Dirilmek Bizim de Hakkımız

Yazar Egeli

İnsanoğlu var olduğu günden beri, hep inişlerin esiri, çıkışların da fâtihi olagelmiştir. Bu umûmî serencâme içinde nebîler ise, sonun hatırlatılması ve başlangıcın muştusuyla, kaderin yollarına su serpmiş ve ilâhî icraata perdedarlık vazifesini edâ edegelmişlerdir.

Evet, yer fiziğindeki değişimler gibi, milletler tarihinde de sürekli, dönüşüm “devr-i dâimler”i yaşanmış ve her zaman zirveler düşüşlerle noktalanmış, çukurlar da şâhikalarla nefes almıştır. Yani hadiseler hiçbir zaman aynı çizgide cereyan etmemiş, aksine geceleri gündüzler, kışları da baharlar takip edegelmiş; yer yer bazı milletler, bayramlarla-seyranlarla kucaklaşırken, bazıları da mâtemlerle, inkisarlarla kıvrım kıvrım yaşamış.. ve zaman gelmiş her şey tersine dönmüş; gülenler ağlamış, ağlayanlar da gülmüş…

Zaten, dünden bugüne hemen her zaman bizde, ümit daha önde, beklentiler ilâhî inâyet destekli; yeis ve inkisar ise birkaç adım geride ve Allah’tan kopuk kalplerin isi-pası olarak bilinegelmiştir. Evet yeis her türlü kemâlâtı engelleyen bir mânia, iradeyi felç eden bir maraz ve insanı boğan bir bataklıktır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân, sürekli talebelerini imana, ümîde, azme uyarmış ve her zaman onların gönüllerine diriliş üflemiştir. Şu anda dahi, milletçe, rûhumuzun derinliklerinde bu nefhaları duyar gibiyiz. Bu da mutlaka bir gün bizim de dirileceğimiz demektir.

Gerçi, bir-iki asırdan beri, topyekün millet olarak çözülmelerin, dağılmaların ağında ve sürekli gel-gitler yaşadığımız bir gerçek. Ne var ki, aynı durumun, bundan önce de, defaatle yaşandığını tarih sölüyor. Evet eğer, bugün düşmüş veya komaya girmişsek, daha önceleri de kim bilir kaç defa oksijen çadırlarında misafir olmuş, beyin kanamasından geriye dönmüş, ölümle yüz yüze gelip selâmlaşmışızdır.! Kaldı ki bizimle beraber başka toplum ve başka milletler de aynı bâdireleri atlattı.. aynı ölüm ağlarına girdi-çıktı ve aynı gâileleri hem de yutkuna yutkuna yaşadı. Mazi bir bakıma bu târihî tekerrürler devr-i dâiminin arenası gibidir.

Doğuda Çin surlarının inşâ edildiği, peşi peşine modern şehirlerin kurulduğu, her tarafta engin bir sanat ruhu soluklandığı; din, baştan başa bu dünyayı bugünkü seviye ölçüsünde, hatta ondan da ileri şekillendirdiği, fazîlet ve ahlâkın ma’bedden sokağa, sokaktan saraya her yerde tedris edilip hayatın bir parçası haline getirildiği dönemde bugünkü Batı, hâlâ mağaralarda yaşıyor ve günümüzdeki Hint fakirleri gibi sürüm sürümdü. Sakyamuni-Buda, brahmanlar arasında tarihi değiştirecek en ciddi yenilenmeleri gerçekleştirirken, Fransa’da hâlâ Triceratoplar yaşıyordu. Bacon Osvald’ın dediği gibi, İsrâiloğulları, peygamberleri sayesinde âlemi yeniden şekillendirirken, Londra’nın kurulduğu ormanlarda kurtlar, ayılar serbestçe dolaşıyordu. Bunun gibi, Atina’da, Teb’de, Ninova’da, Bâbil’de, Karnak’ta şahlanan insan düşüncesi harikadan harikaya koşarken, bugünkü Sorbon’un, Oxford’un, Heildelberg’in bulunduğu dünyada, sanat, edebiyat ve ahlâk kaidelerinin bilinmemesi bir yana, Sokrat’ın, Eflâtun’un, Homeros’un ismini bile duyan yoktu.

Hele hele, fert ve yığınların, cehalet, fakr u zarûret ve kısır çekişmelerin pençesinde inim inim inlediği böyle bir vasatta, sıhhatli bir toplumdan, istikbâl vaadeden bir devletten bahsetmek ise kat’iyen mümkün değildi.

Mîlâdî onuncu asra doğru, İslâm’ın ilk fâtihleri iman, aşk, sanat ruhu, inşâ düşüncesi ve nizam heyecanıyla, dünyanın en önemli üç kıtasında üst üste ilmî, idârî, siyâsî, hukûkî ve kültürel inkılâpları gerçekleştirirken, hatta dört ve beşinci hicrî asırlar itibariyle çok seneler sonra Batı’ya ışık tutacak bir rönesanstan söz ederken, bugünkü Avrupa, karanlıklar içinde çırpınıp duruyor ve hayvanlarla aynı hayat şartlarını paylaşıyordu ki; aradan asırlar ve asırlar geçtikten sonra o, kendi dünyası itibariyle bu dönemi her hatırlayışında ona karanlık çağlar diyecek ve ilim, sanat, edebiyat, felsefe adına onu silip tarihinden atacaktı.

Bugün bütün Orta Doğu ve Asya, böyle bir düşüş ve yorgunluk devri geçirmektedir. Şu anda böyle bir çözülme ve dökülmenin neresinde olduğumuzu kestirmek oldukça zor; ama, ona da devrini tamamlamak üzere olduğu nazarıyla bakılabilir. Ayrıca toplumun her kesimi az-çok böyle bir fetretle sarsılsa bile, dağılma ve çözülmenin merkez üssü, hep zirvelere münhasır kalmıştır. Gerçi düz fertler de bağı kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola saçılmış ve kitleler tehlikeli bunalımlara itilmiş ama, saf halk yığınları her zaman millî ve mânevî değerlerine karşı saygılı kalabilmiş ve millet ağacı da hiçbir zaman tam devrilmemiştir. Devrilmek bir yana, en korkunç fırtınalara mâruz kaldığı dönemlerde bile o, bağrında sessiz sessiz geleceğe yürüyecek sürgünleri beslemiş ve hep vefâ soluklamıştır.

Evet, Orta Doğu ve Asya milletleri, künde künde üstüne devrilirken bile, hiçbir zaman bütün bütün kendi mânâ köklerinden uzaklaşmamış.. doğrulup kalkamayacak şekilde yıkılmamış.. ve bir daha var olma maratonuna giremeyecek ölçüde elenmemiştir. Bu açıdan da o, tarih boyu görüp, gözettiği mazlum ve mağdur bir dünyayı da yanına alarak, bir kere daha muâsırlarıyla hesaplaşması ve hatta öne çıkması mümkün olacağı gibi, Batı’nın mütecâviz, imansız ve amansız politikalarına son vererek elde edeceği pek çok avantajların yanında, demokratik hak ve hürriyetlerden de tam yararlanarak aynı çizgiyi paylaşan milletlere öncülük de edebilir.

Bugüne kadar, İslâm dünyasına göz açtırmayan ve belini doğrultmasına fırsat vermeyen zalim ve gaddar güçler, az dahi olsa, bunu hissetmiş olacaklar ki, şu anda fevkalâde bir korku ve telaş içindeler. Bugün, milletimizin, Asya’daki mağdur ülkeleri, hatta mazlum İslâm dünyasını arkasına alıp, bu çok geniş coğrafyada, Devlet-i Âliye rolünü oynayacağını düşündükçe, bu hasım âlemin uykuları kaçıyor; kaçıyor ve yeni işgal stratejileri plânlıyor, kendi hesabına ittifak senaryoları hazırlıyor ve bizim hesabımıza da, akla-hayâle gelmedik ihtilaf ve iftirak mizansenleri tanzim ediyor. Biz şimdilik, bütün bunları ümitle çarpan sînelerimizle değerlendiriyor, olup bitenleri “târihî tekerrürler” devr-i dâiminin bir parçası olarak yorumluyor; sonra da yer yer Hakk inâyetinin engin tezahürlerini, derin bir temâşâ zevki içinde seyrediyor ve:

‘Takdîr-i Hudâ kuvve-i pâzu ile dönmez,
Bir şem’a ki Allah yaka üflemekle sönmez’

deyip geçiyoruz.

Hadiseler, yıldırım süratiyle cereyan ediyor.. umûmî durum, her dakika başkalaşma sath-ı mâilinde.. anlayış ve bakış zaviyeleri sürekli değişiyor.. siyâsî ve iktisâdî değişimler, en keskin tahmin ve kehânetleri bile yanıltacak şekilde belirsiz ve hiss-i umûmînin önünde.. en cins kafalar bile, önümüzdeki ay ve yıllarda nelerin silinip gideceğini, nelerin istikbâlde de var olacağını kestirememenin heyecan ve hafakanlarıyla kan-ter içinde ve hep kararsız. Elbette böyle bir dünyada fırtınalar kadar meltemlere de şans tanımak icâb eder. Biz, birkaç asırdan beri kasırgalarla kavrulmuş bir millet olarak sabâ beklentisi içindeyiz ve kış faslını bitirdiğimiz ümîdiyle bahar rüyâları görüyoruz.

Bu aşamada bize düşen şey, milletimizin mânâ seviyesini yükseltmek.. onun fikir ve his cephelerini canlı tutmak.. tâlim ve terbiye müesseselerini, çağın gereklerine göre bir kere daha gözden geçirmek.. ma’bed-mektep-tekye arasındaki kopukluğu gidererek, varlık ve bekâmızın bu temel dinamiklerini yeniden hayata geçirmek ve gelecek adına plânladığımız dünyayı kendi değerlerimiz üzerine binâ etmektir; hem de hiçbir mantıkî boşluğa meydan vermeden kendi değerlerimiz üzerine binâ etmektir.

Böyle şümûllü bir tasarının tatbikini, bir hamlede gerçekleştirmek mümkün görünmeyebilir. Doğrudur da; zira her şeyden evvel bu bir takvim ve zamana vâbestedir. Ne var ki, bir şeye başlamak, aynı zamanda o istikamette yol almak mânâsına da geleceğinden, hâlihazırdaki kıpırdanış ve oluşumları ciddî birer hamle sayabiliriz. Bundan sonrası için de, kendini milletine adamış, maddî-mânevî her türlü beklentiye kapalı, bitip-tükenme bilmeyen bir aşkla dopdolu, imanlı, azimli, ümitli bir has-bîler kadrosuna ihtiyaç var. Elindeki büyük projeleriyle ülkeyi bir baştan bir başa imâr etmeye kararlı, büyük düşüncelerin, büyük tasarıların fikir mimarları… Ve gurubları tulû’lar gibi değerlendiren, çevre karardıkça daha bir şevklenen, engeller ve mânialar çoğaldıkça peygamberâne bir azimle coşan hasbîler kadrosuna.

Sızıntı, Aralık 1994, Cilt 16, Sayı 191

Kaynak:M.Fethullah Gülen / Yeşeren Düşünceler

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy