Bir kepçe halib, salli alel Habib

Yazar Recep Atıcı

Kamplarda geçen ayları, haftaları, günleri değil, bir tek günü, bir tek saati dahi anlatmaya kalkışsak anlatamayız. Nasıl anlatabiliriz ki, o, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevî hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan hayatın tam cennetçesiydi…”

Bu ifadeler, üç ay önce aramızdan ayrılan kıymetli büyüğümüz Muhterem Hocaefendi’nin, “Kamplarda Zaman” başlıklı yazısından alınmıştır.

Evet, sevgili dostları, her yıl Weinacht dönemi gelince hepimizde bir heyecan, bir telaş başlıyor. Zira, bizim için bu zaman dilimi ‘hayvâniyetten çıkıp, cismâniyeti bırakıp, kalbin ve ruhun derece-i hayatına yükselme’ zamanıdır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, dinin yeni bir anlayışla insanların nazarına sunulması meselesini şöyle ifade eder: “Eski hâl muhâl ya yeni hâl ya izmihlâl.” Yani eskiye dönüş neredeyse imkânsız. Ya yeni hale ayak uyduracağız. Ya da perişan olup aleme rezil olacağız. Bu düşünceyi ise ete kemiğe büründüren ilk kişi Hocaefendi’dir.

Mekteplerde talebenin zihinlerini bulandıran anlayışın hâkim olduğu yıllarda ilk kamp fikrini ortaya atarak ‘yeni hâl’in nasıl olması gerektiğini bizatihi kendisi göstermiştir. Bu maksatla ilk kamp 1968 yılında İzmir’in Buca-Kaynaklar Köyü yakınlarında asude bir mekânda yapılır.

O günün şartlarında bu mesele o kadar kolay değildir. Düşünün ki şehir merkezinden uzak, 70 civarında talebenin üç öğün yemeği bile başlı başına bir problemdir. Kampa götürülecek talebeler ağırlıklı olarak Kestanepazarı derneğine kayıtlı olsa bile derneğin mütevelli heyeti Hocaefendi’ye, ‘bizi bu işe karıştırma’ der gibi bir tutum sergiler. Zira, o günlerde Müslümanların ensesinde boza pişiren 163’cü madde vardır ki, ne zaman üç beş insan bir araya gelse devleti yıkmakla suçlanmaktadır. Elini doğrudan taşın altına koyamamalarının sebeplerinden biri ve belkide en tesirli olanı budur.

İkinci olarak Finansman nasıl karşılanacak? Çadır almak icap ediyordur. Meblağ küçük olmasına rağmen, neslin yetişmesi adına bu kadarını bile göğüsleyebilecek insan yoktur. Hocaefendi o günün şartlarında bu meseleyi nasıl aştığını şöyle anlatıyor:

Ankara’ya gittim. Orada tanıdığım insanlar vardı. Aklıma bir çare gelmişti. 27 Mayıs ihtilalinden sonra, askeriye milletten para toplamış, karşılığında da bono dağıtmıştı. Bu bonolar istendiği zaman paraya çevrilebilecekti. Gittim ve 3000 lira tutarında bono topladım. Bunları Kestanepazarı’na verdim. Onlar da bonoları paraya çevirdiler.

Finansman kısmı bu şekilde çözülmüş olsa da bu işten anlayan pek fazla insan olmadığı için diğer işler de Hocaefendi’ye bakmaktadır. İlk olarak talebenin barınacağı iki büyük çadır diktirir. Arkasından çadırları da bizatihi kendisi kurar. Yaz günleri uzun olup üç öğün yemek çıkarılmalıdır. Aşçı olmadığı gibi bugünkü manâda kolay elde edilebilen yiyecekler de yoktur. Yemek kazanlarını İstanbul’dan getirtir.

Odunları bile dağdan taştan öğrenciler toplar ki,  Hocaefendi, o günleri şöyle anlatıyor: “Kamptaki bütün işler bana bakıyordu. Ders okuturdum. Sonra da kalkar yemeklere bakardım. Bazen sütlaç da yapıyordum. Dağıtımını da yine kendim yapıyordum. Onun bile kendine göre bir zevki vardı. Sandalyeye oturur, kepçeyi elime alır, herkes elindeki tasıyla gelir, sıraya geçer, ben de “Bir kepçe halib, salli alel Habib” derdim. Sütlacını alan giderdi.”

Kestanepazarı yıllarına ait bu kamp faaliyeti, en kaliteli talebenin yetiştiği bereketli günlerdir. Üst üste üç sene, yazın üç ay boyunca yapılan bu kamplar, sessiz, havadar ve dar imkanlar çerçevesinde gerçekleştirilir.

Peki, Hocaefendi durduk yere altından kalkılması bu kadar zor bu işi niye üstleniyordur? Çünkü, öğrenciler köyüne gidince zihni dağılıyor, derslerinden uzaklaşıyordur.  İşin en kötüsü ise kalbi, ruhu ve dini hayatları üç aylık gaflet zamanında tamamen köreliyordur. Bu duyguları tekrar ihyâ edebilmek için sil baştan talebeye mesâfe aldırılmak gerekiyordur. Bu ise Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, ‘İslâmiyet’i de içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan çok geniş bir kalenin tamiri’ adına zaman israfı demekti. Oysa buna ne zamanın ve ne de zeminin tahammülü yoktu.

web

Evet, güzel insanları, uzun lafın kısası, insanların çoğunun ‘vur patlasın, çal oynasın’ dediği bu zaman diliminde kalbi hayatımızı ihyâ etme adına yapılacak bu kamp programları kaçırılmamalı. Bundan daha önemlisi de eskiden olduğu gibi üç ay değil, (tam gün olarak) sadece üç gün yapılabilen bu asude günlerin içinin bizim anladığımız manâda doldurulmasıdır.

Rabbim rızasına uygun bu zaman dilimini değerlendirmeyi hepimizi müyesser eylesin.

YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN

web

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy