Bugün, dünyanın değişik yerlerine hicret edenler, tabiatıyla farklı dinlere ve ideolojilere mensup kimselerle çeşitli münasebetler içinde olacak; arkadaşlık, dostluk, komşuluk, ticarî ortaklık ve belki evliliklerle akrabalık ilişkileri de kuracaktır. Bunlar, artık o ülkede yaşamanın beraberinde getirdiği kaçınılmaz, sosyal bir sonuçtur. Bu durum sadece bugüne has da değildir. Allah Resûlü, Medine’ye hicret ettiğinde Müslümanlar orada azınlıktı. Nüfusun büyük bir çoğunluğu Yahudi ve putperestti. Efendimiz ve ashabı onlarla insanî münasebetler kuruyor; onlarla konuşuyor, görüşüyor, alışveriş yapıyor, komşuluk ilişkileri geliştiriyor, yeri geldiğinde borç bile alıyor ve bunda bir mahzur da görmüyordu. Onların farklı inanç ve yaşantılarından korkmuyor bilakis birlikte yaşayabilecekleri mesajını veriyor hatta bunu “Medine Vesikası” ile hukuki bir metne bile dönüştürüyordu.
Dolayısıyla hicret yurdunda problem, farklı inanç ve kültürler değildir. Esas mesele Müslümanların milli ve manevî değerlerini, dinlerini bilmemeleri, öğrenmemeleri ya da bildiklerini yaşamamalarıdır. Mü’minler, Medine’ye hicret ettiklerinde sadece yaşadıkları mekân değişmişti. Daha hür ve özgür bir ortama kavuşmuşlardı. İnanç ve hayatlarında, duygu ve düşüncelerinde, hak ve adalet anlayışlarında bir değişiklik olmamıştı. Zaman içinde inen ibadet, ahlak ve muamelata dair ahkamı da öğreniyor, büyük bir heyecanla yaşıyor ve çevreleriyle de paylaşıyorlardı. Azınlık olma psikolojisine kapılıp kendi inançlarını açıkça yaşamaktan çekinmedikleri gibi başkalarının farklı inanç ve değerlerine karşı da bir rahatsızlık duymamış bilakis onları kendi konumlarında kabul ederek ilişkilerini sürdürmüşlerdi.
Bu çerçevede Allah Resûlü, Medine’ye hicret ettikten sonra Yahudilerle görüştüğünde onlara, kendilerine gönderilen Peygamberlere ve indirilen kitaplara iman ettiğini özellikle belirtti. Zira Kur’ân’ın bu konudaki beyanları açıktı: “Sana indirilene ve Senden önce indirilene iman ederler ve ahirete de kesin olarak inanırlar.”1Hatta getirdiği dinin bid’at bir din olmadığını,Kendisinden önce gönderilen kitapları tasdik edici ve koruyucu olarak geldiğini ve bunun için bütün peygamberlerle aynı çizgide vazifelendirildiğini belirterek onları destek olmaya çağırdı. Yine namazlarında onların da kıblesi olan Mescid-i Aksa’ya doğru yöneldi ve kıble birlikteliği üzerinden de İslâm’ın getirdiği değerleri ruhlarına duyurmaya çalıştı.
Allah Resûlü’nün, hicretin daha ilk gününde Kuba’da görüştüğü isimlerin başında, Yahudilerin en büyük ve saygın alimi Abdullah İbn-i Selâm da vardı. Bu bilgin zat, Efendimiz’i bir miktar dinlemiş ve “Vallahi bu yüzde yalan olamaz!” diyerek Müslüman olmuştu. Onun İslam’a girmesiyle birlikte yanında bulunan Sa’lebe İbn-i Sa’ye, Esed/Üseyd İbn-i Sa’ye ve Esed İbn-i Ubeyd ve bazı Yahudiler de Müslüman olmuşlardı. Bazıları da “O’na bizim şerlilerimiz iman etti. Zira onlar hayırlı olsalardı atalarının dinini bırakmazlardı.” diyerek onların bu tercihlerini kınadı. Bunun üzerine kıyamete kadar Müslümanlara, ehl-i kitaba bakışta temel bir kriter veren şu ayet nazil oldu: “Onların (Ehl-i kitabın) hepsi bir değildir. İçlerinde bir topluluk vardır ki, onlar gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.” Hatta Abdullah İbn-i Selâm Müslüman olduktan sonra, kendisini seven ve sayan bütün Yahudileri toplamış ve onları da Efendimiz ile buluşturmuştu. Fakat onlar iman etmeye yanaşmamışlardı.
Bunun yanında Efendimiz, çeşitli vesilelerle, Yahudilerin eğitim ve öğretim müesseseleri olan Beytu’l-Midras adlı merkezlerine gider, alimleriyle beraber oturur, İslam’ı anlatır, sorularına cevap verir, istediklerinde müşküllerini de çözerdi. Hatta Hz. Ebu Bekir de zaman zaman buraya uğrar ve Yahudi alimleriyle belli meseleleri güzel bir üslupla tartışırdı. Bir defasında tatsız bir olay yaşanmış ve durum Efendimiz’e haber verilince şu ayet nazil olmuştu: “..Şüphesiz sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan sizi inciten birçok söz işiteceksiniz. Ama sabreder ve sakınırsanız bilin ki bu, size yakışan en değerli, en isabetli davranışlardandır.” Bu ayetle Allah, müminlere, Ehl-i kitaptan gelecek sözlü saldırılara, tahriklere, suçlamalara ve aleyhte yaptıkları propagandalara kapılıp asla şiddete başvurmamalarını, bilakis sabırlı olmalarını, ne olursa olsun üsluplarını bozmamalarını, İslam’a zarar verebilecek söz, fiil ve davranışlardan da özellikle sakınmaları gerektiğini ders vermiştir.
Üstelik bu ziyaretler tek taraflı da değildi. Bazen Yahudiler de Efendimiz’i ziyaret eder kendisine sorular sorar ve cevap isterlerdi. Hatta bazen Yahudi kadınlar da Efendimiz’in evine gelir hanımlarını ziyaret ederlerdi. Mesela, bir gün Yahudi bir kadın gelmiş ve Hz. Âişe validemizi ziyaret etmişti. Tam o sırada Allah Resûlü de eve gelmişti. Derken Yahudi kadın Hz. Âişe’ye, “Sizler, kabirde fitneye maruz kalacak mısınız?” diye sormuş, Hz. Âişe soruyu Efendimiz’e iletince ürperen Efendimiz, “Şüphesiz onlar fitneye maruz kalacak.” buyurmuştu. Aradan birkaç gün geçince Hz. Âişe’ye konuyu tekrar açmış ve “Biliyor musun? Bana ‘Kabirlerde azaba duçar olacaksınız!’ diye vahyolundu.” demiş ve o günden sonra dualarında artık kabir azabından da Allah’a sığınmaya başlamıştı.6
Allah Resûlü sadece Yahudilerle değil Hıristiyanlar ve putperestlerle de Medine görüşüyor ve hatta gelen heyetleri özellikle Mescid-i Nebevî’de ağırlıyordu. Mesela Hıristiyan Necran heyeti ve putperest Tâif heyeti gibi. Onlarla da buluşuyor, sorularına cevap veriyor, İslam’ı anlatıyor ve bu süre zarfında dinlerini mescidin içinde yaşamalarına müsaade ediyordu. İslam adına bir meseleyi izah etmekten çekinmediği gibi onların sorularından da çekinmiyor hatta kendi aralarındaki sorunlara da çözüm buluyordu.
Dolayısıyla muhacirler, en dar daireden en geniş daireye kadar hak ve hakikati, insanî ve İslâmî değerleri yaşamaktan ve anlatmaktan çekinmemeli; geliştirecekleri ferdî, ailevî ve içtimâî projelerle, topluma katkı sunarak açılmaya çalışmalıdırlar. Aksi takdirde farklı sebeplerle kendi değerlerini yaşamaktan, seslendirmekten ve bu konularda diyaloğa ve müzakereye girmekten kaçınanlar zamanla asimile olur; kimlikleri ve kültürlerini kaybederler.
Açılım, Helal-Haram Dairesi Korunarak Yapılmalı
Hicretin ilk yıllarında Medine, nüfus ve nüfuz olarak Yahudi ve putperestlerin hâkim olduğu bir şehirdi. Müslümanlar, daha önce müşrik bir toplumla iç içe yaşamışlardı. Fakat şimdi yeni yurtlarında farklı bir dini grupla karşılaşmışlardı. Birlikte yaşadıkları bu şehirde bilhassa yeme ve içme gibi meselelerde helal-haram sınırlarını koruyup gözetmek kolay değildi. Mesela ehl-i kitap bir aileye misafir olduklarında ya da ictimai hayatta çeşitli vesilelerle onlarla aynı sofra paylaşıldığında ne yapacaklardı? Cenâb-ı Hakk, indirdiği “Bugün size bütün temiz nimetler helal kılındı. Ehl-i kitabın kestikleri ve diğer yiyecekleri size helaldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir…” ayetiyle bu konu, hükme ve çözüme bağlanmıştı. Dolayısıyla ehl-i kitabın hazırladığı ve İslam’ın da haram kılmadığı yiyecek ve içeceklerden istifade etmelerinde bir mahzur bulunmuyordu.
Nitekim Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) zaman zaman komşuları tarafından yemeğe davet ediliyordu. O da bu davetleri, tebliğ ve temsiline bir vesile olarak değerlendiriyordu. Mesela Efendimiz’in Fârisî bir komşusu vardı. Çok lezzetli et çorbası yapardı. Bir gün yine çorba pişirmiş ve O’nu da davet etmişti. Peygamberimiz, yanında bulunan Hz. Âişe validemizi de göstererek “O da gelirse olur.” buyurmuştu. Farisî, “Hayır!” deyince Efendimiz, “O gelmezse ben de gelmem.” karşılığını vermişti. Fakat Fârisî, yemeğin azlığından olsa gerek onun da gelmesine “Evet!” dememişti. Ancak üçüncü teklifinde Hz. Âişe’yi de yanına almasını kabul etmişti. Bunun üzerine Efendimiz, eşiyle birlikte Fârisî komşularının yemek davetine icabet etmişti.
Ashab-ı kiram, sadece yiyecek değil kullanacakları kapları bile Allah Resûlüne sormuşlardı. Ebu Sa’lebe, Efendimiz’e gelmiş ve, “Ya Resûlallah! Biz ehl-i kitap olan bir kavmin yurdundayız ve onların yemek kaplarından yiyoruz… Bu konuda bize helal olan şeyleri bildirir misin?” diye sormuştu. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Eğer onların kaplarından başka bir kap bulabiliyorsanız, o kaplardan yiyin. Fakat başka kap bulamıyorsanız onların kaplarını yıkayarak kullanabilirsiniz.” buyurdu.
Yine sosyal hayatta önemli kurumlardan bir tanesi evlilik müessesesiydi. Peki ehl-i kitaptan bir kimseyle evlenip yuva kurulabilecekler miydi? Cenâb-ı Hak bu konuda: “…Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden ve ehl-i kitaptan hür ve iffetli kadınlarla, mehirlerini verip nikahlanmanız size helaldir…” buyurarak ehl-i kitapla akrabalık bağları da kurabileceklerini bildirmişti.
Dolayısıyla hicret yurdunda kendini koruma maksadına matuf bile olsa, hicret edilen toplumdan bütün bütün ayrılıp/sıyrılıp “gettolar” halinde yaşamak hicretin hedefleriyle bağdaşmaz. Böyle bir uygulama o toplum içinde hayatı zorlaştıracağı gibi hicreti de çekilmez hale getirebilir. Kaldı ki bu şekilde kendi içine kapanma, o toplumu da Muhacirler hakkında endişe ve korkulara sevk eder. Zaten böyle bir davranış da Kur’ân’ın bildirdiği, “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp kaynaşmanız, birbirinize sahip çıkmanız için de milletlere, sülâlere ayırdık…” ilkesiyle bağdaşmaz. Onun için Allah Resûlü bir taraftan ashabını ilmen, ahlâken ve manen beslerken öbür taraftan geliştirdiği sosyal projelerle topluma açılmanın adımlarını da Kendinden emin bir şekilde bir şekilde atıyordu. O’nun bu kararlı adımlarını ve gayretlerini gören Muhacir ve Ensar da Allah ve Resûlü’ne şevkle destek oluyorlardı.
Hasılı, helal ve haram ölçülerine riayet ederek topluma katkı sunmaya çalışanlar asimile olmaz, bilakis onlar toplumun bir zenginliği olarak görülür ve kabul edilirler. Kendi içine kapanan Muhacirler ise kapalı toplumlar halinde yeni nesillerini muhafaza edemez ve onlara geleceğe ait bir misyon da yükleyemez. Böylece zaman içerisinde taklit hastalığına ya da içinde yaşadığı modern topluma benzeme modasına kapılarak asimile olmaya mahkûm olurlar.
Sonuç
– Muhacirler, dinlerini öğrenmek, öğretmek ve yaşamaktan çekinmemeli, inancından dolayı mahcubiyet duymamalıdır. Bu hususta Hz. Ömer’in “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” sözü asimilasyonun temel sebebini ifade eden önemli bir ikazdır.
-Ashab-ı kiram, Yahudileri çok iyi tanıyorlardı. Zira daha Mekke’de inen sûrelerde onların inançları, tarihi, kültürü ve karakterleri hakkında Müslümanlara geniş malumat verilmişti. Hicretten sonra onlarla diyalog kurarken sadece o gün karşılaştıkları topluma bakmıyor ve onları bir bütün olarak tanıyorlardı. Hicretten sonra muhatap toplumlar, iyice tanınmadan onlarla isabetli ve verimli bir diyalog kurmak mümkün olmayacaktır.
– Allah Resûlü, hicret yurdunda korkmadan, çekinmeden, izzetini tevazuuyla dengeleyerek İslam’ı yaşamış ve çevresine de tebliğ etmiştir. O’nun inancındaki ve yaşayışındaki samimiyet, istikamet ve şeffafiyet, beraberinde O’na karşı güven ve itimadı da getirmiştir. Onun sade, doğru, ihlaslı ve herkese açık yaşantısı hakkaniyetine de parlak bir ayna olmuştur.
– Muhacirlerin inançlarını yaşaması değil bilakis yaşamamaları, içinde bulundukları toplumun fertlerini tedirgin eder. Haklarında, “Hem şöyle şöyle inandığını söylüyor hem de öyle davranmıyor, yaşamıyorlar.” denilmesine sebebiyet vererek, insanları haklarında korku ve tereddüde sevk ederler. İnançlarıyla tutarlı davranışlar sergilemeyen topluluklara daima şüpheyle bakılacağı unutulmamalıdır.
– İnançları ve değerleri, üzerlerinde iğreti ve emanet bir elbise gibi duran kimselerin, içinde yaşadıkları kültürden etkilenip değişip başkalaşmamaları düşünülemez.
– İslam tarihi boyunca Muhacirlerin hicret yurdunda dinî, ahlaki ve kültürel kimliklerini koruyabilmeleri büyük ölçüde helal ve haram hassasiyetlerini korumalarıyla mümkün olmuştur. Yeme-içme, giyim-kuşam, hukuk-ticaret, nikah-aile gibi her alanı kapsayan helal ve haram anlayışı, aynı zamanda Muhacirlerin, her sahada topluma katacakları bir çok değerin de sahibi olduklarının bir delilidir.
– Helal-haram hassasiyetiyle inanç, amel ve İslâmî hayat noktasında asimile olmaktan korunan Muhacirler, aynı zamanda İslâm’ı hakkıyla temsil ettiklerinden, beraber yaşadıkları topluma insani değerlerin yaşatılmasında güzel örnek de olurlar.
– Allah Resûlü’nün: “…Allah’ın emir ve nehiylerine uy ki O da seni korusun…” nurlu beyanında ifade buyurduğu gibi, helal ve haram sınırlarını koruyup gözetenleri Allah da asimile olup yabancılamaktan koruyacaktır.
– Efendimiz, risaletin ilk günlerinde Müslüman olan Hz. Ebû Zerr el-Gıfârî’yi, hem Mekke’deki ağır şartlardan kurtarmak hem de irşad ve tebliğde bulunması için memleketine gönderirken verdiği, “Her nerede olursan ol Allah’tan kork!…” ölçüsü, günümüz muhacirlerinin de hayat felsefesi olmalıdır.
Kaynak: Peygamberyolu.com | Selim Koç