Hadis hakkında söz söyleyen birtakım müsteşrikler ve onların İslâm dünyasındaki takipçileri, hadislerin sayısının çok yüksek olduğunu ve bilhassa bazı sahabilerin çok fazla hadis rivayet ettiklerini ileri sürerek, sahih hadislere ve sünnet-i sahihaya gölge düşürmeye çalışmakta ve bu kadar çok sayıda hadisin Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sâdır olmasının imkânsızlığını iddia etmektedirler.
1. Hadisin Ehemmiyeti
Benzeri iddialar gibi böyle bir iddianın da mesnetsizliği ve tutarsızlığı ortadadır. Bir defa, yeri geldikçe izahına çalıştığımız üzere, hadisin İslâm dinindeki yeri ve Müslümanın hayatındaki ehemmiyeti çok büyüktür. Sahabe-i kiram (aleyhimürrahmetü verrıdvan) her zaman bunun şuurundaydı.
Evet, dünya ve ukbâ saadetini O’nun söz ve davranışlarının deşifre edilip hayata geçirilmesinde gören sahabi-nâm kudsîler topluluğu, O zâtın mübarek dudaklarından dökülecek her incinin en harîs talibiydiler. Bu itibarla da O’nun mübarek sözlerinin, fiil ve takrîrlerinin bir tekini bile kaçırmıyor, belliyor, müzakere ediyor ve hafızalarına nakşettikten sonra hayatlarına düstur ediniyorlardı.
Evet, tam yirmi üç yıl aralarında kalan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) her hareketini yakından takip ediyor, O’nu hayatlarının her safhasında, her faslında, her dönemecinde aynen taklit ediyorlardı. O da, hayatları ve ukbâları için her şeyi, hem onlara, hem de, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlere, anlayacakları şekilde ve bir bir anlatıyordu. Ebû Zeyd Amr b. Ahtab’ın ifadesiyle:
“Bazen, sabah namazını kıldırıp minbere çıkıyor ve öğleye kadar konuşuyordu. Öğle ezanı okununca, minberden inip öğle namazını kıldırıyor, tekrar minbere çıkıyor ve ikindi vaktine kadar konuşuyordu. İkindi ezanı okununca, inip ikindi namazını kıldırıyor; ardından tekrar minbere çıkıyor ve akşama kadar konuşuyordu. O, bütün bu konuşmalarında, kâinatın var edildiği andan kıyamete, ondan haşr ü neşrin meydana geleceği âna, ondan da Cennet ve Cehennem’in sergileneceği, teşhir edileceği âna kadar gelip geçen ve ileride meydana gelecek olan her şeyi şerhediyor ve gözler önüne seriyordu.”[1]
Ve, bir mânâda 23 yıl O’nunla beraber bulunan sahabe, bütün bunları belliyor ve yine O’nun ifadesiyle, bunlara âdeta “dişleriyle tutunuyordu.” Sahabenin önünde namaz kıldırıyor, sonra dönüp: “Beni nasıl kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın.”[2] buyuruyordu. Ashabının önünde haccediyor ve: “Menâsikinizi benden alın.”[3] buyuruyordu.
Bu durumda, elbette sahabe, O’nun her adımını, her sözünü takip edip belleyecek, hıfzedip hayatına hayat yapacak ve tabiî ki onları aynı zamanda gelecek nesillere de nakledecek…
Evet, ashab, hadisleri hıfzedecek, hayatına hayat yapacak ve nakledecekti. Çünkü, Allah Resûlü’ne çok bağlıydılar. O’nun her söz ve davranışının, Cennet’e açılan birer kapı olduğuna inanıyor -Biz de yürekten onun öyle olduğunu kabul ediyoruz- O’nu içten seviyor ve değil hadisini, saçının, sakalının mübarek bir telini bile kapıp kaçırıyor ve muhafaza mevzuunda âdeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. O’ndan intikal eden her şey mübarek bir hatıra ve sonsuzdan gelmiş gibi telakki ediliyordu. Ben şahsen, gözümde büyüttüğüm bazı zatların benimle alâkalı, iltifatkâr veya ırgalayıcı sözlerini, terğîb ve terhîbe dair ifadelerini hiç unutmamış ve değirmen taşları gibi beni defaatle aralarında öğüten hâdiselere rağmen, onları hafızamda hep muhafaza etmişimdir. İhtimal, her Müslüman için de durum aynıdır.
2. İz Bırakan Hatıralar
Şimdi, her bir mü’min, gözünde büyüttüğü zatların, hem de Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kapısının ancak kıtmîri olabilecek zatların, kendisiyle alâkalı sözlerini unutmaz ve hele onlardan kalan bazı hatıraları mukaddes birer emanet gibi ipeklere sarıp saklarsa, kendilerini birden vahşetten medeniyete, cehaletten insanların mürebbileri olmaya çıkaran Allah Resûlü’nün, her biri birer lâl ü güher olan sözlerini, davranışlarını hem de sahabe gibi temiz ve mert fıtratların unutmalarına imkân var mı? Yoktur ve unutmadılar da.
Siz, Ramazanlarda lihye-i saadeti görmek için koşuşur, tabir caizse, kıran kırana mücadele verirsiniz; O’nu bu kadar yakından tanıyanların, O’nun hatıralarına hürmetsizlik edeceklerine nasıl ihtimal verebilirsiniz?
Enes, O’ndan kalan mestleri göğsüne bastırırken, biri kapıverir diye ödü kopuyordu. Şam’da, mü’minlerin emîri Muaviye’nin, birisinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait bir cübbe bulunduğunu duyunca o cübbeyi almak için o kişinin ağırlığınca altın teklif etmesi tabiî değil miydi? O’nun matarasını bile senelerce muhafaza ettiler. Oku, yayı ve daha bazı hatıraları bugün hâlâ Topkapı Sarayı’nda gözlerimize neş’e ve sevinç salıyor. Yavuz, getirip Topkapı Sarayı’na yerleştirdiği o mukaddes emanetlerin başında, bir lâhza ara vermeden gece gündüz Kur’ân okuttu ve bu müstahsen âdet, yakın tarihe kadar da devam etti ki, bunu içimizdeki yaşlılar çok iyi bilirler. Yedi değil, belki yetmiş düvele hükmeden ve üç kıt’ada hükümran olan Devlet-i Osmaniye’nin sultanı, Sultan Ahmed, O’nun mübarek ayağının bastığı çamur kalıbını tacına sorguç yapmayı düşünüyor ve: “N’ola tâcım gibi başımda gezdirsem kadem-i pâkini” diyerek tebcilde bulunuyordu.
Şimdi, asırlarca sonra gelenler O’nun mübarek hatıralarına böyle saygı gösterir de, O’nunla birlikte yaşamış sahabe‑i kiram, O’na hiç hürmetsizlik eder mi? Asla! Kaldı ki, hatıra dediğimiz şeylerden hiçbirinin, mü’minin hayatı noktasında sünnetin bir meselesine denk olamayacağı açıktır. O’nun hatıraları böyle korunur ve temcid edilirken, hadisleri, sünneti elbette daha bir dikkatle korunacaktı ve öyle de oldu.
Ahmed İbn Hanbel naklediyor: Hz. Ömer Efendimiz (radıyallâhu anh), cuma namazına giderken, Hz. Abbas’ın evinin duvarının dibinden geçiyordu ki, o esnada, damdaki suyu savan oluktan iki damla kan Hz. Ömer’in cübbesine damladı. Emîrü’l-mü’minînin canı sıkıldı ve: “Kim bu damın üstünde hayvan boğazlıyor da, kanı oluktan aşağı damlayıp, üstümü kirletiyor!” diye, elinin ucuyla dokunup, oluğu aşağı düşürdü. Sonra da cübbesini değiştirip mescide geldi.. hutbesini irad buyurdu.. sonra da, gördüğü yanlışlıklar mevzuunda her zaman yaptığı gibi, cemaati ikaz sadedinde:
“Cemaat, yanlış şeyler yapıyorsunuz. Gelirken, falan duvarın dibinden geçiyordum. Bir oluktan üzerime kan damladı; ben de elimin tersiyle itip, o oluğu düşürdüm.” dedi. Onun sözü henüz bitmişti ki, Hz. Abbas, beyninden vurulmuş gibi yerinden fırladı ve: “Yâ Ömer, sen ne yaptın? Ben bu gözlerimle gördüm; o oluğu oraya bizzat Resûl-i Ekrem kendi elleriyle koymuştu.” dedi ve durdu.
Bu sözler Ömer’in ayaklarının bağını çözmeye yetmişti.. develerin boynunu büküp altına alan koca Ömer, minbere yıkılıverdi ve Hz. Abbas’a (radıyallâhu anh) and verdirdi: “Vallahi, ben başımı o duvarın dibine koyacağım. Sen de, ayağınla başımın şurasına basacak ve çıkıp, elinle o oluğu yerine koyacaksın. Koyacağın âna kadar da başımı yerden kaldırmayacağım!”
… Ve gittiler.. dev halife, cihanın başına taç o mübarek başını Hz. Abbas’ın ayaklarının altına koydu; bir tarafta Allah Resûlü’nün koyduğu oluk, diğer tarafta, en yakın arkadaşı, mü’minlerin emîri, halife-i rûy-i zemin, mülhemûndan büyük bir velinin başına basma arasında kalan Hz. Abbas. Bastı halifenin başına ve Allah Resûlü’nden geriye kalan oluğu yerine koydu.[4]
Evet, O’ndan kalan en küçük hatıraya bile bu denli duyarlı, bu denli titiz olan bir cemaatin ve bu denli uyanık bir neslin, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadislerine gözlerini kapaması herhâlde düşünülemez. Çünkü, hadis, din demektir; hayat demektir; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakikati, sufîlerin ifadesiyle “Hakikat-i Ahmediye”; ve bizim de “dünya-ukbâ saadet köprümüz” demektir.
3. Efendimiz’in Teşvikleri ve İlme İştiyak
Ayrıca, yerinde ele alındığı gibi, bu mevzuda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mühim teşvikleri vardı. O: “Ehl‑i ilmin ayaklarının altına meleklerin kanatlarını serdiğini”[5] ifade buyuruyor ve çıraklarına yüksek ufuklar gösteriyordu. Günümüzde, bazı istisnalar dışında, ilim, mevki, makam ve geçim için tahsil edilirken, o zaman sırf Allah rızası için tahsil ediliyordu ve ilmî hayat aynı zamanda çok canlıydı. O kadar canlıydı ki, Süfyan İbn Uyeyne gibi bir zat, on yaşında içtihat yapacak seviyeye ulaşabiliyordu.[6] Daha önce açıklandığı gibi, müzakereye, bilhassa Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadislerini müzakereye büyük teşvik ve aynı derecede arzu ve iştiyak vardı. Dârimî’nin rivayetine göre, Ebû Said el-Hudrî ve İbn Abbas, talebelerine: “Bu hadisleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Bazısı bazısını hatırlatacak, bazısı bazısını çağrıştıracaktır.”[7] diyorlardı.
Sahabe dönemindeki canlılık, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminde, hatta ilk beş asırda hep aynı seviyede devam etmişti. O kadar ki, hadis hafızlarının sonuncularından olan beş-altı asır önce yaşamış İbn Hacer el-Askalânî gibi bir zat: “Müslim‑i Şerif‘i birkaç celsede okudum.” diyor, yani, Müslim’in el-Camiu’s-Sahîh‘ini birkaç oturuşta bitirdiğini ifade ediyordu.
O dönemde, Kur’ân ve Sünnet ilimleri adına derin bir aşk u şevk vardı onlarda.. ve herkes yaptığı şeyleri bir ibadet neşvesi içinde yapıyordu ve bu anlayış dört-beş asır böyle devam etti. İmam Nevevî, çoluk çocuk maişeti kendini meşgul eder diye evlenmemiş ve hayatını bütünüyle ilme tahsis etmişti. Büyük âlim Serahsî, otuz ciltlik Mebsût‘unu kuyu dibinde ve hafızasından talebelerine dikte ettirmişti. Hatta, onun hakkında şöyle latîf bir şey de naklederler:
Talebeleri bir gün, bu dev insana: “İmam Şafiî, üç yüz klasör hadisi ezbere biliyormuş.” derler. Bunun üzerine koca İmam: “Benim bildiğimin zekâtını biliyormuş.” karşılığında bulunur.[8]
İçlerindeki aşkla yoklukta varlık cilvesi gösteren bu dev insanların yazdıklarını sayfa sayfa saysanız, yani kitaplarının yapraklarını tek tek çevirseniz, -meselâ İbn Hacer’in eserlerini, İbn Cerir’in kitaplarını, Suyûtî, Fahreddin Râzî ve emsallerinin yazdıklarını- bir haftada bitiremezsiniz.
Yukarıda verdiğimiz isimler bir ölçüde son döneme ait. Sahabe ve hemen onlardan sonrasına döndüğümüzde, karşılaştığımız manzara ise özetle şöyledir:
4. Düşünce Ufkumuzu Aşan İlim İştiyakı
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) on yıl hizmetinde bulunan şerefli sahabi Enes İbn Mâlik’in azadlısı ve tâbiînin rabbânî, büyük imamlarından Muhammed İbn Sîrîn ve bir de kendisi gibi rabbânî, efendisi Hz. Enes’in adını taşıyan kardeşi Enes İbn Sîrîn… Bu zat diyor ki: “Kûfe’ye geldiğimde, Kûfe camilerinde hadis derslerine dört bin insanın devam ettiğini gördüm.”[9] Bir şehrin camilerinde dört bin (4.000) talebe hadis okuyor. Aynı şekilde, Şam’da bin beş yüz (1500) insan Ebu’d-Derdâ’nın ilim halkasında.. Kûfe’de, Enes İbn Sîrîn’in verdiği bilgiye göre 400 de fakih vardı.[10]
Ne demektir fakih; ve dört yüz fakih? Bugün, bir milyarlık İslâm âleminde 400 fakih yoktur. Fakih, Kitap, Sünnet ve icmayı malzeme olarak kullanıp, dinin emirlerini istinbat gücüne sahip olan kimse demektir. Ebû Hanife fakihtir; İmam Ebû Yusuf fakihtir; İmam Muhammed fakihtir; İmam Şafiî fakihtir; İmam Mâlik fakihtir. Bir milyon hadisin hâfızı Ahmed İbn Hanbel hakkında bu tabiri rahat kullanamamışlar. Kullanmayanlardan biri olan Ebû Cafer Taberî, “Ahmed İbn Hanbel fakih değildir.” deyince Hanbelîler evini taşlamışlardı. Ahmed İbn Hanbel, fakihtir veya değildir ama, Taberî’nin bu sözüyle, fakih olmanın keyfiyeti hakkında bize anlattığı bir gerçek var.
İşte, tâbiîn döneminde Kûfe camilerindeki hadis derslerine devam eden dört bin kişinin içinde, dört yüz fakihin bulunması da bence bu zaviyeden ele alınmalıdır.
O dönemde ilim iştiyakı bu derecedeydi ve hadis maz-har olduğu alâka ve iştiyak ile her şeyin önünde idi ve bir teki için, beldeler aşırı seyahatler tertip edilecek derecede önemliydi. Hadis imamlarının bir tek hadis için yaptıkları göçler, ona karşı duydukları alâka dillere destandı. Onlardaki bu derin alâka ve iştiyak zamanla sarrafın altına vukûfu ölçüsüne dönüşecekti ve dönüştü. Bu vukûfiyet, yalnızca hadislerin metniyle alâkalı da değildi; hadislerin sıhhati bakımından pek mühim olan senedlerini de içine alıyordu.
Burada önemli bir misal olarak imam Buhârî’yi hatırlayabiliriz. Buhârî, Bağdat’a geldiğinde, ilmî derecesini, hıfzını ve hadise olan vukûfiyetini ölçmek için, çok kalabalık bir ders meclisinde, orada bulunan on zat, kendisini imtihan eder. Her biri, on ayrı hadis okur, ama senedleri alt-üst edilerek, ravilerin yerleri değiştirilerek, yani senedin birindeki ravinin yerine başka birini koyarak, yüz hadisi birbirine karıştırıp ona okurlar.
Söz gelimi; meşhur niyet hadisini Yahya b. Said el-Ensarî, Muhammed b. İbrahim et-Teymî’den, Teymî, Alkame b. Vakkasi’l-Leysî’den, o da Hz. Ömer’den rivayet eder. Fakat bu hadis, Buhârî’ye, Yahya b. Said’in yerine başkası, Alkame’nin yerine bir başkası ve Teymî’nin yerine başka bir ravi geçirilerek arz olunur.
Evet, tam bunun gibi yüz hadis, senetleri karıştırılarak Buhârî’ye okunur. İmam Buhârî, yüzüncü hadisin sonunda: “Birinci hadiste falan zatın yerine falanı koymuşsunuz; o hadisin sağlam olan senedi sizin söylediğiniz gibi değil, şöyledir.” diyerek, birinciden yüzüncüye kadar her hadisi asıl senedleriyle okur ve orada bulunan âlimler, onun hıfzını ve faziletini ikrar ederler.[11] Ayrıca İbn Huzeyme de İmam Buhârî hakkında: “Şu arz, şu sema, bu konuda senin kadar vukuf sahibi ikinci bir kişiyi görmemiştir!” diyerek takdir ve tebcilde bulunur.[12]
O Buhârî ki, ilmin şerefini korumuş ve onu dünya metaı hâline getirmemiş kadri celîl âlimlerimizdendir. Ona Buhâra emîri: “Gel, benim çocuklarıma hadis takrir et.” dediğinde koca Buhârî: “İlim, hükümdarın ayağına gitmez; eğer hükümdarın ilme merakı varsa kendisi gelir, çocukları gelir, ders alırlar.” cevabını verir. Bunun üzerine emir: “Çocuklarıma ayrı bir gün tahsis etsen.” teklifinde bulunur. Büyük İmam: “Ben Ümmet-i Muhammed’e ders verirken, senin çocukların için hususî zaman zayi edemem.” karşılığını verince, hayatının sonunu tecritte geçirir ve Allah, onu yalnız başına, gurbette ölmekle serfiraz kılar.[13]
İşte bu büyük imam, birisinden hadis almaya gider. O zatın yanına sokulduğunda bakar ki, külahını açmış, bir ata doğru uzatmış ve böylece atı yakalamaya çalışıyor. Atı yakaladığında İmam Müslim: “O külahın içinde bir şey var mıydı?” diye sorar. “Hayır!” cevabını alınca: “Atı kandıran, insanları da kandırır!” diyerek, ondan hadis almadan geriye döner.
İşte sünnet, bu tahkik ve titizlik içinde tesbit edilmiştir. Hadislerin sayıca çok ve dolayısıyla içlerine pek çok uydurmanın karışmış olduğunu iddia edip, sahih hadis kaynaklarına ve sünnete dil uzatanlar, izahına çalıştığımız ilim aşkını, sünneti takip edenlerin nazarında sünnetin önemini ve sünnetin hangi şartlar altında ve kimler tarafından tesbit edildiğini görmezlikten gelerek, kendi çerik çürük düşüncelerine, ruh aynalarına göre hüküm verirlerse yanılmış ve yanıltmış olurlar.
5. Ortam Müsaitti
Bir başka sebep de, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn zamanında hadis ezberlemek için vasat çok müsaitti. Bir kere o zamanın insanları dile oldukça hâkimdiler. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği Kur’ân-ı Kerim, her şeyden evvel bir lisan mucizesiydi ve Araplar’da da o zaman en yaygın olan sanat, dil ve edebiyattı. Muallaka şairlerinde de görüldüğü üzere, âdeta gerçek söz sultanları o dönemde yaşamıştı. Mamafih, Kur’ân-ı Kerim ve Allah Resûlü’nün sözleri karşısında dilleri tutulan bu dil ve beyan üstadları, Kur’ân ve hadisler karşısında kalemlerini kırıp, secdeye kapanmışlardı.
Meselâ, bunlardan biri olan Hansâ, başlı başına bir şiir üstadıydı. Cahiliye döneminde ölen kardeşi Sahr için söylediği mersiye, öylesine içtendir ki, bugün bile hâlâ gözlerimizi yaşartır. Bu kadın, gerçek beyan sultanı Allah Resûlü’ne öylesine bağlanmıştı ki, Kadisiye’de dört oğlu da, sinelerinden yedikleri mızraklarla arka arkaya şehit olurlarken, bulunduğu yerde bunu hissetmiş ve insanî yönleriyle bir taraftan kıvranırken, diğer yandan da: “Allahım, bana dört oğul vermiştin. Dördünü de Habîb’inin yolunda kurban ettim; Sana binlerce hamd olsun!”[14] deyip iman, Kur’ân, İslâm ve Hazret-i Sahib‑i Kur’ân’a mazhariyetin şükrünü eda etmişti.
Bu kadın, şiir ve söz söylemede de öylesine mahirdi ki, kâfirleri hicvedip İslâm’ı yücelttiği için Resûlullah’ın, kendisi hakkında: “Allahım, onu Ruhu’l-Kuds’le destekle!”[15] diye dua buyuracağı Hassan b. Sabit’in, Cahiliye’de dört mısralık bir şiirinde sekiz yanlış bulmuş ve bir söz üstadı olduğunu ortaya koymuştu.
İşte böyle söz sultanı bir kadın bile, Kur’ân ve Allah Resûlü’nün nurlu sözleri karşısında şiir söylemeyi bırakmış, kendini O’nun söz zemzemesi içine salmıştı. Sadece o değil, o dönemin insanları büyük çoğunluğu itibarıyla söz ustalarıydı, ve söz sultanlarıydı. Kur’ân-ı Kerim karşısında, hadis-i şerifler karşısında söz söylemeyi bırakmış, bütünüyle kendilerini Kur’ân’ı ve hadisi terennüme salıvermişlerdi. Bunlar ve bunlardan sonra gelenler, birer söz kimyageri, hadis kimyageri olarak Resûlullah’ın sözünü başka sözlerden çok rahat tefrik edebiliyorlardı.
6. Hafızada Dâhi İdiler
Bir başka sebep de, o kutlu zamanın kutlu insanları birer hafıza dâhisiydiler. Bugün, Kur’ân’ı dört ayda ezberleyene dâhi gözüyle bakılıyor; Elmalılı Hamdi Yazır Efendi gibi bir kabiliyetin Fransızca’yı altı ayda öğrenmesi harikulâdeden sayılıyor. Hâlbuki o günün insanları bunların çok çok ötesindeydi.. ve pek çoğu itibarıyla harikulâdeydi.
Bunlardan, müsteşriklerin boy hedefi sayılan ve bu sağlam sütunu yıkarak, dinin önemli bir temelini dinamitlemeye çalıştıkları Hz. Ebû Hüreyre, duyduğu bir şeyi ikinci bir defa tekrar etmeye lüzum görmeden ezberleyen bir hafıza dâhisiydi.
Zeyd İbn Sabit, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine, “Sen biraz İbranice’yi belle.” dediği zaman, 15-20 gün içinde mektup yazıp, mektup tercüme edecek kadar İbranice’yi öğrenen ayrı bir dâhiydi…[16]
Sahabenin ünlü hadis hafızlarından Hz. İbn Abbas, daha sağlığında, “Ümmetin âlimi” mânâsına “Hıbrü’l-Ümme” ünvan-ı âlîsini almıştı… Âişe Validemiz, aynı şekilde bir hafıza kahramanıydı.
Evet, duyduklarını bir defada ezberleyen ve bir daha da unutmayan insanlardı bunlar; ve sahabe içinde daha bunlar gibi yüzlerce insan vardı.
Tâbiîn-i izam da bunlardan hiç geri değildi; meselâ, yine müsteşriklerin baş düşmanlarından olup, Ömer İbn Abdülaziz döneminde ilk defa tasnif şeklinde, kalemi eline alıp, hadis telifine girişen İbn Şihab ez-Zührî.. Ebû Hanife ile karşılaştığında: “Ben, duyduğumu hiç unutmadım.” diyen âmâ Katâde İbn Diâme.. meşhur Şa’bî.. Ebû Hanife mektebinin imamlarından İbrahim İbn Yezid en-Nehaî ve: “Duyup da unuttuğum bir şeyi hatırlamıyorum.” diyen İmam Şafiî, hep birer hafıza dâhileriydiler.
[1] Müslim, fiten 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/341; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 17/28.
[2] Buhârî, ezan 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/53.
[3] Nesâî, menâsik 220; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/318.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/210; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, 1/285.
[5] Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1.
[6] Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/209; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 8/459.
[7] Dârimî, mukaddime 51; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/285.
[8] Kasım b. Kutluboğa, Tacü’t-terâcim, s. 183.
[9] Râmehürmüzî, el-Muhaddisü’l-fâsıl, s. 560.
[10] Râmehürmüzî, el-Muhaddisü’l-fâsıl, s. 560.
[11] Hatîb el-Bağdâdî, Târîh-i Bağdâd, 2/20-21; İbn Hacer, Hedyü’s-Sârî, s. 487.
[12] Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, 2/556; İbn Hacer, Tehzîbü’t-tehzîb, 9/45.
[13] Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 12/464-465.
[14] İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 7/90; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/616; Ömer Rızâ Kehhâle, A’lamü’n-nisâ, 1/370.
[15] Buhârî, salât 68; Müslim, fedâilü’s-sahabe 151-152.
[16] Tirmizî, istizan 22, Ebû Dâvûd, ilim 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/186.
Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen