Efendimiz’in (sas) Kriz Yönetimi

Yazar Mizan

Kriz, genelde bir anda ve beklenmedik şekilde ortaya çıkan, hayatın normal akışını çok olumsuz etkileyen, plan ve projeleri, hedef ve hesapları çıkmaza sokan hatta iyi yönetilip zararı en aza indirilmezse kaosa, çöküntüye ve büyük kayıplara sebebiyet verebilen olağandışı, tehlikeli ve zor dönemi ifade eder. Dün olduğu gibi bugün de fert, aile ve cemiyetler, idari, iktisadi, ictimai, hukuki, askeri, insani, ahlakî, ailevi, hülasa maddi ve manevi krizlerle karşılaşmaktadır.

Kriz, insanlar, gruplar, toplumlar, milletler ya da devletler arasında ortaya çıkabilir. İster insan kaynaklı isterse harici birtakım gelişmeler neticesinde ortaya çıkmış olsun krizler, her anı imtihana tabi insan, aile ve toplum hayatının bir gerçeği ve parçasıdır. Bazen öngörülüp gerekli tedbirler alınsa da engellemek mümkün olmayabilir. Yapılması gereken çözüme odaklanmak, hasarı ve kaybı azaltmak hatta kriz sürecini kazanıma dönüştürmektir. Burada da en büyük iş, sevk ve idareyi elinde tutan sorumluluk sahibi yöneticilere düşmektedir.

Bu çerçevede Asr-ı Saadet’te de -hem Mekke hem de Medine döneminde- çok sayıda kriz yaşanmıştır. Özellikle İslam’ı hazmedemeyenler, başvurdukları şiddet, ambargo, tecrid, tehdit, fitne, isyan, nifak ve savaş gibi yollarla Efendimiz’i ve Müslümanları çok sayıda insanî ve sosyal krizle karşı karşıya bırakmıştır. Bu krizler, onların hayatlarını, en temel hak ve hürriyetlerini, mali durumlarını, sosyal ilişkilerini, güvenliklerini, birlik ve beraberliklerini hatta vatandaşlıklarını tehdit edip tehlike altına sokmuştur. Fakat Efendimiz’in örnek yönetimi ve takip ettiği birtakım temel ilke ve stratejiler neticesinde kriz süreçleri, başarıyla götürülmüş, problemler bir bir çözülmüş hatta dünyevî uhrevî değişik kazanımlara vesile kılınmıştır:

Krizin Taraflarını Çözümün Parçası Haline Getirme

Risaletten beş yıl önceydi. Kusay İbn-i Kilâb tarafından yeniden inşa edilen Kâbe, yangın, sel ve hırsızlık gibi sebeplerle iyice yıpranmıştı. Kureyş kabileleri, onu yıkıp tekrar inşa etmeye karar vermişlerdi. Müşterek bir şekilde önce yıkım işini gerçekleştirmiş sonra da yapım işine başlamışlardı. Duvarlar örülmüş sıra Hacerü’l-Esved’in yerine konulmasına gelmişti. Fakat bu hususta bir anlaşmazlık çıkmış çok geçmeden de krize dönüşmüştü. Her kabile, onu yerine koymaya kendilerinin daha layık olduğunu iddia ediyor; yeltenene direniyor ve engelliyordu. Hacerü’l-Esved’i kabile sayısınca parçalara ayırıp herkesin bir parçayı yerine koyması teklif edilse de bu, kabul görmemiş ve silahlanan kabileler savaşın eşiğine gelmişti. İçi kan dolu çanağa ellerini sokuyor ve çarpışmak için yeminler ediyorlardı. Bu hal dört gün sürmüştü.

Kureyşin en yaşlı insanı Ebu Ümeyye İbn-i Mugîre araya girmiş, konuşmak için onları Mescid-i Haram’a toplamış ve kendilerine Beni Şeybe kapısını göstererek, o kapıdan ilk giren kimseyi aralarında hakem yapmalarını ve bu krizin çözümünü ona bırakmalarını tavsiye etmişti. Razı olduklarını bildiren bütün kabileler, beklemeye başlamışlardı. Derken o gün itibarıyla otuz beş yaşında bulunan Efendimiz, kapıdan ilk giren kimse olmuştu. Onu görünce o güne kadar şahit oldukları üstün ahlakî meziyetlerinden dolayı hepsi, “İşte, el-Emîn! Razıyız O’na!” demişlerdi. Yanlarına gelince Hacerü’l-Esved ile alakalı aralarında çıkan krizden bahsetmiş, kendisini hakem tayin ettiklerini ve vereceği hükme razı olduklarını bildirmişlerdi.

Efendimiz, hangi kabileyi işaret etse diğerleri razı olacaktı. Fakat O, bir insanı veya grubu öncelemektense içlerinde bir ukde kalmaması adına krizin bütün taraflarını içine alan bir çözüm sunmuştu. Önce onlardan bir örtü istemiş, sonra Hacerü’l-Esved’i serilen örtünün üzerine koymuş, her kabileden bir kişinin gelmesini ve kabileleri adına örtüyü aynı anda tutup yukarı kaldırmalarını istemişti. Onlar, örtüyü Hacerü’l-Esved’in konulacağı yerin hizasına kaldırınca onu almış ve kendisi yerine yerleştirmişti. Böylece kabileleri savaşın eşiğine getiren kriz, arkada iz bırakmayacak şekilde ve herkesi razı olduğu bir usulle çözüme kavuşturulmuştu.1

Gerginliği Tırmandırmama, Sabır ve Sükuneti Muhafaza

Efendimiz, kırk yaşına geldiğinde Hira’da kendisine ilk Kur’ân ayetleri indirilmiş, Allah tarafından son ve evrensel peygamber olarak seçilip gönderilmişti. Vazifesi, tevhid ve adalet dini İslam’ı insanlara tebliğ etmekti. Fakat müşrikMekkeliler, bu gelişmeyi haber aldıklarında hemen teyakkuza geçmiş ve O’nu, -haşa- delilikle itham edip alaya almışlardı.2 Mekkeliler daha ilk günden kriz çıkarmışlardıki bu kriz, yirmi bir yıl sürecek ve zamanla birçok krizi de doğuracaktı. Mekkeliler, putperestliği ve onun etrafında şekillenen siyasî, iktisadî ve idarî düzenlerini korumada kararlı gözüküyorlardı. İş başlamadan bitebilirdi. Zira daha ilk günlerde Müslüman olan Ebû Zerr el-Gıfârî’yi onların linç girişiminden son anda yetişen Hz. Abbas kurtarmıştı.

Efendimiz, krizi derinleştirmeme adına insanları fert fert İslam’a davet etmeye karar vermişti. İyi tanıdığı ve güvendiği insanlara açılıyor, ashabı da aynı şekilde hareket ediyordu. Böylece gerginlik tırmandırılmadan büyük bir aksiyon ortaya konuluyordu. Hatta insanların Müslümanlıklarını gizli tutmalarına izin veriliyor, dışardan gelip Müslüman olanlar dikkat çekmemeleri için memleketlerine gönderiliyor,3 Kur’ân talimi ve namaz ibadeti gözden ırak yerlerde yapılıyordu.4 Efendimiz’in gerginliği tırmandırmama prensibi, meyvelerini vermiş, Mekkelilerin oluşturduğu kriz ortamına rağmen açıktan ve toplu davetin başlayacağı dördüncü yıla kadar yüzü aşkın insana ulaşılmış ve çekirdek bir kadro yetiştirilmişti.5

Açıktan ve toplu davet emrinin gelmesi üzerine Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), önce akrabalarını toplamış fakat amcası Ebû Leheb, meclisi sabote edip kriz çıkarmıştı. Akrabalarını ikiye bölmek ve krizi derinleştirmek istemeyen Allah Resûlü, sükutu ve sükuneti tercih etmişti.6 Nitekim üç yıl süren boykot yıllarında bu duruşunun meyvesini toplamış, müşrik akrabaları bile O’nu korumak için seferber olmuştu. Çok geçmeden Efendimiz, Kureyş kabilelerini de bir araya getirmiş ve onları İslam’a davet etmişti. Onlar bu davetten çok etkilense de yine devreye Ebû Leheb girmiş, O’na sözlü saldırıda bulunarak ikinci bir krize sebep olmuştu. Efendimiz’in buradaki duruşu da aynı olmuştu. Toplumun huzurunda Ebû Leheb ile tartışmaya girerek üslubunu bozmamış ve sükuneti tercih etmişti.7

Bu çizgisini O, vefatına kadar sürdürmüş; kriz çıkarılan anlarda ve kritik zamanlarda halkın önünde ne Ebû Cehillerle ne İbn-i Selüllerle ne de başkalarıyla tartışmaya girmemişti. Cahillerden yüz çevirmiş ve Kur’ân’ın “Şimdi sen sabret. Bil ki Allah’ın vaadi gerçektir. Yakîne ermemiş olanlar, seni hafifliğe (ve telvine) sevketmesin.”8 emrine uymuştu. O, iç kamuoyunu aydınlatırken Kur’ân da bu kem söz sahiplerine gereken cevabı veriyor ve âdeta Rahmet Peygamberi’ni müdafaa ediyordu.

Bütün bunlara rağmen Müslümanlar için Mekke’deki kriz her geçen gün büyüyordu. Zira düşmanlığa kilitlenen Mekkeliler, insanları yakın takibe almışlardı. Bir taraftan tespit ettikleri Müslümanlara işkence ediyor diğer taraftan Allah Resûlü’ne sahip çıkan amcası Ebû Talib’e yaptıkları tehdit ve tekliflerle O’nu tebliğden vazgeçirmeye çalışıyorlardı.9 Allah Resûlü, işkence gören ashâbına sabırlı olmalarını, asla kendilerine yapılan zulme misliyle karşılık vermemelerini tavsiye ediyordu. Canları pahasına da olsa bu tavsiyelere uyan Müslümanlar, şiddet zeminine çekilemediğinden dolayı yapılanlar, kamuoyu tarafından “şirkin önderlerinin zulmü” olarak algılanıp okunuyor hatta tarihe böyle kaydoluyordu.

Alternatif Yollar Düşünme ve Dışa Açılım 

Mekke’de, İslam’a davetin çok zor şartlar sürdürülmesi, Müslümanların güvenliklerinin temin edilememesi ve oluşturulan korku atmosferinden dolayı insanların İslam’dan uzak durması gibi krizler, gün geçtikçe tek taraflı şekilde büyüyor ve derinleşiyordu. Efendimiz, bu krizleri aşmak için alternatif yollar düşünmeye başlamış; ilk olarak diğer Arap kabilelerine açılmaya karar vermişti. Bunun için Mekke civarında düzenlenen panayırlar ve hac mevsimi, büyük bir fırsattı. Zira bu panayırlara ve hacca, Arap yarımadasının her tarafından kabileler katılıyordu. Toplamda otuz sekiz gün süren bu panayırları kaçırmıyor, kabileleri çadırlarında ziyaret edip İslam’ı anlatıyor ve kendisine destek olmaya davet ediyordu.

Mekke’deki krizi aşma adına Efendimiz, Benû Âmir İbn-i Sa’saa, Benû Muhârib, Fezâre, Gassân, Mürre, Hanîfe, Süleym, Abs, Benû Nasr, Benû Bekâ, Kinde, Kelb, Hâris İbn-i Ka’b, Uzre, Hadârime, Hemdân, Benû Şeybân İbn-i Sa’lebe kabileleriyle görüşmüş, onlardan kendisine ve ashâbına sahip çıkmalarını istemişti. Yine panayırların hemen bitiminde başlayan haccı da değerlendiriyor, Mina’da bulunan kabileleri İslam’a davet edip davasına sahip çıkmaya çağırıyordu. Boş durmayan Mekkeliler, O’nu adım adım takip ediyor, uğradığı yerlerde kendisine sataşıyor, taşlıyor ve görüştüğü kimselere, O’na inanmamaları telkininde bulunuyorlardı. Efendimiz, kabilelerin önünde onlarla sözlü ya da fiili kavgaya tutuşmuyor ve hiçbir şey olmamış gibi bir sonraki çadıra giriyordu.10

Panayır açılımından dolayı Mekkeliler, Müslümanlara uyguladıkları şiddetin dozajını iyice artırmışlardı. Zulüm dayanılmaz boyutlara ulaşmış ve Efendimiz, insanî bir krizle karşı karşıya kalmıştı. Bunun üzerine ashâbına, adil hükümdar Necâşî’nin memleketi Habeşistan’ı, çözüm adına adres göstermiş ve yüzü aşkın sahabî buraya hicret etmişti.11 Din ve vicdan hürriyetinden habersiz müşrikler, tebliğ yapmasına izin vermemekle kalmamış artık O’nun şahsına da saldırmaya başlamışlardı. Secdede başına deve işkembesi koyuyor, elbisesiyle boğmaya çalışıyor, evini taşlıyor, yürüdüğü yollara dikenler döküyor, canına kastetmek için suikastler planlıyor, O’nu ve akrabalarını açlığa mahkûm ediyor ve dövüp evinden dışarı çıkmaktan korkar hale getirmeye çalışıyorlardı.12   Bunların hepsi ayrı krizlerdi ve o bunları aşmak için Taif’e gitmeye karar vermişti. Yalnız Sakifliler de O’na aynı kaba muameleyi reva görmüşlerdi. Taiflilerle de münakaşaya girmemiş hatta onların helak edilmesi teklifini de kabul etmemişti.13

Efendimiz’in bütün bu krizler sürecinde takip ettiği ilke ve stratejiler, uzun vadede semerelerini vermişti. Öncelikle Mekkelilerin aklında olumsuz bir iz bırakılmamıştı ki onlar, Mekke’nin fethiyle sular durulunca Efendimiz ve ashabını tenkit edebilecekleri geçmişe dair hiçbir söz ve davranış bulamamış; dün yaptıkların mahcubiyeti içerisinde Efendimiz’e “Sen kerim oğlu kerimsin!” demişlerdi. Bu itirafın arkasında bugünlerde ortaya konulan karşılık vermeme, sabır, af, sükût ve sükûneti muhafaza ilkesinin büyük etkisi vardı. Dışa açılım da her ne kadar şimdilik kabul etmeseler de İslam’ı daha Mekke’de bütün Arap kabilelerine duyurmuştu.14 Nitekim Ensarla tanışması da ısrarla sürdürdüğü panayırlarda ve hacda davet stratejisi neticesinde olmuştu.

Habeşistan hamlesiyle ise krizi çoklu kazanca çevirmişti. Öncelikle ashâbını dinlerini rahatça yaşayabilecekleri bir yere göndermişti. Müslümanlar Mekke’den çıkınca onlar üzerinden oluşturulan korku atmosferi dağılmış ve insanlar bir nebze olsun düşünme imkânı bulmuştu. Hz. Hamza, Hz. Ömer ve Hz. Hakîm İbn-i Hizâm gibi güçlü insanların İslam’ı kabulünde bunun büyük etkisi olmuştu. İslam, Afrika kıtasına taşınmış ve başta Necâşî ailesi olmak üzere Habeşistan’da İslam’ın yayılma süreci başlamış hatta yirmi civarında insan Mekke’ye gelip Müslüman olmuştu.15 Denilebilir ki kriz vesile yapılıp sahabîler Habeşistan’a gönderilerek İslam’ın ve Müslümanların geleceği garanti altına alınmıştı. Zira Hudeybiye anlaşması imzalanana kadar Efendimiz’in onları Habeşistan’da tutması, her ihtimalin düşünüldüğünü göstermektedir.

Hareket Alanını Genişletme ve Vicdanları Harekete Geçirme

Efendimiz’in Mekke’deki krize rağmen ilerde büyük neticeler verecek adımlar atması, yaşanan büyük haksızlıklara rağmen müspet hareket edip karşılık vermemesi, sürecin bir kavga değil de zulüm şeklinde halk tarafından yorumlanmasını beraberinde getirmiş bu da şirkin önderlerini iyice azgınlaşmışlardı. Hep birlikte O’nu ortadan kaldırmaya karar vermişlerdi ki durumu haber alan Hâşim ve Muttaliboğulları silahlanmış ve O’nu koruma altına almışlardı. Bu iki ailenin Araplar nezdindeki konumundan dolayı kılıçlarını kınına sokan Mekkeliler, Hayf-ı Beni Kinâne’ye çekilmiş ve burada “Öldürülmesi için Muhammed’i kendilerine teslim edinceye kadar onlardan gelecek barış tekliflerini kabul etmemek, kendilerine hiçbir şekilde acımamak, şefkat ve müsamaha göstermemek, akrabalık ilişkileri kurmamak, alış veriş yapmamak, insani münasebetlerde bulunmamak (beraber oturma, görüşme, konuşma ve ziyaret gibi)” şeklindeki meşhur ambargo kararını almış, karar metnini her kabileden birilerine imzalatmış ve getirip halka ilan ettikten sonra Kâbe’nin içine asmışlardı. Maksatları, Efendimiz’in akrabalarını açlığa, susuzluğa ve tecride mahkûm edip Hz. Muhammed’i teslime zorlamak; buna yanaşmazlarsa hepsini tabii yolla ortadan kaldırıp bir soykırım gerçekleştirmekti.16

Kriz içre kriz yaşanıyordu. İslam’a daveti ve Müslümanları bitirme çabasının beraberinde getirdiği krizlere bir yenisi daha eklenmişti. Beklenmedik bir anda ve şekilde Allah Resûlü ve akrabaları ne zaman ve nasıl biteceği belli olmayan bir sürece mahkûm edilmişlerdi. Evlerde kalmak ölüme davetiye çıkarmak olurdu. Zira gece gündüz evlerin kapısına yerleştirilecek iki bekçi rahatlıkla ulaştırılacak yardımların önüne geçebilirdi. Bundan dolayı Allah Resûlü ve amcası Ebû Talib, bu süreci Şi’bi Ebû Talib denilen yerde göğüslemeye karar verdiler. Hemen gerekli malzemeleri alıp (çadır, kuru erzak, elbise vs.) Şi’b’e çekildiler.

Böylece Efendimiz hem akrabalarının hareket alanını genişletmiş hem birbirlerine destek olmaları için bir araya toplamış hem de yapılan zulmü halkın görebileceği görüp de vicdanlarını harekete geçirebileceği bir konuma yerleşmişti. Üstelik buradan Mekke’deki gelişmeleri takip etme ve boykot altındaki akrabalarına moral olabilecek güzel haberler verme imkânı da vardı. Nitekim bunun için de Hz. Hamza’yı görevlendirmişti. Aldıkları kararı uygulama adına Ebû Cehil, her türlü önlemi alsa da Efendimiz’in stratejisi sonuç vermiş; bir şekilde ulaşan yardımlarla yaşanan çilelere rağmen burada üç yıl sağ kalmayı başarmışlardı. Üçüncü yılın sonunda yaşanan zulme daha fazla seyirci kalamayan eşraftan insaflı beş kişi, bir araya gelmiş ve boykotu bitirmişlerdi.17

İnsanları ve İşleri Ortada Bırakmama

Rahatlıkla söyleyebiliriz ki Mekke döneminin neredeyse tamamı kriz içerisinde geçmiştir. Fakat buna rağmen Efendimiz, müşriklerin ördüğü başta korku olmak üzere değişik duvarları aşmış; İslam’ı ve Mekkeli Müslümanları çok az kayıpla geleceğe taşımıştı. Bu kriz sürecinde takip ettiği bir ilke de insanları ve işleri ortada bırakmama olmuştu. Zulüm gören köleleri satın aldırıp özgürlüğüne kavuşturmuş,18 fakir veya ihtiyaç sahibi Müslümanları, hali vakti yerinde ve şiddete maruz kalmayan insanlara zimmetlemiş,19 onları birbirinin halini takip etmeleri ve birbirine destek olmaları için kardeşleştirmiş, işkence mahallerine uğrayıp moral vermiş,20 Mekkelilerin eylem ve söylemleri karşısında fikren onları beslemişti.21 Hapsedilenlere, işkence görenlere dua etmiş ve geleceğe dair güzel haberler vererek iradelerini güçlendirmişti.22 İnsanları kabiliyetlerine göre istihdam etmiş, kimini vahiy kâtibi, kimini muallim olarak görevlendirip dine ve davaya ait işlerin ortada kalmasına izin vermemişti.

Sonuç

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha risaletin ilk gününden itibaren Mekke’de müşriklerin sebep olduğu iç içe birçok krizle karşı karşıya kalmıştır. Her ne kadar basiret ve ferasetiyle bazı şeyleri önceden sezip gerekli tedbirleri alsa da bu sıkıntılardan kurtulamamıştır. Fakat bunlarla karşı karşıya kalınca da örnek bir liderlik ve rehberlik ortaya koymuş, emin adımlarla, alternatif yollarla vazifesini yapmaya devam etmiş hatta bu kriz süreçlerini kendi karakterini, ahlakını ve anlayışını hem müşriklerin hem de ashabının zihnine ilmek ilmek işlemek için değerlendirmiş ve şu mesajı vermiştir: “Benim hareket felsefemde esas olan müspet hareket, sulh, sabır, müsamaha, af, hak ve hukuk kurallarının dışına çıkmamaktır.”

Kriz sürecini kazanca çevirmiş hem şahsı hem de ashabı itibarıyla ilerleyen süreçte çok büyük hayırlara kapı aralayacak hamleler yapmıştır. İlerdeki daha büyük krizlere karşı onların iradelerini bilemiş, dirençlerini artırmış ve ufuklarını açmıştır. Allah Resûlü’nün Mekke’de karşılaştığı krizler karşısında ortaya koyduğu bu temel ilkeler, benzeri süreçleri yaşayan Müslümanlar hatta tüm insanlık için de çıkış noktalarını ve kurtuluş kapılarını göstermektedir. O’nun hayatını derinlikli bir şekilde tetkik eden George Bernard Shaw, bu tespiti şu şekilde dile getirir:

“Olağanüstü canlılığından dolayı İslam’a daima büyük değer verdim. Bu din bana, varlığın ve hayatın değişen çehresini özümseyebilen ve her çağa hitap edebilen tek din olarak görünüyor. O harika Zât’ı da inceledim ve O, bana göre, bırakın İsa karşıtı olmayı, “İnsanlığın Kurtarıcısı” olarak çağrılmalıdır. İnanıyorum ki, O’nun gibi biri modern dünyada idareyi ele alsa, bu dünyanın en çok ihtiyacı olan barış ve mutluluğu sağlayacak bir tarzda onun bütün problemlerini çözer.”23

Kaynak: Peygamberyolu.com | Sadık Men

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy