Yıllar önce, Altunizade’nin 5. Katındaki camekanlı, etrafı bitki ve çiçeklerle çevrili büyük salonunu güneş olanca cömertliğiyle sarmalıyordu. 8-10 kişinin ancak bulunduğu bu ortamda öğle yemeği sonrası çaylar içiliyordu. Hocaefendi kendi koltuğunda bir yandan limonlu çayını yudumluyor, bir yandan da gönlünün ilhamlarını, güneşin cömertliğine denk bir edayla muhtaç sinelere fısıldıyordu. O anlarda yudumlanan çay değil, cennetâsâ huzurdu.
O esnada, Hocaefendi’nin salona giriş yaptığı kapıdan, kardeşi merhum Hasbi abi girdi ve Hocaefendi’nin göremeyeceği bir şekilde girişe oturdu. Hasbi abinin, abisine karşı saygısı, onun bizim yanımızda oturmasına müsaade etmiyordu. Bizler de diz üstü yerde oturuyorduk ama o yine dizlerinin üstünde ama Hocaefendi’nin göremeyeceği bir şekilde oturdu ve dinlemeye başladı. Hocaefendi bir müddet sonra gölgesini fark ettiği o kapı girişinde oturan kişinin kim olduğunu sordu.
Bunun üzerine Hasbi abi, mecburen başını uzatıp abisine kendisini gösterdi. Kapı girişinde oturan zatın kendi kardeşi olduğunu gören Hocaefendi, bakışlarını karşısında oturan insanlara çevirip “Anamın oğlu gelmiş” dedi.
Biz biraz şaşırdık. Hocaefendi kendi öz kardeşine niçin böyle demiş olabilirdi ki?
Bizim şaşırdığımızı anlamış olmalı ki “Benimle kardeş olmaya gelince o çok zordur” dedi ve bu girizgâhla hizmet içi bir tasnife başladı.
“Bizim hizmetimizde farklı daireler vardır” dedi ve sağ tarafındaki sehpanın üzerine işaret parmağıyla genişçe bir daire çizdi.
“Bu, bizim hizmetimizdeki muhiblerin teşkil ettiği dairedir. Bu insanlar sizi severler, yaptığınız işleri takdir ederler, sizi alkışlarlar ama bizzat işin içine girip hizmet etmezler” dedi.
Sonra bu geniş dairenin içine bir daire daha çizdi işaret parmağıyla ve “Bu” dedi, “dostlar dairesidir. Sizi severler, gelirler, dinlerler, sonra da döner giderler.”
Sonra bu dairenin içine bir daire daha çizip bunun, kardeşlerin teşkil ettiği daire olduğunu söyledi. Söz, “anamın oğlu”ndan, “kardeşlik dairesi”ne bu insicamla geldi. Sonra bu dairenin gerçek temsilcisi olabilme adına iki ölçü verdi.
İlk olarak dedi ki:
“Hizmetten bir arkadaşımız, Allah gecinden versin, eşini kaybetmiş olsun. Eğer bu arkadaşımız eşiyle alakalı olarak ‘Ne yapalım, bizim beraberliğimiz buraya kadarmış. İnşallah ötelerde de beraber oluruz. Fakat bizim hocamız bizimle beraber ya’ diyebiliyorsa, bu arkadaşımız, bu kardeşlik dairesinin bir ferdidir, bizim kardeşimizdir.”
Sonra ikinci kritere sözü getirdi: “Benim kendi kitaplarımla münasebetim başka. Ben onları nazara vermeyebilirim. Ama kim bu kitapları sanki kendi kitabıymış gibi sahiplenir, anlamaya çalışır ve başkalarının da anlaması için gayret gösterirse, evet, bu insan da bu dairenin bir ferdidir, bizim kardeşimizdir.”
Sonra bu dairelerin en darını yine işaret parmağıyla ve işaret ederek çizdi sehpanın üzerine. Bu daire, dairelerin en mahremi olan “erkân” dairesiydi. Bir binayı ayakta tutan sütunlar, direkler manasına.
Bu daireyi teşkil eden insanlara ait kriteri verirken, sol elini yumruk yapıp biraz uzattı, sonra sağ elinin baş parmağını sol elinin nabzına koydu, ellerini biraz yukarıya kaldırdı ve şöyle dedi: “Nabzı, nabzımla beraber atandır.”
Böyle söyleyerek, kendi gibi iman, İslam ve ihsanla dopdolu, hizmete adanmış, her anı imar edilmiş bir ömrü işaretledi, gönüllerde böyle bir heyecan ve dinamizm uyardı, yüksek hedeflere nazarları çevirdi.
En yüksek perdeden rehberlik bu olsa gerekti.
Ama artık Hocaefendi’nin nabzı atmıyor…
Hayır, bilakis. Onun nabzı artık milyonların kalbinde tek bir nabız olarak atıyor. Ve hizmet erleri, daha bir aşkla, şevkle, tek bir bünye halinde üzerlerine düşeni yapmaya devam ediyorlar.