Aradan 20 yıl geçmişti. Hasret öyle bir noktaya gelmişti ki dayanmak artık mümkün değildi. Yerini bilse hemen gidecekti. Okuduğu her risale özlemini bir nebze olsun gideriyordu da bu ayrılığa o yüzden dayanıyordu yüreği belli ki. Ama hasret ateşi içten içe kor olmaya devam ediyordu. Veysel Karani’nin Efendimiz’e (s.a.v.) kavuşma iştiyakı vardı ya hani. Bu da ona benzer kutsi bir duyguydu işte. Bir gün nasılsa Üstad’ının Emirdağ’da olduğunu öğrendiğinde “Artık tamam!” demiş ve “Ne olursa olsun onu tekrar görmeliyim” düşüncesiyle düşmüştü yollara.
O günkü şartlarda 1000 km’ye varan mesafeyi aşmak kolay değildi. Kâh trenle, kâh otobüsle yol alıyor, bir vasıta olmazsa ayaklarının dermanı kesilinceye kadar yürüyordu.1950’li yıllar. O zaman da aşılıyordu işte bir şekilde aşılmaz gibi görünen o yollar.
Sadakat öyle bir iksirdir ki engel tanımaz, mesafelere aldırmaz. Sadakatte öyle bir sır vardır ki yolları hatıralara bağlar. O yolun her bir dakikasında belki saniyesinde buluşma anına ait renkler, desenler, tatlı tatlı hatıralar…
20 yıl önceydi. Onunla ilk karşılaşma anı ne güzeldi.
O, Üstat hazretlerini bir şeyh olarak tasavvur ediyordu. Üstat bu durumu fark etmişti. Koluna girip bir oda içinde gezinir gibi yürürken; “Kardaşım, ben şeyh değilim, ben imamım; hani İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî gibi” demişti. O zaman anlamıştı kiminle birlikte olduğunu. Bu ilk görüşmeye ait bir anlık kare, onu daha bir heyecanlandırmış, kavuşma iştiyakı daha bir artırmıştı.
Günler sonra Emirdağ’a yaklaşmış, artık günler, saatler değil dakikaları saymaya başlamıştı. Otobüsten indi, elindeki adrese koşar adımlarla yürüdü. Üstadının kaldığı evi uzaktan görünce heyecanı doruğa ulaştı. Az sonra nefesini tutup kapının tokmağına bütün ruhuyla, kalbiyle inceden bir dokunuverdi. Biraz sonra kapı hafif bir şekilde açıldı ve “Buyrun ben Sungur” sesi ile irkildi. Az bir durakladıktan sonra “Ben de Hulusi” dedi ve devam etti; “Üstadımızı ziyarete gelmiştim.” Sungur abi sesini kısarak; “Şu anda Üstadımız istirahatte daha sonra gelseniz.” dedi. Hulusi abinin uzaklardan geldiğini tahmin edememişti . O da boynunu büküp “Olur” demiş ve ayrılmıştı kapıdan. Dört gözle beklediği vuslat gerçekleşmemişti. Üzgün bir şekilde otobüs terminaline doğru yürümeye başladı. Derin bir iç çekerek;“Demek ki vakit gelmemiş, kısmet değilmiş” diye mırıldandı.
Zaman bazen farklı şeyler mırıldanır insana:
“Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak!
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm.
Çünki hicran dolu kalbim yine hicran olacak”
(Hasan Feyzi).
Bu arada Üstat Hazretleri uyanmış ve Sungur abiye seslenmiştir. Sungur abi, “Buyur Üstadım” diyerek odaya girdi. Üstat “Sanki Hulusi’nin kokusunu alıyorum” deyince, Sungur abi, “Üstadım biraz önce kapıyı birisi geldi, adı Hulusi’ymiş. Siz istirahat ettiğiniz için daha sonra gelmesini söyledim.” dedi. Üstad heyecanla; “Derhal onu bul gel!” diye emretti. Sungur abi, soluk soluğa terminale koştu. Hulusi abi bulduğu ilk minibüse binmiş, minibüs de hareket etmek üzeredir. Sungur abi hemen minibüse girdi ve Hulusi abinin kulağına yavaşça; “Abi Üstadımız sizi bekliyor” diye fısıldadı. Bu sözü duyan Hulusi Abinin adeta ayakları yerden kesildi ve “Olur kardeşim” deyip minibüsten iniverdi.
O vuslat anını anlatmaya kelimeler yetmez! Birbirlerine öyle sarıldılar öyle ağladılar ki… Ancak Hulusi abi orada fazla kalamadı, o günkü şartlar buna el vermiyordu. Üstadın kaldığı ev gece gündüz gözetim altında idi. Beş on dakikalık güzel muhabbetten sonra Hz. Üstat Hulusi abiye “Kardaşım sen 20 yıldır manen benim yanımdasın” deyince Hulusi abi de “Üstadım ben de sizin yanınızdan hiç ayrılmadım” diye cevap verdi.
Hulusi abi, 20 dakika kadar süren vuslattan sonra tekrar terminale gitmek üzere kapıdan çıktı. Bu kısa görüşme ona büyük bir alemin kapılarını açmak gibi bereketli olmuştu. O yolda gönül haşyeti ve gözyaşları ile yürürken Sungur abi arkasından koşar adım gelip, Üstat hazretlerinin, “Hulusi ile yirmi dakika görüşme bana yirmi gün gibi geldi” dediğini iletti. Hulusi abi teşekkür etti ve derinden bir hamd ile yoluna devam etti.
Hazreti Üstat talebelerini her duasında andığı gibi talebeleri de onu hiç unutmaz, eserleri okurken, yazarken manen hep onunla birlikte olurlardı. Bu manevi güç ve kuvvet ile iman nurunu etrafa neşretmeye devam ederlerdi. Hulusi abinin aşk ve iştiyakı da buna bağlı idi. Demek o eserlerin sahibi hakiki bir iman ile hareket ediyordu. Bu yüzden onun eserlerini elmas kıymetinde bilmek gerekiyordu.
Şimdi onlar bu dünyadan göçüp gitmiş olsalar da eserleri bizlere de çok şey anlatmaya devam ediyor. Bizler de Üstat ile manen görüşmeler yapabiliriz. O eserlerin satır aralarından onun hisleri ile hislenir, aşkı ile aşklanır, derdi ile dertlenebiliriz.
Keşke herkesin evinde küçük bir ders odası bulunsa; orada ebeveynler, büyükler sözü dönüp dolaştırıp sohbet-i Canan’a getiren rehberler olsa yani her bir evin, her bir müessesenin ötelere açılan aydınlık pencereleri bulunsa. Kainat; Kur’an perspektifi, Efendimizin adesesi, Risale-i Nur gözlüğü ve pırlantaların dürbünüyle seyredilebilse. Böylece her bir mekan ashab-ı Suffanın yaşadığı gibi bir mübarek mekana dönüşse.
Her bir yuvada veya her bir toplulukta günlük, haftalık ve aylık mini programlar yapılsa. Sonra da Allah’a teveccüh ederek: “Ya Rabbi! Bizi insan olarak yarattın, kendine muhatap ettin, bize bunun hakkını verme yollarını göster” duaları ile yola devam edilse.