“Saf fıtratın tezahürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve ruhun dış aynada yansıması”[1] şeklinde tarif olunan güzel ahlâk; insanlık tarihi boyunca kaynağı semavî olsun olmasın bütün dinlerin kendi müntesiplerinin, dolayısıyla da faziletli bir toplum rüyasını tahakkuk ettirebilmeleri adına insanların özüne katmayı hedefledikleri son derece önemli bir mayadır. İnsanoğlu, kendisini bu temel hedefe ulaştıracak iyi ve güzel olanı tercihe meyyal bir fıtratta yaratılmış olmasına karşın, yine kendisini bu temel hedefin çok uzağına düşürecek şeytan, nefis, heva ve heves gibi birtakım beşeri zaaflarla da kuşatılmıştır “Ona hem kötülük hem de ondan sakınma yolu ilham eden hakkı için! Nefsini maddi manevi kirlerden arındıran, felâha erer. Onu günahlarla örten ise ziyana uğrar.”[2] beyanı bu hakikatin bir ifadesidir. İnsan vardır, Cenâb-ı Hakk’ın -tabiri caizse- ruhuna saçmış olduğu bu güzel ahlâk tohumlarını sular ve neşv-ü nema bulması için emek sarf eder ve kazanır. İnsan da vardır, melekleri aşkın yüksek faziletleri elde edebilme potansiyeliyle donatılmış pak ruhunu, ahireti adına hiçbir hayat emaresi taşımayan boş emel ve amellerle heder eder ve neticede kaybeder.[3]
Gerçek mümin; hâl, ruh, söz ve tavırlarıyla bir nezaket, nezahet ve incelik abidesi örnek bir insandır. Dil ise -iyi olsun kötü olsun- insanın ruhunda yeşerttiği, besleyip büyüttüğü bu erdemleri yahut karakter bozukluklarını dışa aksettirmede bir vasıtadır. Ne var ki, bu aksettirmenin zararı sadece seslendirmekten ibaret değildir. Zira dilden sürekli sadır olan incitici, kırıcı, yaralayıcı, rencide edici, onur zedeleyici her söz, toplumun tepki mekanizmasının duyarlılığını da zedeleyeceği için, böyle bir zarar, zamanla bu türden ahlak bozukluklarının toplum bünyesinde daha kolay zemin bulmasını netice vermektedir. Bu ise ahlaki çöküntüden kurtulma adına, artık yapılacak pek bir şeyin kalmadığı son merhaledir. Toplumsal bünyeyi temelinden sarsan bu türden seviyesizliklerin önünü almak adına, bütün güzel ahlâkın mecmaı ve mahzeni olan Efendimiz (sallâlahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ مَسْعُودٍ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«سِبَابُ الْمُسْلِمِ فُسُوقٌ وَقِتَالُهُ كُفْرٌ»
“Müslümana sebbetmek (şerefine, namusuna, dinine, imanına, hâsılı insanlık ve Müslümanlık değerlerine söz etmek, saldırıda bulunmak) fasıklıktır. Müslümanı öldürmek ise küfürdür.”[4]
Bu hadis-i şerif, inanan insanların dinine, imanına, şeref, haysiyet ve namusuna yönelik her türden incitici, yaralayıcı ve rencide edici sözün en üst perdeden yasaklanmasının ifadesidir. Hadis-i şerifte geçen “fısk” ifadesi, Kur’an ve sünnet ölçüleriyle tespit edilmiş olan hak yoldan inhiraf (sapmak) demektir. “Şeytan, Rabbinin emrinden çıktı”[5] ayetindeki “فَفَسَقَ” fiilinin ifade ettiği mana da hadis-i şerifteki bu manaya mutabıktır.
İşte, bir Müslümana sövüp saymak, onu incitici, yaralayıcı, onuruna dokundurucu sözlerle üzmek, tam da böyle bir fasıklıktır. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz’in, bir mümine eziyet veren kimselere fasık hükmünü vermesinin yanı sıra bir zimmiye eziyet edenin hasmı olacağını buyurmaları[6] halâ kulak verebilecekleri bir vicdanları bulunanlara ne de çok şey fısıldar.
Ya Bu Türden Haysiyet Cellatlığını Yayma Günahını İrtikâp Edenler?
“Çirkin laf edenle onu yayan, günah işlemekte eşittir.”[7] buyuran Hz. Ali efendimiz (radıyallâhu anh) ise, tepeden tırnağa mezmum bir haslet olan fasıklığın farklı bir yönüne işaret etmektedir. Evet, inananlar aleyhine -güncel ifadesiyle- şahsiyet cellatlığı yapmak nasıl çirkin bir haslet ve günah ise, bunu yaymak da en az bu türden denaetleri irtikâp edenlerin yaptıkları kadar çirkin ve bedeli ağır bir ameldir.
Asr-ı saadette bu türden yaralayıcı ve tezyif edici denaet ve şenaetleri ortaya atma ve yayma vazifesini irtikâp edenler, Kur’an’ın “karaktersizlikleriyle”[8] sık sık nazara verdiği İbn-i Selül ve o karakterin mümessili insanlardı. Fakat hususiyle “ahir zamanda” yaşanan birtakım hadiseler bize gösterdi ki, bu türden cinayetler, âdil-i mutlak olan bir Allah’a (cc), menba-ı nezâket olan bir Resul’e (sallâlahu aleyhi ve sellem), inandığı iddiasında bulunan Müslümanlardan da sadır olabilir. Aynı hedefe, benimsedikleri farklı yöntemlerle gitmeyi tercih etmiş ümmetin farklı hareketleri arasında meydana gelen kundaklamaların odununun da benzininin de kibritinin de temin edicisi bu sözde Müslümanlar olabilir. Ele geçirdikleri kitle iletişim vasıtalarını, bir kitle imha silahıymışçasına kullananların arkasından da yine bu İbn-i Selül karakterini taşıyan Müslüman görünümlüler çıkabilir. Bunlar ele geçirdikleri iletişim araçları vasıtasıyla samimi müminler aleyhinde haysiyet cellatlığı yaparlar. Bu karakterde olan sözüm ona insanlar, menfaat ibreleri neyi işaret ediyorsa ona göre bir strateji güder, birilerinin toplum nazarındaki itibarları kendi aleyhlerine ise çamur atmaya koyulur, dürüstlük ve samimiyetleri kendi ihanetlerini gizlemenin önündeki en büyük engelse, gider karalama, iftira ve tezvire başvururlar. Oysa bilmezler ki, zaten çamura bulanmış olan ellerini, daha da çamura bulamadan temiz insanlara çamur atmaları mümkün değildir. Daha trajik olanı ise, bütün bu irtikâplarını dine hizmet kisvesi altında işlemeleridir. Bu da, karakter fukarası bu insanların toplum bünyesinde fark edilmesi güç, ne denli sinsi bir ur olduklarının üzücü bir örneğidir.
Bir örnekle meseleyi biraz daha vuzuha kavuşturabiliriz:
Denilir ki; yavrusunu yemeyi kafaya koyan bir kedi, önce onu zihninde fareye benzetirmiş. Aynen öyle de, günümüzün kedi karakterli “sultanları!” da yemeyi gözüne kestirdikleri bir takım insanları, önce yiyebilecekleri bir şeye benzetiyorlar. İlk olarak itibar ve saygınlıklarını yok edip, biçtikleri deli gömleğini onlara giydirmek suretiyle yok etmenin toplumsal zeminini oluşturuyorlar. Onları “millete ihanet eden, falan ülkenin emellerine hizmet eden vatan ve millet düşmanı insanlar vs.” olarak lanse ediyorlar. Zira yemeyi meşrulaştırmanın yolu, zulüm ve haksızlığa karşı toplumu harekete geçiren sinir uçlarını törpülemek ve bu suretle de insanlardan gelebilecek muhtemel tepkilerin önünü almaktan geçmektedir.
Bu Türden Sistemli Karalama Çalışmalarına Karşı Mümin Duruşu!
İnananlar, bu tür hakaretlerle söven ve hücum eden fasıklara karşı kendilerini asla cevap pozisyonunda konuşlandırmamalı ve bundan da asla müteessir olmamalıdırlar. Zira Fahri Kâinat Efendimiz “Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.”[9] buyurmak suretiyle, güzel ahlâkla muttasıf bir müminin asil duruşunun böyle olması gerektiğinin altını çizmektedirler. Gadrin her türlüsüne maruz bırakılan bu insanlar, güçleri yettiğince mukabele-i bil-misili[10] dahi düşünmemeli ve asla haddi aşıp işi zulme vardırmamalıdırlar. Zira üslûb-u beyan aynıyla insandır.
Öte yandan; “hak ve hakikati tebliğ ve temsilde üslûbun ne denli ehemmiyet arz ettiği açıktır, ancak bu mevzuda asıl önemli olan onun temadi ve sürekliliğidir. Zira siz bir yerde saygılı davranır, yumuşak söz ve yumuşak tavırlarla muhatabınızın gönlüne girersiniz, ancak beklenmedik çirkin bir söz ve tavır karşısında hemen harekete geçer, aynıyla mukabelede bulunur, taviz verip üslûbunuzdan vazgeçerseniz bu durum muhatabınızda itimat ve güven erozyonuna sebep olur, kredinizi alır götürür. Böyle bir duruma düşmemek için doğru bilip doğru kabul ettiğimiz disiplin ve esaslara kendimizi alıştırmalı ve her türlü durumda onlara bağlı kalma azminde olmalıyız ki, falso yapmayalım, bir yerde yaptığımızı başka bir yerde kendi elimizle yıkmayalım.
Evet, biz, temelde dövene elsiz, sövene dilsiz ve kırsalar da kalbimizi gönülsüz yaşama üslûbunu tercih etmiş, düstur edinmiş, “yol bu” deyip onda karar kılmışsak, artık hiç taviz vermeden bu kararın arkasında durmalı, her hâlükârda onun gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız.”[11] Zira üslubumuzu kurban verdiğimiz bir mücadeleden muzaffer olarak çıkmamızın bir önemi olmadığı gibi böyle bir zaferin kalıcılığı da söz konusu değildir.
Cenâb-ı Hak biz inananları, hal ve kelâmıyla hayatının bütününü Hak rızasına endeksli olarak yaşamış olan Habib-i Edip’ine lâyık ümmet eylesin!
Sefa Salman
***
[1]. Bkz. M. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde II, s.38.
[2]. Şems sûresi, 91\8,9,10.
[3]. Bkz. İşarâtü-l İ’câz, s.173
[4]. Müslim, İman, 116.
[5]. Kehf sûresi, 18\50.
[6]. El-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr: VI /19, hadis no: 8270
[7]. Beyhakî, Şuabu-l İman
[8]. Bkz. A’raf sûresi. 7\129,131,134,135,138,148,162,163,
[9]. Câmiü’s-Sağîr, 1/66
[10]. Onikinci Şua, s. 292.
[11]. Bkz. M. Fethullah Gülen, Kalp İbresi, Üslupta İstikamet