Felsefe Fors mu, Falso mu?

Yazar Selim Gül
web

Felsefe düşünmektir. Düşünmek ise hayır ile evet arasında akli/zihni bir seyahattir. Malum Tevhid ilkesinin ilk kelimesi hayır (Arapça la) ile başlar. Peki neye hayır denilmektedir? İnsan zihnine gelen şeyler ilah olamaz. Peki neye evet..? İlah, ancak ve ancak Allah’tır. İşte buna binaen Furkan’da akıl, isim olarak değil, fiil şeklinde 49 defa[1] geçmektedir.

Düşüncenin özü, evetlerle dolu şu dünyada hayır diyebilmektir. Vicdan, her insanda potansiyel olarak hayır yetisini barındırır.

‘‘İlâhî vâridâta dayanmayan felsefe, düşüncenin falsosudur.’’ [2] cümlesi Hocaefendi’ye ait değerli bir tespit ve ölçüdür. Bu söz, haber değil hedef şeklinde dikkate alınmalıdır. Öyleyse bunun manası şudur: İlahi varidata dayanan felsefe, düşüncenin forsudur.

Din, felsefe ve bilim gerçekte uyumludur. Sadece ana ilkeleri farklıdır. Dinin öncülü vahiy, felsefenin akıl, bilimin ise akıl ve duyulardır. Gerçekte Kur’an, Kainat ve İnsan kitaplarını Yaratan Bir olduğundan, bunlar birbirleri ile örtüşür.

Felsefe nötrdür. Ama felsefecinin ürettiği şeyler iyi veya kötüdür. Tarihten bugüne felsefenin pekçok neticeleri olmuştur. Bunların başlıca 4 tanesi; fen bilimleri, hukuk, sanat ve ideolojilerdir. Özetle felsefe eşittir sadece ideoloji demek doğru değildir. Yanlış ideolojiler veya ideolojilerin yanlışları felsefenin adeta serseri evlatları olabilir.

İdeolojilerin içerisinde hakikat daneleri de olabilir. Toptancı yaklaşmamak gerekir. Konu odaklı ele alınmalıdır. Vahiy ile örtüşen veya örtüşmeyen yönlerini ayırmak icab eder. Zira vahiy ilahi, felsefe insani bilgidir.

İşte bu farkın farkında olan Bediüzzaman, felsefeyi iki kategoriye ayırır ve ‘‘İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat -ı içtimâiye-i beşeriyeye nâfi’ sanatları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet  eden fünûnları takip eden bu birinci Avrupa ’ya hitab etmiyorum.’’ [3] der. Onun itirazları, Kainat ve İnsan kitaplarını hatalı yorumlayan, materyalizm ve natüralizm gibi ilgili ideolojilerin vartalarınadır.

Allah adına bile olsa, birilerinin düşündüğü gibi, Kainatı yok saymak veya hapsetmek yerine, ona ayinedarlık rolü vermek gerekir. ‘‘Kur’ân’ın ifham ettiği tarik, kâinatı, mevcudatı hem idamdan, hem hapisten kurtarır. Esmâ-i Hüsnâya mazhariyet ile ayinedarlık etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor.’’ [4] daha dengeli bir duruştur.

Dinin ve felsefenin tarihi insanlık kadar kadimdir. Bu iki zincir birbirleriyle uyum içinde olduğunda insanlık mutluluğa ulaşmış ve aydınlanmasını gerçekleştirmiştir. İşte şu yorumlar bunu anlatmaktadır: ‘‘Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.’’ [5]

Allah’ın yarattığı Kainat kitabındaki değişmez tekvini kanunlarına (şeriatı fıtriye) genellikle Sünnetullah/Adetullah denmektedir. Özü itibariyle bu kavramlar sürekli, evrensel ve nötrdür. Fakat sonuçlarının iyi veya kötü olması insan iradesinin tercihlerine göredir. Bediüzzaman, Sünnetullah için, ‘‘Kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düstur..’’ [6] diye bahseder. Kur’an’da ‘‘Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın.’’ [7] buyrulmaktadır.

Malumunuz manayı ismi, bir şeyin kendine bakarken manayı harfi, o şeyin işaret ettiği Esma’ya bakar. Manayı ismi; ne imandır ne küfürdür. Bilimsel değil ama ideolojik olarak, her iki yöne de yorumlanabilir.

Mesela bir meyvenin, elma olup olmadığı, ağırlığının miktarı, kapladığı hacim, geometrik şekli gibi hususlar bilimsel yöntemlerle hem doğrulanabilir hem yanlışlanabilir. Manayı ismi, elmaya bakan kişinin inancından bağımsız, doğru veya yanlış bir hükme varıldığından dolayı sağlam görünür.

Fakat manayı harfi ile, elmaya bakan insanın inancına bağlı olarak, sanatından Sani’ye, rızık oluşundan Rezzak’a ulaşılabilir. “Mâna-yı harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mana-yı harfînin inceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mana-yı ismî, sadık, kâzib her hükme mahal olur.” [8] denmesi bundandır.

Birinci durumda, elmanın sadece bir bedeli vardır. Halbuki ikinci konumda, Allah’ın azametine şu alemden bir alet [9] olan elma, herhangi bir ücret ile alınamaz ve yapılamaz. O nedenle, kanunları kanun koyucu, gerçek müessir görmeme kaydıyla, Bediüzzaman manayı ismi kavramını koşullu kabul eder. ‘‘Caizdir ki her bir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def’, hareket, kuva gibi emirler, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibarîden hakikate ve âletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz.’’ [10] beyanı bunun izahıdır.

Özellikle fen bilimleri, nedensellik ilkesi ile temellenir. Kainatta işleyen sebep-sonuç ilişkisidir, kozalite. Kaynağı ise Sünnetullahtır. Zira sebepleri olan da var, sebepleri aşan da var.

Mesela insanlar söz konusu olduğunda, bütün bütün matematik ve fizik yasalarına, kişilerin ‘cüzi iradesi’ tabi değildir. İşte bu nedenle, psikoloji, sosyoloji ve tarih bilimlerinde, fen bilimlerindeki gibi objektif bir sebep-sonuç kurulamaz. ‘‘Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mâhiyet; nur , vücud  ve hayat  ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i ilâhiye ve meşîet-i hâssa-yı ilâhiyeye bakar.’’ [11] denmesi bundan dolayıdır.

Düşünme akıl olmadan, akıl da mantık bilinmeden doğru işlemez. Fakat kalpler de manayı sorar. Bu nedenle her bir insanda kalp ve kafa izdivacı gereklidir. Bediüzzaman ‘‘Mantık ilmi ise, latife-i Rabbaniye denilen kalbin cennetine yerleşen zihni varlıkların şeriatıdır.’’ [12]  derken, esasında lafız ve mana bütünlüğünün önemini vurgulamaktadır.

Hocaefendi, ‘‘Bütün bu olumsuzlukları aşmayı ve kendi kaynaklarımızdan beslenen bir düşünce sistemi, bir millî felsefe geliştirmeyi ne kadar arzu ederdim!..’’ [13] hayalini vefalı takipçilerine emanet etmiştir.

Hasılı yukarıda çizilen bu hedefler ışığında, felsefe, insan iradesine göre, düşüncenin forsu ya da  falsosu olabilir.

Ne demiş atalarımız: ‘‘Dede himmet, oğul gayret!”

[1]  Taha Abdurrahman, https://islamdusunceatlasi.org/taha-abdurrahman/5787

[2]  M. F. Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, Hikmet P. veya Felsefenin Bencesi, Nil Yayınları, Sayfa: 86

[3]  B. S. Nursi, Lemalar, 17. Lema, 5. Nokta, Sayfa: 144

[4]  B. S. Nursi, Mesnevi Nuriye, 10. Risale, 4. Hatve, Şahdamar Yayınları Sayfa: 193

[5]  B. S. Nursi, Sözler, 30. Söz, Şahdamar Yayınları Sayfa: 587

[6]  B. S. Nursi, Lemalar, 17. Lema, 8. Nota, Şahdamar Yayınları, Sayfa: 155

[7]  Fetih Suresi, 48/29, Suat Yıldırım Meali

[8]  B. S. Nursi,  Mesnevi Nuriye, Şule, Şahdamar Yayınları, Sayfa: 220

[9]  B. S. Nursi,  Mesnevi Nuriye, Onuncu Risale, Şahdamar Yayınları, Sayfa: 212

[10] B. S. Nursi, Mesnevi Nuriye, Nokta, 2. Burhan, Şahdamar Yayınları, Sayfa: 230

[11]  B. S. Nursi, Lemalar, 16. Lema, Şahdamar Yayınları, Sayfa: 138

[12] B. S. Nursi, Kızıl İcaz, Tercüme: Prof. Dr. Niyazi Beki, Tenvîr Neşriyât

[13] M. F. Gülen, Ruhumuzun Heykeli Dikerken-1, Hayat Felsefemiz, Nil Yayınları, Sayfa: 133

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy