Gönüllü Bir Yiğidin Öyküsü

Yazar Selim Gül
web

Eşik, aşılması gereken bir basamaktır. Devlette memur olmak için ‘sınav’ bu eşiklerden biridir. Özel sektörde işe başlarken, işveren-işçi arasında konuşulan ‘ücret’ ilk unsurlardan sayılabilir. Fakat Hizmet Hareketi’nde durum farklıdır; ilk eşik ‘gönüllülüktür’ denebilir.

Adıyla değil sıfatıyla hitap etmek istiyorum şimdi Batı Karadeniz’de medfun olan o merhuma; Gönüllü Yiğit Öğretmen!

Yaşıtız onunla. 17 yaşımda, üniversite birinci sınıftayken tanıdım kendisini. Kanserden vefat ettiğinde 30’lu yaşlardaydı. Ardındakilere emanet, bir eş ve iki de yetim bıraktı.

Fakülteye başladığımızın ilk aylarıydı. Hatırlı bir dost bana Yiğit ile yakın arkadaş olmamı önerdi. Doğrusu, şaşırmıştım. Zira o, albenisi olan, yakışıklı, uzun boylu ve heyecan küpü bir gençti. Oysa ben, İç Anadolu’nun bir köyünden gelmiş ve fıtraten sakin tarza sahip biriydim.

Uzaktan bir süre izledim ve süzdüm onu. Ayağında bot, bacağında kot, üzerinde deri mont vardı, saçları omuzlarına dökülmüştü. Hayat dolu bir delikanlı idi, ideal bir öğretmen adayıydı. Benim için adeta ‘demir leblebi’ gibiydi. Ama onu yakından tanıdığımda gördüm ki, ‘taş yürekli’ de değildi. Yılmaz, yorulmaz bir özelliği vardı.

Nasip kısmet diyelim, kısa zaman sonra aramızda bir muhabbet ve samimiyet oluştu. Elbette bunun için epey zaman geçirdik. Mesela halı saha maçlarında, gole çevirebileceğim nice topları, sırf aramızdaki bağlar güçlensin diye, hep ona pas atardım.

Bir süre Fransa’da çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüş yapmış ailesi. O nedenle Fransız Kültür Merkezi’ne giderek kitap okumayı çok severdi. Ben de ona takılırdım.

İkimiz de, MEB’de zorunlu hizmet yapmak karşılığında, aylık eğitim bursu alıyorduk. Bir ay, ben onu Necatibey Caddesi’ndeki Hacıbaba baklavacıya götürürdüm. Öteki ay da o bana, genellikle Ulus semtinde lahmacun/künefe ısmarlardı. Mezun olunca, gönüllü hizmeti zorunlu hizmete tercih ettiğimizden, bu aldığımız bursları geri ödedik elbette.

Derken, bir zaman sonra kendisi, kaldığı kredi yurttan ayrılarak bizlerle birlikte kalmak istediğini söyledi. Zannediyorum üniversite ikinci sınıfın ortalarıydı. Çok sevindik bu teklifine. Fark edebildiğim kadarıyla, kısa zamanda hızlı mesafe aldı, hem ilmi hem de ahlaki olarak.

Hele bir kare var ki, gözümün önünden hiç gitmez. O zamanlar Demetevler semtinde bir evde kalıyordu. Ziyaretine gitmiştim. Diz çökmüş, konsantre olmuş, VHS video kaydından Hocaefendi’yi dinliyordu. Süleymaniye Cami’sinde yapılan, Murakabe ve Muhâsebe konulu vaazda, Hz. Amr İbni As’ın (ra) gecikmişliğinin muhasebesi kısmı anlatılıyordu. Yiğit ise adeta kendinden geçmiş, bu olay üzerinden kendi hayatını ve ahesterevliğini sorguluyordu. Ben ise onun dinlemesini hayranlıkla izliyordum. Vaazda öyle bir atmosfer ve manevi seyahat vardı ki, asırlar aradan kalkmış gibiydi. Yiğit ise bu yolculuğa ekrandan dahil olmuş ve onlara eşlik ediyordu.

Zeki bir arkadaştı, 1995’te okulu zamanında bitirdi. Oysa benim mezuniyet başka bir bahara kalmıştı. Yurtdışına öğretmen olmak için ilk eşik, bir iç fetih olan ‘gönüllülük’ bariyerini aşmaktı. Kendisinin duruşu netti. Bunun sembolü olarak, işaret parmağını havaya kaldırmıştı. Anlamı açıktı, hicrete gönüllü olarak ‘ben de varım’ diyordu. Ardından, Orta Asya’daki bir ülkenin şirin bir kentine gitti. Orada evlendi, iki çocuğu oldu. Bazen bana fotoğrafları ulaştı. Bir defasında da ziyaretime geldiğinde soğuk kış günlerinde kullandığı kendi kalpağını hediye etmişti.

Maalesef bir süre sonra, radyoaktif atıkların etkisi ile kansere yakalandığını öğrendi. Tedavi için İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.

web

Yıllar 2005 senesini gösteriyordu. Kemoterapi seansları ağır geçiyordu. Ankara’dan üç arkadaş, vefatından kısa bir süre önce onu İstanbul’daki evinde ziyaret ettik. Yiğit, kazak severdi, ona hediye olarak bir tane bordo renk aldık. Evde babası, annesi, eşi ve iki de evladı vardı.

O akşam neler konuşmadık ki ! Ben, direk olmasa da dolaylı olarak, ‘içinde acaba bir pişmanlık var mı’ diye merak ediyordum. Bizlerle tanıştığına, kredi yurtlardan ayrılıp evlerde kaldığına, yurt dışına gönüllü gidişine pişman mıydı? Hayır! Aksine memnundu. Hem de tedavisi henüz mümkün olmayan kansere, oralarda yakalanmasına rağmen.

Babası kısık sesle kulağıma ‘dünyada sayılı günleri var’ demişti. Aslında kimin yoktu ki! İlave etti: ‘Ama görüyorsunuz ki, siz Yiğit’in aldığı ağır ilaçların acısına rağmen iyi geldiniz, iyi ki geldiniz!’ dedi, özel olarak. Çünkü çok uzun zamandır, belli ki onu hiç böyle muhabbetli görmemişlerdi.

Zirvelere uzanan mütevekkil bir tavrı vardı. ‘30 yıl bu hayatın anlamını anlamak için kısa değil.’ diye mırıldandı. Devam etti: ‘130 yıl yaşasan ne olacak ki, sonuçta bitmiyor mu?’ Ahirete gidiyoruz derken, elinde Haşir risalesi vardı. Her halükârda sonlanıyor hayat, bitmeyene talip olmak lazım, diyordu Yiğit insan!

Bir süre sonra vefat haberini aldık ve üç arkadaş, Batı Karadeniz’e gittik cenazesine. Defin işleri bitince, Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinden gelen bu insanlar dağılmadan, Yiğit hakkında bir bilgilendirme konuşması yapmak istedim. Ve anlattım onun kısa/uzun Hakka ve halka hizmet hikayesini. Liseden sonra 17’sinde gönderdiğiniz toy Yiğit ile şu an defnettiğiniz Yiğit arasında kalan, güzel geçişlerini ve anlamlı dönüşlerini. Orta Asya’dan gelen talebeleri de vardı, son insani ve İslami vazifeyi eda ederken.

Köy ocağındaki bu konuşmalar, annesinin, babasının, eşinin, çocuklarının, kardeşinin, talebelerinin ve yakınlarının yüreklerindeki acıyı ne kadar hafifletti bilemiyorum. Ama o bir gönüllü yiğitti. Ve Güneş’le birlikte göçüp gitti gruba, sonsuzlukta doğmak ve bir daha ölmemek üzere.

Her gönüllü yiğidin, tarihçiler tarafından yazılması gereken bir öyküsü var bence. Bu açıdan, işleri hiç de kolay olmayacak. Peki sen neden yazdın ki bunları der gibisiniz? Geçenlerde biriyle tanıştım, Orta Asya’da özel bir eğitim kurumunda okul müdürüymüş. Nerelisin dediğimde, bu Yiğit’in gittiği şehrin adını söyledi. Matematik öğretmenin kimdi, dediğimde ise onun adını andı, duygulandım. Ektiğin, serptiğin tohumlar çimlenmiş, yeşermiş ve meyveye durmuş Yiğit öğretmen diye yad ettik. Sadece yazmakla vefa borcumu ödeyemem ama yazmayarak vefasızlık etmek de olmazdı. Vesselam…

YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy