. Bir gün dayısı Albay Fâzıl Bey evlerine misafir oldu. Yanındaki üsteğmen yaveri ile gece orada kalacaklardı. Fazıl Bey, kardeşi Hatice Hanım ile konuşup Refia Hanımı yaveriyle evlendirmek istediğini, sabaha kadar kızına sorup kararını bildirmelerini istedi. Hatice Hanım ertesi sabah ağabeyinin bu teklifini kızına iletti. Refia Hanım’ın cevabı çok netti. ‘Hayır!’ Peki neden? Şöyle izah ediyordu Refia Hanım: ‘Bu TEĞMEN, dayımla beraber sabah namazına kalkmadı. Namaz kılmayan biriyle evlenmek istemiyorum. Öyle birinden KOCA OLMAZ.’
Evet biz sadece ceset ve mideden ibaret değiliz. Ruhî ve manevî yönümüz de var. Onların da kendilerine göre ayrı gıdaların olması gerekir. Şimdi sıra ile bunların durumlarını Üstad Hazretlerinin açısından bir gözden geçirelim:
“KALB: Nihayetsiz teessürlere, elemlere maruz ve müptelâ nihayetsiz lezzetlere, emellere meftun ve pürsevda bir kalbin gıda ve kuvveti; herşeye kudreti yeten bir merhamet ve kerem sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
“RUH: Şu fâni dünyadan son sürat ayrılık feryadını koparıp giden varlıkların çoğu ile alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı (ölümsüzlük suyu) ise; herşeye Bâki bir Mâbud’un, ebedî bir Mahbub’un çeşmesine namaz ile yönelmekle içilebilir.
“LATİFE-İ RABBANİYE: Yaratılış bakımından ebediyeti isteyen ve ebed için yaratılan, ezelî ve ebedî bir Zât’ın aynası olan ve son derece nâzik ve letâfetli bulunan şuurlu, insanî bir SIR, nurlu Rabbani bir LATİFE; şu katı, ezici, sıkıntılı geçici, karanlık ve boğucu olan dünyevî işler ve vaziyetler içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır. Sadece ve sadece namazın penceresiyle nefes alabilir.
“Acaba şu kulluk vazifesi, neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki, bize usanç veriyor? Halbuki birisi bize biraz para verse veyahut bizi korkutsa, akşama kadar bizi çalıştırır. Usanmadan çalışırsın. Acaba bu misafirhanede âciz ve fakir kalbine, kuvvet ve ğına (zenginlik)… Elbette bir menzilin olan kabrinde, gıda ve ziya… Her halde mahkemen olan mahşerde, senet ve berat… İster istemez üstünden geçilecek. Sırat Köprüsü’nde, nur ve burak olacak bir namaz neticesiz midir? Veyahut ücreti az mıdır? Ey nefis, bir adam sana yüzbin liralık bir hediye vadetse, sen, yüz gün çalıştırır. Vaadinden dönebilecek o adama itimad edersin, usanmadan işlersin. Acaba, vaadinden dönmesi imkansız olan bir Zât, cennet gibi bir ücreti ve ebedî saadet gibi bir hediyeyi sana vaadetse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni vazifelendirse sen hizmet etmezsen veya isteksiz, angarya gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle O’nu vaadinde ittiham ederek hediyesini küçümsesen, pek şiddetli bir ceza ile haddinin bildirileceğini ve dehşetli bir azaba müstahak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde usanmadan hizmet ettiğin halde; cehennem gibi ebedî bir hapsin korkusu, en hafif ve hoş bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
“Cenab-ı Hakk, ne senin ibadetine ne de hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen, ibadete muhtaçsın, mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına ilaç ve merhem hükmündedir. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin kendisine faydalı ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?..” Ne kadar mânâsız olduğunu bilirsin. Çünkü doktor, mesela “Şu vitaminleri ve şu antibiyotikleri günde beş defa kullanman lazım” derken, hatta kapıdan çıkarken bile ısrarla bunların ehemmiyetini hatırlatması hastayı düşündüğünü göstermektedir. Mânevî duygularımızın, ince cihazlarımızın vitamin ve gıdası, guru ve kibir, nefis ve şeytan gibi bir çok mikropların antibiyotik ilaçları hükmünde olan namaza elbette bizim ihtiyacımız var. Secde olmadan; gurur ve kibirimiz nasıl törpülenecek, nefis ve şeytanımız nasıl hizaya gelecek, enaniyetimiz nasıl kırılacak?”
Nasıl ki, bir yolcu atının üzerinde yoluna devam ederken bir elma ağacının dibinde bir kişinin uyuduğunu görüyor. Bakıyor ki, bir yılan o uyuyan kimsenin ağzından içeri kayıveriyor! Yolcu ne yapsın; söylesem belki ödü kopar diye, hemen adamın yanına varıyor şiddet ve tehditle uyandırdıktan sonra hiç düşünmeye, karnındaki ağırlığı hissetmeye fırsat vermeden ağacın dibindeki çürümüş elmaları zorla yediriyor. Sonra atının önüne katıp tarlalarda kovalamaya başlıyor. Dayak korkusundan koşturan zavallı ise bu atlıya kızıp duruyor. Ama başı dönüp kusmaya başlayınca karnından yılan çıkıyor. Atlı, çıkan yılanın başını ezerek öldürünce mesele anlaşılmış oluyor. Aslında insan, nefis ve enaniyet (benlik) yılanın ne kadar korkunç olduğunu tam takdir edemez.
Önce kulluk borcunu ödemiş olmanın yanında, öte yandan namazın ruh ve kalbi dinlendiren hususları yönünden daha nice faydaları vardır. Onun ölçülü, düzenli, sürekli ve hiç de yorucu ve yıpratıcı olmayan hareketlerinin kan dolaşımına, sindirim cihazına, sinir sistemine, kaslara iyi tesiri inkar edilemeyecek bir gerçektir. Günlük yaşayışımızda ellerimizin dokunmadığı yer, kapmadığı mikrop kalmıyor. Teneffüs cihazımızın bekçiliğini yapan burun , hergün milyonlarca mikrobu tutukluyor; namazın şartlarından olan abdestin alınmasıyla iyi alışkanlıklardan yoksun olan bazı insanlar bile abdest almaktaki bu temizlik ameliyesi sayesinde sağlıklarına olağanüstü hizmet etmiş olurlar.
Hem suyun sinir sistemi ve kan dolaşımı üzerindeki müspet tesiri hemen hemen herkes tarafından bilinmektedir. Abdestin yorgunluğu giderici, insanı uyuşukluktan kurtarıcı ve ferahlatıcı hususiyetleri, namaza devam edenlerce bilinmeyen bir şey değildir. namazın belirli zaman aralıklarında her gün tekrarlanması, bozulan ruh ve moral dengesini yeniden sağlar. İnsanı disipline alıştırır, iradeyi kamçılar. Toplum planında cemaatle kılınan namaz ise fertleri aynı gaye ve aynı hedefe yöneltir. Dayanışmayı kuvvetlendirir, karşılıklı sevgiyi arttırır, birlik ve kardeşliği perçinler.
İbadet yapmamak ve dua etmemekten dolayı ruhları aç kalan nice insanlar vardır ki, medeniyetin bütün lüks ve konforu ellerindeki servet ve imkanlar onları mesut edememiştir. İç huzurdan yoksun olan bu biçareler, vicdanları ile başbaşa kalmaktan korkarlar. Onların çılgınca eğlence ve kahkahaları iç varlıklarında tutuşan yangını maskelese bile kendilerini için için kemirmekten asla kurtaramaz. Hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki ruhun da beden gibi birçok ihtiyaçları vardır. Bu hususları gözden uzak tutan yanlış düşünce ve hükümler bugün insanlığı buhranlara sürüklemekte, kıvrandırmakta, onu gönül huzurundan yoksun bırakmakta ve felaketine yol açmaktadır.
İçimiz iman nuruyla parlamadıkça ruh yaralarına merhem olan İlahi emirler yerine getirilmedikçe, ibadet ve dualarla içimizi aydınlatmadıkça ne içimizin kasveti kaybolur, ne de dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşabiliriz.
Bugün bir çok hastalıkları meydana getiren çeşitli mikroplar keşfedilmiştir. Bazen yıllarca bu mikroplarla beraber yaşarız; hastalanmayız da acaba neden günün birinde onların pençesi altında kıvranırız? Çünkü o ana kadar vücudumuzun savunma sistemi, mikropları altedecek durumda idi. Peki niçin bedenimizin direnci birden kırıldı? Ruh ve beden tababeti (psikosomatik) bunu da ruhî sebeplere bağlamak meylindedir. Şöyle ki: Çeşitli ruhî gerginlikler, üzüntüler, korkular, imansızlık ve ümitsizlik vücut müdafaası üzerine alan hücrelere tesir ederek âdeta onların direncini felce uğratıyor, böylece meydan mikroplara kalıyor. Savaşı kaybediyoruz. Zaten “Me’yusiyet (ümitsizlik) olmazsa, mağlubiyet olmaz.”