Bu bölümde Zümrüt Tepelerin konusu sadece keramet olacaktı; ancak onunla mucize arasında, cereyan ve zuhur keyfiyeti açısından ciddi bir paralellik bulunduğundan, kuşbakışı da olsa evvela ‘mucize’ deyip sonra esas konuya geçmeyi düşündük.
Âciz bırakmak, acze düşürmek mânâlarına gelen ‘i’câz’ sözcüğünden türetilmiş ‘mucize’ nübüvveti tasdik, dini teyid ve mü’min kalblerde itminan hasıl etmeye matuf, peygamberin eliyle Allah’ın yarattığı harikulâde hâl, olağanüstü söz ve tavır demektir; bu hâl ve tavrın nübüvvet davasına iktiran etmesi de onun en önemli şartıdır. Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahîha ve kütüb-ü sâlife, enbiyâ-i izâma ait pek çok mucizeden bahseder ve onlara inanıp inanmamanın akıbeti ile alâkalı bir hayli de örnek sergiler. Ben şimdilik o hususa temas etmemeyi düşünüyorum.
Keramete gelince o, ihsan, lütuf, cömertlik mânâlarına gelen ‘kerem’ kelimesinden türetilmiştir ve Allah’ın halk etmesiyle hak dostlarından sadır olan fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir demektir. Biraz daha açalım: Peygamberlik davasına mukarin fevkalâde hâllere şeriat lisanında ‘mucize’; hak bir dine mensup ve ‘tezkiye-i nefis’, ‘tasfiye-i kalb’e muvaffak olmuş bir veliden sudur eden olağanüstü hâle/hâllere ‘keramet’, iman ve amel-i salihe iktiran etmeyen böyle harika bir hâl, söz ve tavra da ‘istidraç’ denilegelmiştir ki, bu son husus bazen herhangi bir dine mensup olmayan fasık ve facir kimselerin eliyle de ortaya konabilir ve bu onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihandır.
Diğer bir ifade ile keramet, Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından da sevilen veli kullara, mucizenin gölgesinde bahşedilmiş ekstra bir ikram ve peygambere ittibaa Cenab-ı Hakk’ın özel teveccühünden ibaret bir harikadır. Ehlullah, böyle bir harikayı, tıpkı mucizeler gibi mânevî ve kevnî keramet diye iki bölümde ele almışlardır:
1) Mânevî keramet ki, ehlullaha göre kâmil iman, salih amel, sağlam mârifet, yürekten muhabbet ve Hakk’a tam merbûtiyetten ibaret bir hâldir ve keramet dendiğinde hak dostlarının büyük çoğunluğunun üzerinde durduğu da işte bu tür bir ikram-ı ilâhîdir. İlimdeki bereketi, irşattaki müessiriyeti, Hakk’ı sevip sevdirmedeki gayreti, ruh-u revân-ı Muhammedî’nin (aleyhi ekmelü’t-tehâya) dört bir yanda şehbal açması istikametinde ortaya konan azm ü ikdam ve performansı da bu kabil ikramlar içinde zikretmek mümkündür.
2) Kevnî kerametlere gelince onlar; az bir yiyeceği çoğaltma, hiçbir şey yiyip içmeden günlerce aç durabilme, çok kısa bir zamanda oldukça uzun mesafeleri kat etme; havada uçma, batmadan suda yürüme; uzaktan bazı cisimleri hareket ettirme ve benzeri şeylerdir ki, bunların hiçbiri hak dostlarınca birer meziyet kabul edilmemiş; hele asla arkalarına düşülmemiş ve kendi kendine talepsiz gelenlerin de elden geldiğince gizli tutulmasına çalışılmış; hatta Hak kapısının sadık bendeleri çok defa böyle bir harikanın istidrac da olabileceği endişesiyle tevbe, inâbe ve evbe ile Allah’a teveccüh etmiş ve hâlis tevhid adına ‘ahd ü peyman’ yenilemesinde bulunmuşlardır. Dahası, bunlardan bazıları, kevnî kerametleri çocukları eğlendiren oyunlara benzetmiş ve onlara iltifat etmeyi asla düşünmemişlerdir. Ahmed Rufâî Hazretleri bu tür harikaların, kadınların aybaşı hâllerini gizledikleri gibi gizlenmesi lâzım geldiğini söylemiş ve daha çok Sünnet yolunu nazara vermiş; benzer bazı büyükler ise, daha da ileri giderek, havada uçmayı, batmadan suda yürümeyi birer hayvanî tavır olarak görmüş ve asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına müteveccih bulunmada olduğunu ifade ederek bunun dışındaki bütün fevkalâdeliklerden irâdî olarak uzak durmaya çalışmışlardır; çalışmış ve ‘Allah’ım, sırrımı Zâtına aşina kıl ve beni sırlarının aşinası kılarak imtihan etme’ demiş, adeta, iman, mârifet ve muhabbetin dışındaki bilumum harikulâde hâllere ve hatta zevk-i ruhânî gibi mazhariyetlere karşı kapalı kalmayı tercih etmişlerdir.
Gerçi kerameti de, bir teveccüh ve bir ikram-ı ilâhî olarak görüp hamd ü senâ vesilesi yapmak mümkündür; ama, müzekkâ olmayan nefisler için böyle bir şeyin fahre, gurura bâdî olması da her zaman ihtimal dahilindedir. Bu itibarla da, şayet Allah’a yakın durmanın bir semeresi sayılan böyle bir ikram ve ihsan bazı ahvalde Hak’tan uzak düşmeye sebebiyet veriyorsa, O’nun yakınlığı hatırına mânevî hazlar dahil, O’ndan gayrı her şeyden kalben uzak bulunmaya çalışmak, daha az hatarlı olsa gerek.
Mucize ise öyle değildir, her şeyden evvel o, peygamberlik davasında nebînin doğruluğunu tasdik, hasımları ilzam ve dostları da teyide matuf olduğundan risaletin ruhuyla alâkalıdır ve sahib-i risaletin onu iş’âr ve izhar etmesi lâzımdır. Zira nübüvvet davası dinin temel esası, diyanetin de en önemli dayanağıdır. Mucize ise, işte bu esası iş’âr ve bu dayanağı tenbih etmek için ortaya konmuştur ve dolayısıyla da ilzam edici bir mahiyeti hâizdir. Ayrıca mucizenin; mü’minleri teyid ve takviye etmesi, böyle bir harikanın müşâhedesi İslâm’ı seçecek fıtratlar için bir delil, bir işaret olması, münkirlerin de bahanelerini ellerinden alması ve onların seslerini kesmesi gibi daha başka faydaları vardır; bu itibarla da kerametin aksine onun izharı zaruridir.
Bugüne kadar, mucizenin mânâ, muhteva ve türleriyle alâkalı bir hayli ‘Delâil’ yazılagelmiştir -On Dokuzuncu Mektup’u da bu tür Delâil’den saymak mümkündür- ve bunların hemen çoğu da mevsuktur. (Efendimiz’le alâkalı mucizeleri merak edenler onlara müracaat edebilir.) Biz şimdilik burada Mevlânâ Şiblî’nin Asr-ı Saadet serisinden -tercümesi Ömer Rıza Bey’e ait- Efendimiz’in ruhânî hayatıyla alâkalı bir bölümü özetleyerek arz etmenin yeterli olacağını düşünüyoruz. Şiblî şöyle diyor:
‘Maddî âlemin muttarid hâdiselerinden sayılan gündüzleri gecelerin, baharları da kışların takip etmesi, baharda yazda çiçeklerin açılması, ağaçların meyve vermesi; semada yıldızların ahenkli ve bir hesaba bağlı hareket etmesi gibi kanunlar ve disiplinler olduğu misillü, ruhaniyat âlemlerinin de kendilerine göre bir kısım kanunları ve kuralları vardır; evet, güneş, ay, yıldızlar ve yerküre üzerindeki hâdiseler, onlarla alâkalı vaz’edilmiş kanunlar çerçevesinde hep bir ıttırad arz ettikleri gibi hidayet-dalâlet, rahmet-azap, risalet ve ona müteallik hususlar da ilâhî bir kısım kurallara mukarin olarak cereyan ederler: Peygamberler Allah tarafından seçilir ve O’nun tayin buyurduğu zamanlarda gönderilirler. İnsanlar onları ya kabul eder veya tekzibde bulunurlar. İnananlar kurtulur, inanmayanlar da haybet ve hüsrana uğrarlar. Böyle bir mücahede esnasında Allah, bizim idrak ve anlayışımızın çok çok üstünde, seçip gönderdiği o üstün insanların elleriyle bir kısım harikalar yaratır/yaratmıştı…
Ne var ki biz, baharda çiçeklerin nasıl var olduklarını, nasıl açtıklarını; ağaçların nasıl bizim ihtiyacımız olan meyveleri verdiklerini; yıldızların neden belli yörüngelerde hareket ettiklerini; ağaçların niye tohuma dayandığını, tohumların nasıl meydana geldiğini ve aldığımız gıdalarla bünyelerimiz arasındaki sırlı alış verişi tam bilemediğimiz gibi, peygamberlerin de neden peygamber olarak seçildiklerini, neden değişik zaman dilimlerinde gönderildiklerini, işin ‘hakikat-i nefsü’l-emriye’sine uygun olarak anlayamayız; biz ancak, belli zamanlarda, belli kavimlere peygamberlik vazifesiyle belli kimselerin seçilip gönderildiğini ve onların bir kısım inkılaplar gerçekleştirdiklerini.. ve ısrarla iman, islâm gibi esaslar üzerinde durduklarını bilebiliriz.
Haddizatında peygamberlerin peygamber olarak zuhurları dahi birer mucizedir; evet, onların her hâlleri ve tavırları nübüvvetlerine sessiz birer şahit gibidir. Gözleri açık olanlar çok defa başka herhangi bir hususiyete ihtiyaç hissetmeden onları hemen anlayabilmiş; sağır olmayanlar mesajlarından onları tanıyabilmiş ve akıllarını kullananlar da mutlaka onları tasdik edegelmişlerdir. Hemen her devirde bu ölçüde duyan, gören ve idrak edenlerin yanında, bir hayli de düşük seviyeli kimseler olmuştur. İşte Allah, idrak ufukları böyle olanları da mahrum etmemek için peygamberlerin elleriyle onları irşad ve münkirleri de ilzam ve ifham edici bir kısım harikalar yaratıp ortaya koymuştur. Zaten mucizeler de daha çok bu gibi hususlara ve bu tür insanlara karşı izhar ediliyordu. Yoksa, sîret, ahlâk ve karakterleri itibarıyla peygamberleri tanıma bahtiyarlığına ermiş olanlar arasından hiç de mucize talebinde bulunan çıkmamıştı. Hazreti Musa karşısında Harun ve Yuşa gibi müstesna fıtratlar; Hz. İsa çevresindeki bir kısım havârîler ve Efendimiz’in ashabından ‘sabikûn-u evvelûn’ hiçbir zaman mucize isteğinde bulunmamış; onları sadece sıdkları, güvenilirlikleri, tebliğ hassasiyetleri, mâsumiyetleri, yanıltmayan fetânetleri, halkla muamelelerindeki istikametleri, başkaları için yaşama cehdleriyle tanımış ve tasdik etmişlerdi. Evet, bunların mucize istekleri olmamıştı; istemedikleri hâlde zuhur eden harikulâde hâlleri de Cenab-ı Hakk’ın bir teveccühü sayarak daha bir şahlanmış ve artan bir güvenle yürümüşlerdi yollarına.
Nemrudlar, Firavunlar, Ebû Cehiller ise sürekli mucize isteyip durmuş; ama, nârın ‘berd ü selâm’a dönüşmesi, üzerlerine tufanların gelmesi; her tarafı çekirge, kurbağa, haşerenin sarması; suların kan gölüne dönmesi ve ayın parçalanması… gibi mucizeleri gördüklerinde de ‘sihir’ deyip yine temerrütlerine devam etmişlerdi. Şüphesiz bu mucizeler sayesinde, Hazreti Musa karşısındaki sihirbazlardan, Hazreti Mesîh’e yakın duran havârîlerden ve Peygamberimiz’i görme şerefine eren bahtiyarlardan bir hayli iman eden de olmuştu; ama, inkârcılar da inkârlarında kararlıydılar. Ne var ki, bu türlü olağanüstü ilâhî icraat sayesinde imanı daha bir güçlenen, yakîn seviyesi yükselen ve itminanları artan insan sayısı az değildi.’
Şiblî mucizelere, onlarca sayfa ayırarak çok ciddi tahşidatta bulunduktan sonra, konuyla alâkalı değişik çevrelerden gelen itirazlara da cevaplar verir ve düşüncelerini -üslup bize ait- şöyle hulâsa eder:
1) Mucize, peygamberlik sıfatlarını hâiz, nübüvvet seciyesiyle serfiraz mümtaz bir insan vasıtasıyla yaratılan ve meydana geldiği şartlar itibarıyla esbâb ve ileli idrak edilemeyen harikulâde bir hâdisedir.
2) Bu gibi vak’alar olağanüstü olsalar da imkansız değillerdir; meydana geliş keyfiyetiyle ender görülseler de Kudret-i Nâmütenâhî tarafından yer yer izhar buyurulmuş ahvaldendirler.
3) Gerçi bu tür hâdiseler, bildiğimiz tekvînî emirler gibi bir ıttırad arz etmezler; ama, o ıttırad biraz da bizim bakış ve değerlendirmelerimizle alâkalıdır. Aslında, kâinatta halk, ibdâ’, inşâ, ihyâ, imâte adına vuku bulan her şey birer mucizedir; ancak, enbiyânın eliyle ortaya konan harikaların cereyan çizgisi farklıdır.
4) Ayrıca iman, her zaman haricî bir tesirât ile vücuda gelmez; görme başka, ihata etme başka; bunları insafla değerlendirmek ise tamamen başkadır. İnanmaya gelince o, önyargısız bakıp değerlendirebilen insanların vicdanlarında ilâhî meşîetle parıldama hususiyetini hâiz bir ruh ve bir mânâdır. Sırf zâhirî sebeplerle onu iş’âle de kimsenin gücü yetmez.
5) Kalbde böyle bir ruh ve mânânın meydana gelmesi, biraz da gaybe imana açık olmaya bağlıdır. Mütekebbir mütemerritler, zalim münkirler, çarpık yorumcular ve batıl taklitler ağında emekleyip duranlar ekstra bir inâyet olmazsa asla inanamazlar.
6) Bir vicdan gaybe açık duruyor ve inanmaya da hazırsa, artık o, mucizeye de inanır, onunla verilmek istenen mesaja da.
Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen
[1] Asr-ı Saadet, 3, Peygamberimizin Ruhânî Hayatı