“Ölüm ile ayrılığı tartmışlar,
Elli dirhem ağır gelmiş ayrılık…”
Sessiz gidişlerin alfabesi yoktur. Çığlığı, serzenişi, sitemi… Günlerin art arda akıp gitmesine engel değildir ayrılıklar. Zaman geride kalanlara dokunur en çok ve büyütür çocukları zaman. Büyütür anneleri de…
Babasız evlerde günler hep aynıdır. Haftalar altı gündür, baba ile yapılan Pazar kahvaltıları olmayınca. Oyuncaklar kırık, duvarlar boyanmaya muhtaçtır hep. “Ellerine sağlık” diyen olmayınca, çay da demlenmez pek. Ama kahve yalnızlığı sever. Bu yüzden iki kişilik büyük fincanlarda tüketilir kahveler, tüketilir vuslatı iple çekilen saatler.
Önceleri kapı önüne konulan ‘baba ayakkabısı’, artık ayakkabı dolabına kaldırılmıştır. Her üç ayda bir çıkan af söylentilerine kulaklar tıkanmıştır. Port mantoda bir ceket görmeyeli çok olmuştur. Her zaman oturduğu koltuk uzunca bir süredir boştur. Sesi de, boşlukta kaybolmuştur nicedir. Kokusu dağılmıştır, kayıptır artık çekmecelerde.
Anneli babalı evlerin aksine, yalnızdır babasız evler. Çocuklarla koşuşturmaca yoktur koridorlarında. Güreşmeler, gülüşmeler hiç olamamıştır. Bir zorbanın zalim kılıcı ile bölünmüştür hayatları. Bölünmüştür, ömürlerinin geriye kalanı. Artık iş dönüşleri “Ne lazım, gelirken alayım?” mesajları düşmeyecektir mesaj kutusuna. Bir ekmek, bir de yoğurt al, cümlesi öyle asılı kalacaktır havada. Annelerin bahtına her oyunda ‘baba’ olmak düşecektir. Baba sözcüğü, en çok söylenmek istenen kelimler arasında, hep birinci olacaktır çocukların gönül sıralamasında. Okula başlayan minikler, arkadaşlarını babalarının alıp bıraktığını gördükçe şaşıracak: “Aaa, senin baban eve geliyor mu? Senin baban sizinle mi yaşıyor?” diye hayretle soracaktır sınıf arkadaşlarına.
Devası kâinata malum, kendine meçhul dertler arasında anneler…
Hangi birine yansın dayansın derken, bir cümle dökülüverir minik yüreklerden birinden.
“Anne, babam niye gelmiyor?”
Bir cümle ama sanki ateşten.
Bir cümle ki, bütün özlemlerin özü özeti.
Su gibi duru bir istek, sarmaşık gibi sargın.
Yanı başında olduğu vakitleri hiç hatırlamadığı bir adama, babaya duyulan bir özlem. Bedeni küçük, kendi büyük dünyasında fırtınalar koparan bir ayrılık işte bu.
Yıkılası ayrılık…
Her sabah gözlerini açar açmaz aynı cümle. Her yemekte aynı soru. Her oyunda baş konuk olan bir yokluk. Boşluk belki de. Baba boşluğu.
Tamir edilecek oyuncaklar onu bekler, parkta kayılacak kaydıraklar, göklere uçulacak salıncaklar… Toplanan bahar çiçekleri, babaya gönderilmelidir. Yumuk ellerle çizilen eğri büğrü şekiller, boyanan kitaplar, mavili araba, pembeli kız çocuğu resimleri hep babaya mektupla gönderilmelidir. Oyunun en tatlı yerinde, uykunun bölündüğü vakitlerde hep bir soru.
Tek bir soru: Anne, babam niye gelmiyor?
Nasıl anlatılır yavrum ki sana, yollarımız bir zalimin eliyle ayrıldı. Babacığına kalabalık havasız koğuşlar, sana dışarda babasız alınan nefesler düştü. Babasız emekledin, yürüdün, koştun. Konuştun ve “baba” dedin annene, baban işitmese de. Babası işten eve dönen çocukları gördükçe sokuldun göğsüme. Sokulduk birbirimize. Büyüttük birbirimizi.
Mevsimler geldi, mevsimler geçti. Haber kanallarında, sosyal mecralarda af söylentileri, tartışmalar, görüşmeler bitmedi. Suçsuz insanların hayatları üzerinden ahkâm kesmeye devam etti iktidar sahipleri, söz sahipleri. Sözüm ona adalet getirecekler, haksızlığı bitireceklerdi. Binlerce annenin babanın, yavrunun beklemeyle geçen günleri ayları; onlar için sayısal bir veriden ibaretti. Kimse önemsemiyordu babasız kalan hasta bir yavrunun seslenişini. Eşinin yolunu dört gözle bekleyen sadakat incilerini.
Tek ses olmuş ekranlarda, her daim farklı haberler veriliyordu. Kardeş kardeşi bir baba evladını ihbar ediyordu “Bu haindir” diye. İşinden, eşinden, yurdundan yuvasından edilen insanlardan söz etmeye, korkuyordu kalemler. Evvel zamanlarda, ‘onlardan’ olmanın bir paye olduğunu düşünenler; nefret dolu cümleler saçıyorlardı ağızlarından. Aklı başında hiç kimse durun, yeter artık demiyordu/diyemiyordu bu çarpık düzene. Babasız çocuklar babalarını, annesiz kalan yavrular annelerini soruyorlardı biteviye. Ve bir çocuk kadar olamıyor, cesurca haykıramıyordu yürekler.
Adalet nerede?
Nerede haksızlıklara karşı kurduğunuz düzen?
Nerede insan hakları, özgürlükler?
Masumiyet karinesi, nerede?
İnsanlığınızdan kaybediyorsunuz her hak ihlalinde.
Bir anneyi bir babayı tutukladığınızı zannediyorsunuz, ama bir aileyi mahkûm ediyorsunuz karanlıklara.
Binlerce çocuğu annesiz babasız uykulara yatırıp, kâbuslarla uyandırıyorsunuz.
Anneleri çaresiz bırakıyorsunuz, dahası demir parmaklıklar ardında tutsak ediyorsunuz babaları.
Hz. Ömer’in adaletinden bahsedip, yargıda tam bağımsızlık ilkesini hiçe sayıyorsunuz.
Hz. Peygamber’in bir hurma ile iktifa ettiğinden söz edip, bin bir odalı sarayınızda ejder meyveli smoothie’ler yudumluyorsunuz.
İşinden ettiğiniz binlerce insan helal rızık peşindeyken, siz torunlarınıza bile haram yediriyorsunuz.
Etrafınızda döndürdüğünüz onlarca hekimbaşınıza güvenip hiç hasta olmayacağım zannederken, hasta tutukluları tek başlarına hücrelerde ölüme mahkûm ediyorsunuz.
Hiç ölmeyeceğim zannediyorsunuz; anne karnında ölümüne sebep olduğunuz bebeklerin, pasaport vermeyip tedavi olmasına engel olduğunuz gül yüzlü yavruların ahını unutup. Yaşları ve hastalıkları tutuklanmalarına engel olacakken, esir ettiğiniz binlerce insanın gözyaşlarının üstüne saltanatlar kuruyorsunuz.
Her şeyin fani. Bu dünya dahi.
Yanılıyorsunuz. Ah ki, aldanıyorsunuz.
“Annem nerede, babam nerede; neden gelmiyor?” cümlesindeki özneleri esir etmeye gücünüz yetse de kaybettiniz siz, kaybediyorsunuz.
Kaynak: TR724 | FATMA BETÜL MERİÇ