261
Soru: Bu hususta Kur’ an-ı Kerim’ den bir misal getirebilir misiniz?
Cevap: Kur’ an ayetleri bazan, göz önünde görülen sebeblerin yaratma kabiliyetinden uzak olduklarını aklın gözüne sokmak için, işin neticesindeki gaye ve meyveleri gösterir. Bunu yapmakla da sebeblerin sadece zahiri birer perde olduklarını ortaya koyar. Çünkü gayet hikmetli gayeleri ve mühim neticeli meyveleri bilerek planlayıp gerçekleştirmek ancak ilim ve hikmet sahibi biz zatın işi olabilir. Yoksa şuursuz sebeblerin ve kör tesadüflerin işi olamaz. Mesela: “İnsan (bir kere) yiyeceğine baksın. (Nasıl) Biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada bitirdik: tane(ler), üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar; sizin ve hayvanlarınızın rızkı ve geçimi için.” (Abese, 80/24-32 ayetleri) İşte ayetler, Cenab-ı Hakkın kudret mucizelerini hikmetli bir tertiple zikrediyor, sebebleri neticelerle bağlayarak, sonunda “size ve hayvanlarınıza rızık ve geçim olsun” ifadesiyle bir gayeyi gösteriyorlar. O gaye, bütün o zincirleme gelen sebebler ve neticeler içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir tasarruf sahibinin yani esas işi yapan bir zatın bulunduğunu, sebebler ise O’nun sadece bir perdesi olduğunu isbat eder. Evet “Size ve hayvanlarınıza rızık ve geçim olsun” tabiriyle bütün sebebleri yaratma kabiliyetinden azlediyor. Manen diyor ki: “Size ve hayvanatınıza rızkı yetiştirmek için su semadan geliyor. O suda, size ve hayvanatınıza acıyıp şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor.” demektir. Hem toprak nebatatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan toprak kendi kendine açılmıyor; birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek uzak olduğundan, ayet gösteriyor ki, onlar hikmet ve rahmet sahibi bir zatın perde arkasında uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, canlı varlıklara uzatıyor. (25. Söz / 7. Sırr-ı Belagat)
Soru: Bu gerçekleri kabul etmeyenler ne duruma düşmüş oluyorlar?
Cevap: Yukarıda geçen olaylardaki kast ve iradeyi merhamet hikmeti akılsız şuursuz maddi kanunlarla, kör tesadüflerle izah etmek mümkün değildir. Canlılarda görülen güzellikler ve hikmetli vaziyetler katiyyen maddelerin kendisine de verilemez. Çünkü atom ve elementlerde böyle bir özellik yok. Nasıl ki, güneşin tecellisindeki yedi renk, sıcaklık, ışınlar, yeryüzündeki cam parçalarında, su damlalarında görülüyor ve hissediliyor. Güneş bulutla perdelenince veya akşam batınca o şeffaf eşyada hiçbir parıltı kalmıyor. Demek ki, onlardaki akisleri güneşten bilmemiz gerekmekte. Aksi takdirde, bir kibrit başı yerleşmeyen bir cam parçasının içinde bir güneşin bulunduğunu kabul etmek zorunda kalacağız. Aynen bu misal gibi, Cenab-ı Hakkın merhamet, hikmet ve diğer isim ve sıfatlarının tecellileri olmadan cansız maddelerin bizzat kendilerinde hiçbir özellik bulunmuyor. Ne zaman ki, canlı vücudlarda vazifeye başlayıp tecellilere mahzar oluyorlar. İşte o zaman, her türlü sanat güzelliği ve ilahi vasıflar da kendisini göstermeye başlıyor.
Onun için diyoruz ki, Allah’ ı ve O’ nun sıfat ve isimlerinin tecellilerini inkar edenler, o takdirde, madde içinde bizzat sonsuz bir kudret, bir ilim, bir irade ve bir hikmet taşıyacak bir tabiatı, adeta bir ilah kabul etmek mecburiyetindedirler. Böylece bir olan Allah’ ı inkar edenler, binlerce uydurma ilahları başlarına musallat ederler. Maddeleri de tanrılaştırırlar. Evet bunun misali çoktur. Eski Roma ve Yunan dinlerinde binlerce ilah düşüncesi bu yanlışlıktan doğmuştur. Günümüzde de bazı Hint dinlerinde binlerce ilahı kabul edenler vardır.
Bir grup arkadaşımız 18 Ağustos 1999 depreminde ülkemize büyük maddi destekte bulunan, Tayvanlı Yhu Chi Vakfı’ nın kurucusu Chen-Yen Fa Shi Hanımefendiye teşekküre gitmişlerdi. Yanlarında bir de Esma-i Hüsna tablosu vardı. Hediyelerini takdim edince bu hanımefendi, Allah’ ın bu güzel isimlerinin manasını sormuş, onlarda izah edince, hemen vakfın diğer mensuplarını çağırmış ve bizimkilerine, “Lütfen bir daha anlatın.” demiş. Onlar Esma-i Hüsna’da geçen isimleri açıklayınca “Bu isimlerin her biri aslında bizim ilahlarımızdan birisinin ismi oluyor. Demek ki, Allah bütün güzel isimleri kendisinde topluyor. Çok enteresan! Allah’ın bu Güzel İsimler Tablosu’nu mabedimizin en güzel yerine koyduracağım. İstiyorum ki, herkes bunu seyretsin.” demiş. Gerçekten mabedlerinin en mutena yerine yerleştirmiş…
Soru: Eğer şu sanatlı varlıkları tabiata havale edersek, neleri de kabul etmek zorunda kalırız?
Cevap: Gerçekten şu ölçülü, sanatlı ağaçları, çiçekleri ve meyveleri tabiata dayandırmaya kalkışacak olursak, o zaman tabiatın her bir parça toprakta, dünyanın bütün matbaaları ve fabrikaları sayısınca cihazları ve makinaları bulundurduğunu da kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü onlardaki güzel ve harika vücutların, enteresan şekillerin, hoş kokuların, şirin renklerin ve eşsiz tadların gelebilmesi için böyle apayrı cihazlara ve teşkilatlara ihtiyaç vardır. Evet bunlar Allah’ a isnad edilmezse bir saksıdaki toprak içinde her bir çiçek için manevi ve ayrı tabii bir makinanın bulunması icap edecektir. Çünkü bitkilerin çekirdek ve tohumları, karbon, azot, hidrojen ve oksijen gibi elementlerin intizamsız hamur gibi bir karışımından ibarettir. Ayrıca bunlara yönelik hava, su, sıcaklık ve ışık gibi sebeblerin her birisi de basit, şuursuzdur. Yönleri ne tarafa çevrilirse, sel gibi o tarafa giderler. Onun için onların ortaya koydukları bir sanat eseri olamaz. Yani o topraktan çıkan hadsiz çiçeklerin başka başka güzelliğe mazhariyetleri toprağa verilemez. Onun için mecburen toprakta sonsuz makina ve cihazın bulunması gerekmektedir. Yoksa ağaçlarda sergilenen ve mücevherlere benzeyen çiçekler kumaşlara benzeyen yapraklar ve tadlı köftelere benzeyen meyveler kara toprağın bağrından nasıl çıkacaklar? Bütün bunlardan sonra, Musavvir, Müzeyyin, Âlim, Hakim, Muhyi, Kadir, Rahim gibi binbir güzel ismin sahibi olan Allahû Teala’ nın bunları yarattığını anlıyoruz.
Soru: Peki öyleyse tabiat nedir?
Cevap: Tabiat ancak bir sanattır; sanatkar değildir. Bir nakıştır, nakkaş değildir. Hükümler mecmuasıdır; hakim değildir. Kanundur; kanun koyucu değildir.
Allah’ı inkar edip tabiatı yaratıcı kabul edenlerin hali, tıpkı Taç Mahali’nin 17. asırda inşa edilip, ezeli olmadığını bildiği halde, mimar, mühendis ve ustalar olmadan, tatbik edilmeyen plan ve kanunun bir varlığı varmış gibi binada uygulanan plan, kanun ve prensibler tarafından ortaya dikiliverdiğini iddia eden kimseye benzer.
Halbuki Taç Mahal’ den hadsiz derece daha mükemmel ve her tarafı mucizeli sanatlarla donatılmış olan şu kainat sarayına giren insanların onun sanatkar ve yaradanını inkar etmeleri ise hiç mümkün değildir. Çünkü inkar ve gerekçeleri asla akla yatkın değildir…
Kaynak: Abdullah Aymaz | Samanyoluhaber