Dünyayı Kesben Terk Edenler | MEHMET YAVUZ ŞEKER

Yazar Mehmet Yavuz Şeker

İslam’ın ruhî boyutu, tasavvuf adını almadan önce “zühd” kelimesi ile tanımlanıyordu. İslamiyet, Hicaz’dan Doğu Akdeniz’e doğru ilerleyince, Müslümanlar hem devlet planında hem de bireysel olarak ciddi zenginliğe ulaştılar. Bu duruma bazı insanlar oldukça sert tepki gösterdiler. “Saadet Asrı böyle değildi” deyip deyim yerinde ise şehri terk ettiler. Yani kendilerini tenhalığa, halvete, uzlete verdiler. Böyle yaparak kendilerini bir tür korumaya aldıklarına inandılar. Şehri terk ederken maksatları, şehrin insanlarından değil, aslında oraya ait yaşam standardından ve dünyanın cazibesinden uzaklaşmak idi.

Bu uzaklaşma değişik şekillerde kendini gösterdi. Örneğin yeme içme biçimlerini değiştirdiler. Onlar arasında sadece bir çöl bitkisi olan “sufâne” yiyerek hayatlarını devam ettirenler oldu. Az yemeyi sadece öğün olarak değil, çeşit olarak da anladılar.

Giyim kuşam hususunda “sûf” denilen yünden yapılan basit elbiselerle yetindiler. Onlar böyle yapmak suretiyle aslında yünü sırtlarına geçirmiş değil, şehrin giyim kuşamını sırtlarından çıkarmış oldular. Onların neyi giydiklerinden daha ziyade neyi giymedikleri daha önem kazandı.

Bazı Hak dostları, şehir insanının kendi bakım görümüne de reaksiyon gösterdi, bilerek saçlarını, başlarını, tıraşlarını ihmal ettiler. Öyle ki ensede biriken saç ve kıl manasına gelen “Sûfetü’l-kafâ” deyimi onlar hakkında kullanılır oldu. Onlar böylelikle yeme içmeyi sembolize eden lokantayı, giyim kuşamı ifade eden terziyi ve saç sakal bakımının yeri olan berberi bırakmış oldular.

Onlar aslında bütün bunlardan önce, kafalarındaki refah içinde yaşama arzusundan kendilerini kurtardılar. Geniş bir ev, hayırlı bir eş, kuvvetli bir binek, düzenli bir gelir gibi hayatın normal akışını sağlayan vesileleri sorguladılar. Onların bu hususlara koydukları tavrı, önceki hususlar takip etti.

Müminlerin “saff-ı evvel”inde yer alabilmek ve “safa”yı bulup “safvet”e erebilmek için böylesine bir mücahedeyi tercih ettiler. Mescid-i Nebevî’nin bitişiğindeki “suffe” denilen üstü kapalı, gölgelik yerde kalıp vakitlerini daha çok ibadet, ilim ve hizmetle geçiren fakir sahabiler olan “Ashab-ı Suffe” gibi olmaya özen gösterdiler.

Buraya kadar tırnak içinde zikrettiğimiz sufâne, sûf, sûfetü’l-kafâ, saff-ı evvel, safa, safvet, suffe kelime ve deyimlerinin, tasavvuf kelimesinin kökeni hakkında ileri sürülen terimler olduğuna dikkatleri çekip devam edelim.

Evet onların maksatları Allah Teala, talepleri ise O’nun rızası idi. Bu maksat ve taleplerine ulaşma adına onların azim ve kararlılıklarını artıran, beşerî normalleri aştıran rehber-i küll olan Efendimiz (sas) oldu. Onun fakirane ve mütevazı hayatı onlara ilham kaynaklığı yaparken, şu minvaldeki hadisleri de onları motive etti:

“Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema öyle bir çatırdadı ki. Çatırdamakta da haklıydı. Zira semada dört parmak kadar boş bir yer yoktur ki orada Allah’a secde için alnını koymuş bir melek olmasın. Allah’a yemin olsun, eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız; yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, Allah’a yalvarır yakarır dururdunuz.” (Tirmizî, Zühd 9; İbnu Mâce, Zühd 19)

Bu hadisi rivayet eden Hz. Ebu Zer, Hz. Peygamber’in sözlerindeki ağırlığı vicdanında derinlemesine duymuş olmalı ki, hadisi aktardıktan sonra “Keşke sökülüp biçilen bir ağaç olsaydım.” diyerek hissiyatını seslendirmekten kendini alamamıştır.

Hak dostları uhrevî hesabın zorluğunu ve ciddiyetini gönüllerinde böylesine duydular. Ebu Zer (ra) gibi Ashabın diğer önde gelenleri bu konuda onlara ışıktan rehber oldular. Bitmez tükenmez bir ideal ve motivasyonla çileli ama bir o kadar da mutmain edici hayatı idrak etmeye çalıştılar. Ömürlerini mamur etmenin ancak bu yolla mümkün olabileceğine inandılar. Hiç şikâyet etmediler. Bilakis İslam’ın ruhî boyutunu derinlemesine duymanın heyecanını yaşadılar. Allah da onlara hiç kimseye duyurmadığı incelikleri duyurdu. Gönüllerini onlarla doyurdu.

Bu anlatılanlar, günümüz insanına ağır gelebilir. Dinin kuşatıcı ve kucaklayıcı bakış açısına uymuyor diye tenkit edilebilir. Onlar da zaten onu iddia etmediler. Kendileri gibi olmayanları hor görmediler. Hiç kimseye bunları empoze etmediler. İnsanları din diye böyle bir zorluğa çağırmadılar. Sadece kendi idrak ve anlayışları içerisinde sübjektif mükellefiyet açısından meseleye baktılar. Kendi inanç ve itikatlarının gereğini yerine getirmeyi mutluluk vesilesi addettiler. Bir hırka, bir lokmayla yetinmesini bildiler. Hiç kimseyi kendileri gibi olmaya zorlamadılar ama kendilerinden asırlarca sonra gelen insanları söz ve davranışlarıyla etkilediler. Eğer onlardan bir tanesi, başını günümüze sokabilseydi, Allah’ın tevfikiyle bütün çağı aydınlatırdı. Gerçi başlarını sokamıyorlar ama sözleriyle yüzyıllar önce yaşamalarına rağmen hala inanan insanlara rehberlik yapıyor, onları hayra ve doğruya yönlendirmeye devam ediyorlar.

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy