Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-27

Yazar Egeli
[ Tarık Burak yazdı ]
Hep Acı ve Izdırap Yudumlamak
 
‘Dostların attığı gül dahi kanatır, oysaki çok kere dostlardan başıma balyoz yiyordum. Böyle bir durumda acı ve ızdırabımı içime atmak zorundaydım. İçin kan ağlayacak ama; dudaklarında sürekli tebessüm olacak. Veya sana kan kusturanlara sen kızılcık şerbeti ikram edeceksin… Bunlar söylendiği kadar kolay şeyler değildir. Ancak, dava adına bütün bunlara katlanmak gerekiyordu.’
 
Edremit Yılları (1972-1974 arası, 2,5 yıl)
Fethullah Gülen Hocaefendi, muhtıradan dolayı 3 Mayıs 1971’de tutuklanmış ve 9 Kasım 1971’de beraat etmişti.
Hocaefendi, 11 Kasım 1971’de vazifeye başlamak için dilekçesini Diyanet’e verdi. Sıkıyönetim nedeniyle müspet bir cevap hemen gelmedi. Bu yüzden kısa bir süre Erzurum’a gitti.
Bu arada Hocaefendi’nin dilekçesine 6 Aralık 1971’de cevap geldi. Vazifeye başlayabileceği söyleniyordu. Fakat, ne olduysa, hemen ardından 17 Ocak 1972 tarihli yazıyla ikinci bir karara kadar vazifeden alındığı tebliğ ediliyordu. Şaban Düz Hocaefendi ve Osman Kara Hocaefendi de kendisiyle aynı durumdaydı. Sıkıyönetim üçünün de İzmir’den gönderilmesi hususunda Diyanet’e baskı yapmış ve Diyanet de ister istemez bu baskıya boyun eğmek zorunda kalmıştı… Artık, ikinci bir emre kadar vaaz edemeyecektiler…
O sıralarda İbrahim Ulvi Bey, Özlük İşler’inde bulunuyordu. Hocaefendi’ye, Ankara’ya gelmesi hususunda haber göndermişti. Hocaefendi, Ankara’ya gidince kendisine durum anlatıldı ve ‘İzmir’ dışında nereyi istersiniz?’ diye soruldu. İsmail Hoca, Edremit’teydi ve bu kendisi için teselli olur düşüncesiyle: ‘Edremit olabilir.’ dedi. Ve böylece Hocaefendi’nin tayini Edremit’e yapıldı (23 Şubat 1972). Bu arada Şaban Düz Hocaefendi Nazilli’ye, rahmetli Osman Kara da Turgutlu’ya tayin edildi.
Bu döneme ait hatıralarından şöyle bahsediyor Hocaefendi:
‘Gerçi Edremit’e tayinimi istemiştim ama, oraya gitme niyetinde değildim. Edremit Müftüsü Remzi Bey, yanında Arif Çağan ve rahmetli Hâkim Necmeddin Güvenli Beylerle birlikte Mektupçu’daki eve kadar geldiler. Israrla Edremit’e gitmemi istediler. Adeta benimle yalvarırcasına konuşmuşlardı ki onlardaki bu sıcaklığı da aslâ unutamam ve ‘Ne olur gel, orada da hizmet olur!’ dediler. Evet, onlardaki bu ciddî talep ve arzu cevapsız bırakılacak gibi değildi. Her şeye rağmen kararsızlığımı görünce: ‘İstifa etmeyi mi düşünüyordunuz?’ dediler. ‘Evet!’ dedim zira Edremit’e gidip gelmem çok zor olacaktı. Şimdiki gibi bol vasıta da bulunmuyordu. Zaten arkadaşlarımızın hemen hiçbirinin özel arabası yoktu. Ayrıca, hizmet edecek arkadaşlar ve potansiyel güç de İzmir’deydi. Buradaki dine hizmetin ve hizmet etmek isteyenlerin yönlendirilmesi gerekiyordu. Bana ait vazifenin ağırlık merkezi olarak da İzmir’i düşünüyordum. Bütün bu mülahazalara rağmen, ricacıların ricasını kıramayarak gidip vazifeye başladım…’
Hocaefendi burada 2 yıl görev yapacaktı. Edremit’te olduğu sırada 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, Ankara Cebeci Sivil Cezaevi’nde idam edildi.
1972 Mayıs’ında Bülent Ecevit, İsmet İnönü’yü yenilgiye uğratıp CHP genel başkanı oldu. Gazeteler, bu gelişme üzerine “Şef Partisinden Halk Partisine” başlıklarını kullandı. Çünkü İnönü’nün 34 yıllık genel başkanlığı sona ermişti. Bir yıl sonra, 1973 seçimlerine “Halkçı Ecevit” ve “Karaoğlan” sloganları damgasını vurdu. Ecevit şöyle diyordu: “CHP, Türk halkının dini inançlarının, dine bağlılığının, demokratik yollardan ve sosyal adaletle kalkınma için bir engel değil, tersine kolaylaştırıcı bir etken olduğu inancındadır.” Ecevit’in bakanlarından Orhan Birgit’in deyimiyle, CHP ile halk arasındaki 50 yıllık duvarı ilk defa Ecevit yıktı. 1973 seçimlerinde CHP yüzde 33 oyla birinci oldu. Ecevit girdiği bu ilk seçimden başbakan olarak çıktı.
Bu arada, Hocaefendi’nin devam eden mahkemesi 20 Eylül 1972’de neticelendi. Mahkûm olmuştu. 163. maddenin 4. fıkrasına göre cezalandırmışlardı. Üç sene ağır hapis, bir sene Sinop’a sürgün ve amme hizmetinden men edilme hükmü verilmişti… Fakat, İlahî adalet yine takdirini gösterdi ve Askeri Yargıtay, verilen cezayı fazla bularak 24 Ekim 1973’te bu kararı bozdu. Yargılama bu şekilde sürüp dava henüz sonuçlanmamışken, CHP-MSP koalisyon hükümeti 18 Mayıs 1974’te genel af ilan etti. Bütün cezalar gibi Hocaefendi’nin cezası da düştü…
Kendi lehine bir sonuç doğurmasına rağmen, Hocaefendi, cezaevlerindeki azılı terör suçlularını dışarı çıkardığı için bu affa karşıydı. Ona göre, Türkiye’nin daha sonra yeniden terörün kucağına düşmesinde Meclis’in tarihi bir yanılgıyla aldığı bu kararın da payı vardı.
Hocaefendi, Mektupçu’daki evde bir seneye yakın kaldı. Daha sonra Hatay semtindeki Kardeş Apartmanı’na taşındı. Hocaefendi bunu şöyle anlatıyor:
“Biz Edremit’te yazın dinlenirken, İsmail Bey, Safvet Senih Bey’le görüşmüşler. Beraberce daha genişçe bir evde kalmamızı kararlaştırmışlar. İsmail Bey’in, Nef’i Bey’le Karşıyaka’daki vazifesinden dolayı bir irtibatı vardı. Karşıyaka Müftülük binası Nef’i Bey’indi ve İsmail Bey de orada çalışıyordu. Bizim kaldığımız daire Nuri Yemişçi Bey’indi ki, Nef’i Bey’in bacanağı oluyordu. Burası, Mektupçu’daki evle kıyas dahi edilmeyecek kadar kullanışlı ve genişçe bir daireydi. Üç odası bir de salonu vardı; 1000 liraya kiralamıştık. Parayı kendi aramızda toplayıp verecektik. Burada İsmail Bey, Safvet Senih Bey, M. Çiftlikli Bey ve bir de ben kalacaktım. Mehmet Atalay Bey de ara sıra gelip gidiyordu. O zamanlar Mehmet Küçük’ü de yanımıza almıştık. Halil İbrahim Bey ve Ahmet Özer Beyler de bir ara bu evde bizimle beraber kalmışlardı. Mektupçu’daki evi, içinin eşyasıyla Aydın Koyuncu Bey’e bıraktık. Hatta benim uzunca bir dolabım vardı. Üzerine kadifeden yeşil bir perde örtüyordum. Kestanepazarı günlerinde kampta da bu dolabı kullanmıştım. Kitaplarımı ona koyuyordum ki, bıraktığım eşyalar arasında o da vardı.
Edremit’e, Mektupçu’da kaldığım süre içinde hep İzmir’den gidip geldim. Fakat kamp müddetince hep Edremit’te kaldım. İlk Ramazan’da (9 Ekim – 8 Kasım 1972 arasında) yine Edremit’te kalmıştım. Kurşunlu Camii’nin bünyesinde iki oda vardı. Onlardan birini benim kalabileceğim hale getirmişlerdi. Ancak bu günlerde çok şiddetli böbrek sancılarım başladı. Böbreklerimde taş vardı. Sancılar bazen bayıltacak kadar şiddetli oluyordu. Hatta bir defasında Hacı Kemal ve Dr. Mustafa Asutay Beyler gelmişlerdi. Sancı onların yanında tuttu. Terden sırılsıklam olmuştum. Bu durumda vazifeyi sürdürebilmem çok zordu. Onun için Ramazan’ı tamamlayamadan izin alıp ayrıldım. İzmir’de kaldığımız Mektupçu’daki evden gidip geldim.
Ne var ki, gidip gelmeler de çok zor oluyordu. Daha önce de söylediğim gibi, hem umumî vasıtalar seyrekti, hem de yakın arkadaşlardan hiçbirinin arabası yoktu. Edremit’te vazife yaptığım sürece hep umumî vasıtalarla gidip geldim. Hususî araba ile ya bir ya da iki defa gidip gelmiş olabilirim.
Dostların attığı gül dahi kanatır, oysaki çok kere dostlardan başıma balyoz yiyordum. Böyle bir durumda acı ve ızdırabımı içime atmak zorundaydım. İçin kan ağlayacak ama; dudaklarında sürekli tebessüm olacak. Veya sana kan kusturanlara sen kızılcık şerbeti ikram edeceksin… Bunlar söylendiği kadar kolay şeyler değildir. Ancak, dava adına bütün bunlara katlanmak gerekiyordu.
Bizimkiler de kendi aralarında meşveretler yapıyor, kararlar alıyor. 12 Mart’ın boşluğunu devam ettiriyorlardı. Hatta bir defasında benim yüzüme karşı, ‘Biz arkadaşlarla istişare toplantısı yapacağız, isterseniz siz de gelin.’ demişlerdi. Bu bana hapisten daha çok dokunmuştu. Tabii ki gitmedim. Ancak daha sonra bunlarla teker teker görüştüm; nedamet etti ve özür dilediler…
Başka yerlerden gelen bazılarının hali ise yangından mal kaçıran adamın tavrına dönmüştü. Önüne gelen İzmir’e geliyor ve istediğini önüne katıp istediği yere götürüyordu. Anlattıkları menfi şeyler en yakın arkadaşları bile sarsabiliyordu. Zannediyorum, birçoğunda da benim hakkımda ‘Yıkılıp gitmeye mahkûm bir adam, artık bununla bir iş yapamayız’ imajı uyandırılmıştı. Arkadaşların bir kısmı da düşünce ve fikir adına saman çöpü gibi her gelen dalgayla bir tarafa sürüklenip gidebiliyordu. Elbette ki bu kadar dalgalanan bir toplumda istikrar temin edilemezdi. Hele bunlarla, aynı çizgide omuz omuza vermek imkânsız gibiydi. Çünkü kimin, ne zaman bulunduğu çizgiden kayacağı ve kaydıktan sonra da ne yapacağı belli olmuyordu. Arkadaşlarla teker teker görüşmem kısmen faydalı olmuştu. Daha sonra aramızda bir istişare düşüncesi oluşturduk.
Birbirimizle dayanışma içinde olacağımıza dair ilk ciddî görüşmeyi Hüseyin Kaptan’ın evinde yaptık. Onun evi de Kardeş Apartmanı’ndaydı. İsmail Bey’in, Mehmet Ali Şengül Bey’in ve H. Kaptan Bey’in bu görüşmeyi teminde şükranla yâd edeceğim katkıları olmuştu. Onların bu civanmertlikleri bende ve benimle aynı düşünceyi paylaşan herkeste bir yâd-ı cemil olarak kalacaktır.
Bütün bunlara hizmet adına bir sarsıntı geçiriliyordu nazarıyla da bakılabilir. Kim bilir belki de bunlar yeni bir tekevvünün sancılarıydı. Ne var ki bu hadiseler her defasında beni iki büklüm ediyordu.
Meselâ: Bazen bazı meseleleri görüşmek için bir araya geldiğimizde bazı arkadaşlar kendi aralarında kaş-göz işareti yapmaya kadar varan sorumsuzca davranışlara girebiliyorlardı. Elbette ki böyle ciddiyetten uzak bir atmosferde, cihanın en ciddi meseleleri görüşülemezdi. Tabii ki ben de kalkıp gidiyordum.
Çocukluğumdan beri namazıma karşı hassas yaşadığımı söyleyebilirim. Onu zedeleyebilecek her şeyden mümkün mertebe kaçınmış ve uzak durmuşumdur. Abdestimde olduğu gibi yediğime, içtiğime dikkat ettim zannediyorum. Buna rağmen hep imamete başkalarını geçiriyordum… Tabii herkesin arkasında namaz kılmaya da gönlüm razı olmuyordu. Bazıları abdestte, bazıları yediğinde-içtiğinde dikkatsiz olabiliyordu. Ve şüpheli şeylerden kaçınmada hassas davranmayabiliyordu. Bu açıdan, ben de imamete gönlümün kabullendiğini geçiriyordum. Fakat bu da diğer arkadaşları az dahi olsa kıskançlığa sevk ediyordu. Öyle ki bazıları imamete geçirsin diye gözümün içine bakmaya başlamıştı. Bu da beni son derece rahatsız ediyordu.
Bir gün, Mustafa Özcan, bu durumla ilgili olarak bana, ‘Büyüklerimiz namazları bizzat kendileri kıldırıyorlardı, zaruret olmadıkça da bu kaidelerini bozmamışlardı, siz de aynı şekilde yapsanız.’ dedi. Zaten benim de başka çarem kalmamıştı… Ancak bu da bazı arkadaşlarda rahatsızlık yapacaktı. Her nedense bunu bir türlü kabullenmiyorlardı. Hatta bazen ben daha odamdan çıkmadan -sünnetleri odamda kılıyordum- kamet getirip birini imamete geçirdikleri de oluyordu. Eğer imamete geçirdikleri takva, zühd açısından benim gönlümün kabullenmediği bir insansa, bu da beni fevkalade rahatsız ediyordu…
Böyle tuhaf davranışlar, bende fevkalade bir hassasiyet hasıl etti. Artık her gün hususî oturup konuşma ve baş başa verip bir şeyler anlatmanın hasıl edeceği fitneleri düşünüyor ve tir tir titriyordum. Bu arada eskiler de boş bırakmıyor, gelip-gidip bazı arkadaşlarla görüşüyorlardı. Görüştükleri bazı kimselerde de mutlaka bize karşı bir bulantı meydana gelebiliyordu. Bu arada vefalı davranan arkadaşlar da yok değildi. Meselâ, bu manada bir Mehmet Ali Bey’in, bir Mustafa Özcan’ın ve İ. Büyükçelebi’nin beni rahatsız edecek davranışlarını görmedim. Mustafa Özcan bana karşı hep sadık ve vefalı davranmıştır. Hele onun bazı tecessüsleri hizmetimiz adına çok işe yaramıştır. Barbaros Bey’i yanıma almama da o vesile olmuştur. Bir gün geldi ve bana: ‘Namık Kemal Lisesi’nde okuyan, temiz bir arkadaş var. Onu, bazılarının yanında gördüm. Kafasını çelebilirler diye endişe ediyorum.’ demişti; ben de onun kastettiği temiz nasiyeli Barbaros’u yanıma aldım ve ‘Sen benimle kal.’ dedim… O tarihten itibaren de bazı zarurî kesintilerin dışında Barbaros Bey’i hiç yanımdan ayırmadım.. daha doğrusu o hiç ayrılmadı.
Bu arada kafalarını çelmesinler diye yanıma aldığım talebe sayısı hiç de azımsanacak gibi değildir. Her şeye rağmen çok az dahi olsa bir kısım ayrılanlar da olmuştur. Onlardan bazılarını hemen ayrıldıkları gece bulup geriye getirmeye muvaffak oldu isek de bazıları uzun zaman soğukluğu sürdürmüştü. Fakat, Allah’a şükrediyorum ki, hepsi de şimdi aynı çizgiyi paylaşan arkadaşlar arasında..
İzmir’deki hizmetten adam koparmanın, hizmet kabul edildiği bir devreydi bu dönem. Bazıları tarafından îmân ve Kur’an hizmeti’ne ihanetle suçlandığımız o günler hayatımız hep, kaktüs yutar gibi ızdırap yudumlamakla geçiyordu. Ama, sabretmekten başka elden ne gelirdi ki, sırları sineye gömmekten gayri dört duvar arasına.
Bir gün yine büyükler kendi aralarında karar almışlar. İki-üç gün sonra da bana gelip; ‘Biz kendi aramızda istişare ediyoruz; fakat isterseniz sizinle ve (bir iki isim daha saydılar ki, söyledikleri isimler hep hizmetten ayrı kabul ettikleri isimlerdi) şu, şu arkadaşlarla da bir araya gelip bazı hususları görüşebiliriz.’ dediler. İşte o zaman sabrım taştı ve oldukça acı konuştum. Hatta sözümün bir yerinde şöyle dediğimi de hatırlıyorum:
‘Allah aşkına söyleyin bana! Siz Bediüzzaman’a neyinizi feda ettiniz? Hangi izzetiniz, hangi itibarınız, hangi şöhretiniz ve hangi ilminiz vardı da onları ayak altına alıp Bediüzzaman’a talebe oldunuz. Bilakis, bu intisapla siz şeref kazandınız, omuzlarda taşınır hale geldiniz, şimdi de tek tasarruf sahibi gibi gelmiş bana şunu-bunu söylüyorsunuz.’
Bütün hayatımda kendilerine hep saygı beslediğim kimselere konuştuğum ilk ve son en ağır ifadeler bunlar olmuştur. Keşke bu kadar dahi onların gönlünü incitecek bir ifade kullanmış olmasaydım… Neylersin ki sabrımın tahammül cidarları bir bir yıkılmış ve ben böyle konuşmaya kendimi mecbur hissetmiştim. Gelen kimseler beni dinlediler ve gayet olgun davrandılar ve bana ‘Siz tamamen haklısınız.’ diyerek sözlerimi tasdik edip ayrıldılar.
Tabii umumî havada hiçbir değişiklik olmadı. Herkes bildiğini okuyor, hizmet adına gıybet ediliyor ve içtihat hataları sürüp gidiyordu. Hatta şunu bunu tahkir için, teşbih ve benzetmelerde hiçbir şer’i ölçü tanınmıyordu ve İzmir’de bir hengamedir devam edip gidiyordu. Yer yer, bu güzel ve muhlis insanlar, benim saflardan daha saf kardeşlerim nasıl oluyor da bazı hususları göremiyor ve bu yanlışlıkları yapabiliyorlar, deyip hayretten hayrete giriyor; bazen bunları Rabb’imle aramdaki kulluk münasebetini, gerektiği ölçüde koruyamamış olmanın keffareti sayıyor ve teselli oluyor; bazen de, kendi kendime: Hani dünya toplanıp mekanize birlikleriyle üzerime gelse bile umursamam, vazifemi yaparım, diyordun. Şimdi çok daha küçüğüne dayanmalı değil misin? gibi düşüncelerle nefsimi sorguluyor ve demek ki, dahili bir zerre gâile, harici dağlar cesametindeki problemlerden daha ağırmış deyip inliyordum.
Bütün bunlar olurken ben yine de Edremit’e gidip-geliyor ve vaazlara orada devam etmeye çalışıyordum… Bu arada Talebelerle bir araya gelip görüşmelerimiz de eksik olmuyordu. Ancak, ben istiyordum ki, has dairede arkadaşlarımızla iman ve Kur’an’a ait her meseleyi görüşelim. Bu konuda kimseden müspet cevap alamadım. Demek ki, bir süre daha beklemem icap ediyordu…
İlk Düzenli Hizmet Ortamı
İlk sene hiçbir arıza olmadan sezon kapanmıştı. Bunda rahmetli Hakim Bey’in büyük tesirinin olduğunu söyleyebilirim. Bize gelmesi muhtemel bütün menfi dalgaları Hakim Bey, inisiyatifini kullanarak kırıyordu. Zaten adlî daireler de çok mütemerrid değildi. Ayrıca Edremitliler de bizi olduğumuz gibi tanımışlardı ve provokasyonlara aldırmıyorlardı. Tanımışlardı, zira, biz sohbetlerimizi sadece camiye hasretmemiştik. Daha ilk günden itibaren bir de düğün salonunda soru-cevap şeklinde sohbet başlatmıştık. Haddimizi aşkın olsa bile, sordukları sorulara anında cevap almaları, oradaki elit tabakanın da hoşuna gitmişti. Daha sonra bu sohbetleri başka şekilde devam ettirdik. Camiye gelme zahmetine katlanmayanlar oralara geliyor, din ve diyanet adına bir şeyler dinleyebiliyorlardı. Keşke bu işe tam ehil olsaydık, kim bilir dine ne hizmetler olurdu? Vaazın dışındaki bu sohbetler, herkeste bir alaka ve arzu uyardı. Biri gündüz, diğeri gece olmak üzere haftada iki gün sohbet yapılıyordu. Dıştan da gelip gitmeler eksik değildi. İzmir’deki arkadaşlardan bazıları ise sohbetlerin hiçbirini kaçırmıyordu.
Gerçi Edremit’te, yurt ve evler adına henüz büyük bir gelişim göze çarpmıyordu; ama dinî kültürümüz adına kamplar çok bereketli ve feyizli geçiyordu. Artık meselelerimizi bilip anlatabilecek durumda olan çok sayıda arkadaş da vardı. Bunların her biri, büyük çoğunluğunu gençlerin teşkil ettiği pek çok arkadaş anlatılması gerekenleri anlatıyor ve onların yetişmesi hususunda ellerinden gelen her gayreti gösteriyorlardı.
Bazen de bu grupların başlarındaki arkadaşlarla biz bir araya geliyor ve bazı meseleleri mütalaa ediyorduk. Diyebilirim ki, iman, Kur’an ve Nur kültürü adına akademik seviyede bir çalışma yapılıyordu. Halbuki daha önceleri, ne bu seviyede müzakere yapma ne de iki-üç gruba nezaret edecek arkadaş bulma mümkün değildi.
Buca kampları, ilk olması ve orijinalliği ile vicdanlarda tesir uyarması bakımından elbette diğerleriyle kıyas kabul etmeyecek bir önceliğe sahipti. Ancak, verim alma açısından Edremit kampları diğerlerinden hep birkaç adım önde olmuştur.
Diğer taraftan, Buca kamplarını finanse etmede ben hep yalnız kalmıştım ve yalvar yakar başkalarına iş yaptırtabiliyorduk. Halbuki Edremit kamplarında halk işe sahip çıkmıştı. Bilhassa Arif Çağan Bey ile yeğeni Abdullah Bey masrafların büyük bir kısmını temin ediyorlardı. Ayrıca köylerden de yağ, yumurta, peynir ve yoğurt gibi malzemeler geliyor ve o fakir, fukara talebenin bakımı-görümü sağlanıyordu.
Kamplarda bütünüyle bir ruhanilik hakimdi. Hele Buca kampları, hele Buca kampları!.. O günlerde okunan tesbihatı bantlardan dinlerken dahi hâlâ duygulanır ve ruhumu ayrı bir hava ve iklimin sardığını hissederim.’
Devam Edecek…
[ Tarık Burak yazdı ]

Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-27

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy