Asırlarca önce SÖZSULTANI bir Kutlu, “Söz vardır ki, sihir gibi hüküm icra eder, etrafı büyüler, söz de vardır ihtiva ettiği parlaklılığıyla, karanlıkları aydınlatır, yüreklere kuvvet verir” diyerek insan üzerinde kelimelerin ve ifade tarzlarının müthiş tesirini anlatır.
Bu mevzuda biz de bazı misaller vererek ses ve ifade âhenginin tılsımını görmeye çalışalım. Mevzua Türkiyemizde yaşanmış bir misalle girmek istiyoruz:
Bir zaman Yeşilaycılar, halkı içkiden nefret ettirmek için, ona tiksindirici bir isim aramış ve “İblis!” kelimesinin uygun olacağında karara varmışlardı.
Bunun üzerine bazıları soruyor: “Yani ismini kötü görünce insanlar içmeyecek mi?” Ve şu mütâlaayı yürütüyorlar: “Eğer bir şeye olan meyil ve muhabbet, onun ismiyle mütenasip olsaydı, mesele basitleşir; kötü, çirkin, pis şeylerden halkı kaçındırmak için adını değiştirirdik; olur biterdi.” Olup bitmezdi ama, bütün bütün de tesirsiz kalmazdı.
Washington Devlet Üniversitesi Antropoloji Profesörü Dr. Ailen Smith, tarihçe sabit şu ibret verici vâkıayı naklediyor:
Kızılderili kabilelerinden biri tamamen “vejeteryanmış” yani sebze ve meyveyle ömür sürerler, et olarak yalnız balık yerlermiş. Derken bir hâdise oluyor; göldeki balıkların nesli tükeniyor ve o yıl sebze de az yetişiyor; kıtlıktan ölen ölene… Dağlarda yaban geyikleri cirit attıkları halde dönüp de bakan olmuyor. Çünkü onların dinlerince, geyik eti yedirmeye imkan yok. Tıpkı bizim yeşilaycılar gibi toplanmışlar, düşünüp taşınmışlar sonra yaban geyiğine bir ad koymuşlar: “Dağ Balığı”. O gün bugün geyikler kapışılıyormuş. Başka hayvanların etine karşı tiksinti ve boykot ise hâla devam ediyormuş.. İnsanların elinde prensibleri itibariyle oyuncak haline gelen bâtıl bir inanç sistemi elbette böyle olacaktır. Her ne ise…
Bugün Amerika’da kelimelerin sihrini ölçmek için yapılan araştırmalara milyonlar sarf edilmektedir. Bazan yerinde kullanılmış tek bir söz bir firmaya milyonlar kazandırabiliyor.
Hepimiz biliriz: Edebiyatta kılı kırk yaranlar çok zaman, bir kelime için yıllarca düşünmüşlerdir. Yahya Kemâl “serin selviler” deki serin kelimesini buluncaya kadar senelerce kafa yormuştur. Çünkü, “yeşil selviler” veya “uzun selviler” aynı güzelliği veremez. Bir de meşhur bir İngiliz atasözü vardır: “Kişi vuzuhla anlatamadığını bilmiyor demektir.”
Dr. Wilfred Funk’un yazdığına göre II. Dünya Harbi’nin ilk günlerinde New Jersey vapur iskelelerinden birine “Sigara içmek yasaktır” diye bir levha asmışlar. Aldıran olmamış. Birgün bir de bakmışlar ki yeni bir levha: “Sigara içmek SABOTAJDIR” Bu “SABOTAJ” sözü bütün sigaraları söndürtmüş.
Mark Twain şöyle der “Doğru kelime ile ‘nerde ise doğru kelime’ arasındaki fark, ateşle ateşböceği kadardır.”
Gerçi insanın ağzından çıkan bir kelimenin fizik kuvveti bir beygir kuvvetinin milyonda birinin binde biri olarak hesap edilmiştir. Ama bazan bir kelimenin içtimaî kuvveti, yeri yerinden oynatabilecek mâhiyettedir.
Maksim Gorki, fırıncı çıraklığı yıllarında, Tolstoy’un bir hikayesini okurken, öylesine kendinden geçer ki, acaba kağıdın içinde büyülü bir şey mi var diye havaya kaldırır bakar. Tabiî beyaz sahife üzerinde siyah harflerden başka bir şey göremez. Evet o saf fırıncı çırağını ve bütün okuyucuları büyüleyen şey, ak sahife üzerinde yazılı kara harflerden başka birşey değildir.
Ses tonunu ve âhengini ayarlamak şartıyla telâffuz ettiğimiz kelimelerin insanlar üzerinde tesir ettiğini görürüz. Eşsiz monologcu Ruth Draper, New York’taki bir temsilinde Japonca olarak “bir” den “elli” ye kadar saymış, bunu içli bir şiir zanneden dinleyicilerin gözleri dolu dolu olmuştu.
Nihad Sami Banarlı, bir hatırasını şöyle dile getirir:
Üç Kardeştiler
Bu üç kızın en küçüğüne sormuştum:
— Sizin adınız nedir?
— Cânân efendim.
— Ya ablanızın ki?
— Nâlân
Daha büyük ablalarının da adı Nâzan’dı. Hepsine birden sormak zorunda kaldım:
— Peki Nâlân ne demek? Bilmiyorlardı. Bu kelimenin mânâsını anneleri de hatta babaları da bilmiyordu. Onlar sadece, kızlarına Nâzân’la kafiyeli ve o güzel kelimenin âhenginde bir söz olduğu için bu ismi koymuşlardı. Nitekim, üçüncü kızın isminin Cânân oluşu da hep o Nâzan âhenginin devamıydı. Mânâsını bilselerdi, belki de kızlarına bu ismi koymazlardı. Çünkü Nâlân, bizim Türkiye topraklarında kazandığımız ince ve uzun, iki â sesiyle seslendirilmiş, güzel sesli, bir kelime olmasına rağmen, mânâsı, ağlayan, inleyen demektir.
Çocuklarına, dünyanın en güzel sesli ve güzel mânâlı kelimeleriyle ad koymak gayesindeki anne-babaların, mânâsını aramıyacak kadar hoşlarına giden (Nâlân) kelimesinin tılsımı ne idi? Bunu bir başka misâlle belirteceğim:
Bir aile toplantısında, bir yaz misafiri, ev sahiplerine soruyordu:
— Bu akşam nereye gideceğiz?
Evin en küçük kızı, en güzel bir İstanbul Türkçesiyle şu cevabı veriyordu:
—Lâlezâr’a…
Dönüşte de misafirlerini Dîvan Oteli’ne bırakacaklardı. Dîvan kelimesini de bazı edebiyat mütehassıslarımız (!) gibi, divan değil kelimenin bütün alışılmış sesiyle:
“Dîvân” telaffuz ediyordu.
Bu kelimelerin Türkiye’de hâlâ, hem de reklamatif bir âhenkle yaşamaları seslerinin Türkçeleşmiş güzelliğindendir.
Aslında, Cânan, Nâzan ve hatta Nâlân ve Lâlezâr kelimelerinde ve benzerlerinde sevilen, bu sözlerin yabancı asıllarından Türkçeleşmiş oluşları değildir. Sevilen bu kelimelerdeki güzel sestir. Bu ses yabancı değildir. Bu kelimeleri ne Arap ne Acem, Türk gibi söyleyebilir. Bu kelimelerde seslenen ince-uzun “” lar, bilhassa ince-uzun “L” lar, böyle kelimelere, Türkiye topraklarında bizim milletimizin verdiği ses değerleridir.
Çocuklarına, bilmeyerek ve sırf sesi güzel olduğu için, Nâlân adını koyanlar, bunun en meydanda örnekleridir.
“İmkân”ı, “olanak” yapmak garabetini gösterenler bunun farkında değildir.
Uzun hece bizim, bizim üzerinde imparatorluk kurduğumuz toprakların, yani dünkü ve bugünkü vatanımızın sesidir. Türk Milleti bu sesi duymuş, sevmiş ve benimsemiştir.
Aynı uzun hece, Cubizme’in felsefesini yaptığı plâstik sanatlardaki üçüncü buut gibi, boyları ve enleri olan dillere bir derinlik çizgisi verip zengin mûsikî sağlayan bir üçüncü sestir.
XIII. Asır Anadolu şâiri Yunus Emre’nin şiirlerindeki:
Nidem elim ermez yâre
Bulunmaz derdime çâre
Oldum ilimden âvâre
Beni bunda eğler misin?
mısrâları yâhut:
Ben Yûnus-ı Bîçâreyim
Dost elinden âvâreyim
Baştan ayağa yâreyirn
Gel, gör beni aşk neyledi?
söylenişi, bu güzel sesleri, Türk halkının söze ve şiire verdiği nağmelerle kazanmıştır.
Bize, bu mısrâlardaki uzun heceleri güzel gösteren sebeb nedir? Bu uzun hece, Türkçe’de bir Arap dili yankısı, bir Acem zevki midir? Sadece bunlar değil. Onları, az veya çok, kendi zevkimize, kendi söyleyişimize göre ayarlamış ve Türkiye Türkçesinin kendi güzel sesiyle kullanmışızdır. “Manâra” ya minâre dememiz böyledir; “gül” sözüne gül güzelliğini vermemiz böyledir.
Türkçe’de uzun hecenin sevilişi ve bir millî nağme hâline konuluşu, Türk şiirini, asırlarca anânevi Dîvan şiiri estetiğiyle ve disiplinle kucaklayan klâsik terbiye neticesi olsa bile, uzun hece:
Akşam olup, yine bastı kaareler.
Gitme yârim seni arslan pâreler.
diyen halk türküsünde artık mahalli bir zevktir.
Esasen milletimiz, bu uzun heceyi yalnız başkalarından aldığı kelimelerde kullanmamıştır. Kendi kelimelerinde de bazı heceleri büyük bir zevkle uzatmıştır. (Eski Türkçe’de uzun hece yoktu). Bu zevki hatta Türkçe’leştirdiği kelimelere bile tatbik ettiği olmuştur.
Meselâ, halkımız “sahîh” i, “sâhi” diye; “sahlâb”ı “sâleb” diye: “Salanikos” u “Selanik” diye değiştirmiştir. Evet, Selanik’teki ince ve uzun “lâ” sesi, Türkiye Türkçesi’nin mûsikî zaferlerindendir. Bu tamamiyle millî “lâ” sesini, bütün dünyada bizden daha güzel telâffuz eden bir başka millet yok gibidir. Başkaları buna “lâ” derler, “laâ” derler, fakat kolay kolay “lâ” diyemezler. Bizim “lâ” deyişimizde, “ceylân” sesimizin güzelliğinde ve kendi “ala” kelimemizden inceltip uzatarak meydana getirdiğimiz elâ sözünde, hep bu “lâ” mız seslenir.
Türk dili tarihinde uzun hecenin sevilişi, vatan semâlarına ince uzun minâreler yükselten bir milletin estetiğidir. Dilimizde “taş” gibi bir kelimenin “Bektâşi” diye incelip uzaması; “kurşun” sesinde bir sözün “kurşûni” âhengini alması, hep aynı estetiğin neticesidir.
Evet dilimizde değişen şeyler vardır. Bu değişme, binlerce Türkçe’leşmiş kelimenin sesinde ve mânâsındadır. Dilimizin yeni bir tarih safhasında ve yeni bir vatan coğrafyasında dokuz asır işlenip güzelleşmesindedir; bu işlenme ve güzelleşme târihinde, kelimelerin yeni sesler ve yeni mânâlar kazanmasındadır.
Bu sebeple, fethettiğimiz ülkeler gibi dilimize uygun şekilde kazandığımız kelimeleri, hor görmek, hakir görmek, hele dilden atılabilir görmek, onların “oluş ve yontuluş” tarihini bilmemekten veya umursamamaktan doğan büyük gaflettir.
Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş, birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş; bu kelimeleri tamâmîyle millî bir sanatla işleyip güzelleştirmiş ve kendi millî mûsîkîsiyle seslendirmişse, evlâtları artık o kelimelere düşman kesilemezler!..
Böylece bütün bir tarih boyunca işlene yontula, güzelleşmiş, halk şiirine, âile hârimine, millî vicdana yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız en doğru ve en uygun yoldur.
Asırlardan beri, milletimizin malı olmuş, canı olmuş, asırlarca, halkın dilinde, edebiyatında, musikisinde yaşamış, vatan kadar millîleşmiş, ev ve âile hârimine alınıp sevilmiş ve okşanmış nice canlı kelimeyi nasıl kendimizden koparıp atabiliriz? Ayrıca iş bununla kalmıyor, her öldürülen kelime ile bir “kelime âilesi” mahvedilip, dilimiz en acı mâtem karanlığına gömülüyor. Bu yüzden, şimdiye kadar binlerce güzel söz kaybeden dilimiz, bağrına hançer vurulmuş gibi haykırmaktadır.
Bu sefer de, “hayâl” i öldürüyorlar: Masum “hayâl” i, ızdırapları dindiren, insanlara eşsiz güzellikler gösteren, insanları yaşama ve yeni terkiblere ulaşma gücü veren, ruhlarda teselliler uyandıran “HAYÂL” i öldürüyorlar:
Tek, hayâl denmesin diye, millî vicdanda nurdan bir güzellikle nârin bir ses, ruhdan bir sevgili gibi yaşayan bu zarif kelimeyi de, her gün yeniden öldürüyorlar:
Evet, ona “görüntü”, “imge” daha fenası, bet sesli “görüt” zevksizliğini gösterdiler.
Dillerde bazı sözler, o dillerin edebiyatına derin derin işlenir, başka sözler, başka kelimelerle birleşerek türlü ifade cilveleri meydana getirir. Bu sözler dillerde bir ses, bir mânâ, bir hâtıra güzelliğini uyandırır, millî edebiyatın yüzlerce, bâzan binlerce güzel mısrâ veya cümlesine işlenir ve böylece milletin hâtırasına, hâfızasına, öylesine yerleşir ki, âdetâ, döküldüğü kalıbın şeklini alan su gibi, millî dile bir akış, millî gönle bir doluş hâli yaşar.
Bir misâl verelim; Şâir Nedim, bir misâl âleminde görmüşçesine kusursuz hayâl ettiği güzeli, hatta İstanbul gibi bir şehirde bulamayınca:
“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
Bir perî-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana.”
demekten kendini alamıyordu:
Türkçe’nin zaferleri arasında sırf bu beyt hatırı ve ondaki “bir hayâl olmuş sana” söyleyişinin ses ve mânâ güzelliği için, hayâl kelimesi dilimizden atılamaz.
Halbuki şiirimizde hayâl’in yeri bundan ibaret değildir. Esasen bir his ve hayâl şiiri olarak dünya edebiyatının belli başlı şiir tufanlarından birini ortaya koymuş eski, yeni, bütün gerçek şiirimiz, hemen her zaman hayâl’in yalnız kendisiyle değil, kelimesiyle de süslenmeyi bilmiştir.
Şâir Hayâlî, kullandığı mahlâsla onun mânâsı arasında bir fikir, bir his ve mânâ saltanatı kurarak:
“Geçmiş zaman olur ki hayâlî cihan değer” derken, yalnız kendi şiirimize değil, bütün dünya edebiyatına bir mısra kazandırıyordu. Ahmet Haşim: ”
“Bizden daha evvel erişenler
Ağlar bugün evvelki hayâle”
söyleyişi ile bu kelimeye, erbâbının zevkinde ve hayâlinde bir ölümsüzlük vadediyordu. Yahyâ Kemâl:
“Bir hayâl âlemi peydâ oldu,
Göçtüler hep o hayâl âlemine”
diyordu.
“Hayâl âlemi…” şimdi, bunun yerine “imge acunu” yahut “görüt evreni” mi denecek? Aynı şâirin:
“Kalsaydı terkedişimde eğer son bir altın ok
En tatlı bir hayâl için atmazdım ufkuma”
gibi söyleyişleri, “imge”lerle, “görüt”lerle söylemek dilimizi ne hâle koyar?
“Hayrân olarak bakarsanız da
Hulyanızı feth eder bu hâli,
Beşyüz sene sonra karşınızda
İstanbul Fethi’nin hayâli”
diyecek kadar “hayâl”e büyük hayat veren bir şâirin milleti, bütün bu dil ve söyleyiş zaferlerine bu ölçüde hoyratça hıyanet edemez.
Hizmetten | Safvet Senih