Acz Makamında O’na Dua

Yazar Mehmet Yıldız

“Rabbim sana hangi konuda dua etmişsem hiç mahrum ve bedbaht olmadım.” (Meryem 4)

Samimiyetle açılan elleri geri çevirir mi O hiç?
Dertlilerin derdine derman olmaz mı O hiç?
Ne zaman yana yakıla dursan sen divana
Kulum deyip inayet elin uzatmaz mı O hiç?

İnsanız, yer yer sebeplerin tükendiği anlar yaşarız. Ümitlerin tükenmeye yüz tuttuğu anlara adım atarız. Ruhumuz zakkum rüzgarlarına maruz kalır da acil çareler ararız. Ne ki inanmışız, dert çekmeyiz. Aczimiz kanat, fakrımız kuvvet olur; iman yol, ibadet burak, ihlâs ve samimiyet nefes olur. O’na yakınlık kuşatır benliğimizi, O’na teslimiyet alır götürür yeni ufuklara gönlümüzü.

Hz. Yunus (a.s) güzel bir gemiye binmişti, ama gece dalgalar herkesi rahatsız etmişti. O gece sebepler nasıl da hepten sukut etmişti. Evet sebepler sukut etmişti ama Yunus (a.s.) sükût etmemişti. Kat karanlıklar içinde, denizin ortasında, balığın karnında acz, fakr ve kulluk makamında Rabbine dua ediyordu:

“Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn” (Enbiya 87)

“Sen’den başka ilâh yoktur. Sen, her türlü kusurdan, eksiklikten, eşi–ortağı bulunmaktan mutlak münezzehsin. Ben, gerçekten kendine yazık edenlerden oldum!”

Dua; sebepleri, denizi, dalgaları, havayı, karanlığı ve balığı idare eden Zat’a idi. O’nda acizlik söz konusu olamazdı. O, “Ol” deyince sebepsiz her şey oluverirdi. Normal şartlarda Yunus (a.s.)’ın kurtuluşu için hiçbir sebep yoktu. Yani artık onun bedeni balığın karnında enzimlerle eriyip gidecekti. Allah öyle Malik’ül Mülk’tür ki mülkünde olan en küçük canlının dahi sesini işitir ve ona cevap verir. İşte O Allah Yunus (a.s.)’ın da sesini işitti ve geceye, karanlığa, denize ve her şeye sözü geçen Zat-ı Zü’l Celal balığa emretti. Zaten gemidekiler Yunus (a.s.)’ı bırakıp gitmişlerdi. Sesi denizi aşsa bile etrafta onu duyacak kimse yoktu. Yunus (a.s.) böyle bir durumda kime sesleneceğini, kime dua edeceğini çok iyi biliyordu ve öyle yaptı. Balık, Âlemlerin Rabbinin emrini alır almaz, sahile doğru yüzmeye başladı.

Bizler de iman eden insanlar olarak içinde bulunduğumuz karanlıklardan ancak, O’na samimiyetle ellerimizi açmakla, gönülden O’nu tespih etmekle, kurtuluşumuzun çaresini O’nda görmekle yolumuza devam edersek; O iç içe girmiş karanlıkları aydınlatacak, yolumuzun önünde bulunan engelleri kaldıracak, uzun süren kışın arkasından baharı getirecek, söken şafakla birlikte gözlerimizi aydınlatacak. Başka çare arayanlar bunlara nail olamayacak.

Hani Hz. Zekeriya (a.s) da: “Rabbim, kemiklerim zayıflayıp inceldi; başım, ihtiyarlıktan beyaz alevler gibi tutuştu ve ben Rabbim, Sana hangi konuda dua etmişsem hiç mahrum ve bedbaht olmadım” (Meryem 4) demişti ya. O ne içten ne samimi bir duadır Allahım. O ne kulluk, acziyet ve ihtiyaç kokan bir istektir Allahım.

Kim bilir içi yana yana bu duayı ne kadar yaptı ve ardından şöyle devam etti:

“Doğrusu arkamdan bana mirasçı olacak yakınlarımdan ötürü endişeliyim. Ne olur bana lütf-u Kerem’inden bir yakın (bir oğul) nasip et.”

“…Rabbim, bana nezdinden tertemiz bir zürriyet ihsan eyle! Şüphesiz Sen duayı hakkıyla işitensin…” (Âl-i İmran, 3/38).

Dikkat edilecek olursa, Hz. Zekeriyya, (a.s) sadece “zürriyet” değil, “tertemiz zürriyet” diyerek kayıtladı duasını. Bu, “Allah Teâlâ’yı hoşnut, Nebiyi memnun ve anne-babayı mesut edecek, millet için de mühim bir rükün olacak ‘tertemiz bir zürriyet’ ihsan eyle” demekti.

Onun için de sebepler tükenmişti. Kendisi yaşlanmış, kemikleri zayıflamış, başında alevler vardı saçları beyazlamıştı. Hanımı doğum yapacak durumda değildi. Ancak Allah dileyince olmaz diye bir şey düşünülemezdi. Sonra beklenmedik bir anda tertemiz bir oğul müjdesi geliverdi o şanı yüce nebiye.

“Ey Zekeriya, Sana ismi Yahya olacak bir oğul müjdeliyoruz. Bu ismi daha önce kimseye vermedik (ve O’na bahşedeceğimiz üstün niteliklerle daha önce kimseyi övmedik).”

Zekeriya (a.s.) (hayret içinde) “Rabbim, karım kısır, ben ise iyice ihtiyarlamışken benim nasıl, hangi yolla çocuğum olacak? diye sordu.

Cevap çok muhteşem!

(Allah, melek vasıtasıyla) “Olacak, (Allah ne dilerse yapar)!” buyurdu. (Melek, devamla) dedi: “Rabbin diyor ki, ‘Bu, Benim için pek kolaydır. Nitekim seni de yoktan var etmiştim.”

Hani bir gün Hz. İbrahim (a.s.) da oğlu Hz. İsmail’le Kâbe-i Muazzama’yı inşa ederken Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarıyorlardı:

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster ve tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri kabul eden, O çok merhametli olan ancak Sensin” (Bakara, 2/128).

Onların zürriyetinden yüzlerce nebinin yanında, insanlığın yüzünün akı Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in neş’et etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bu önemli duayı kabulünün ifadesidir. Ayrıca, ümmetin bütün salihleri de hep şöyle yalvarmış ve Allah’tan salih nesiller istemişlerdir.

“(Ve o kullar): ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!’ derler (Furkan, 25/74).

Sebepler tükense de müsebbibü’l-esbap Sensin Allah’ım! Senin adını anacak, anlatacak, anarken anlatırken yanacak, sönmüş mumları tutuşturmak için gayret sarf edip, gönülleri aydınlatacak, karanlık bir yer, bir gönül bir mekân kalmayıncaya kadar koşturacak nesilleri nasip et Allah’ım!

Hz. Bilal’in, Allah’ın birliğini haykırışının, Ehâd Ehad seslerinin yankılarını ruhunuzda duyar gibisiniz değil mi?

Hz. Mus’ab’ın Medine’de ev ev dolaşırken Rabbimizi ve Efendimiz’i anlatırken duyduğu heyecanını, hisseder gibisiniz değil mi? Hz. Abdullah b. Huzafe‘nin: “Aziz peder! Benim için ayırdığın bu iki dakika içerisinde Rabbimi, Efendimiz’i (s.a.s.) sana anlatabilirsem ölsem de gam yemem deyişindeki niyeti, samimiyeti yaşıyor gibisiniz değil mi?

Aynı dili değil, aynı ruhu taşıyanlar birbirini ancak anlayabilir hissedebilirler.

Aynı ruhu taşıyanlar, aynı haykırışları yaparlar.

Mesela şark yaylalarından çıkmış önceki asrın dertlilerinden Hz. Üstat:

“Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti” şeklinde içinde içindeki samimi duygularını, inancını ifade etmişti.

Onun şu ifadeleri de öyle hemen söylenmiş edebi bir metin gibi durmuyor değil mi?

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de.”

“Gözümde ne Cennet sevdası var ne Cehennem korkusu. Cemiyetin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.”
Ve şu merhamet dolu ama o kadar da yakıcı sözler:

Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim. (Tahliller Eşref Edip)

Bu nasıl bir adanmışlıktır!
Bu nasıl kendini aşmışlıktır!
Bu nasıl bir imandır Allah’ım!

Şimdilerde:
Elli-altmış yıldır kâh cami kürsülerinden, kâh konferans salonlarından, kâh farklı farklı mahfillerden gençliğin derdi ile iki büklüm olan asrın bir başka dertlisinin, içi yanık hatibinin işareti ile, dünyanın dört bir tarafına sadece ve sadece Allah rızası için, insanlığın evrensel değerlerinin yaşanabilmesi için fedakarlık yapıp giden kutsiler topluluğunun ruhlarında peygamberlerin, büyük zâtların ruhlarındaki imandan, ihlastan, samimiyetten, fedakarlıktan ve aksiyondan maya olduğunu göstermiyor mu?

İşte iman edenler olarak yeryüzünde ne kadar az bir yer işgal ettiğimizin de farkında olarak, talihsiz gibi göründük ama O bizi talihliler tahtına oturttu. Bütün acz, fakr, kulluk sıfatlarımızı donanmış halde O’na yönelip dualar ediyoruz. O’na içimizi açıyor, sadece O’ndan yardım istiyoruz.

Allah’ım yaşadığımız şu ahir zamanda Sen bizlere tertemiz, Sana adanmış nesiller lütfet ki Senin Yüce İsmini ve resulünün gül kokulu namını dünyanın dört bir tarafına aşkla şevkle götürüp ahir zaman diliminde yeryüzünde yeniden bir bahar olmasını yeniden bir bayram yaşanmasını onların eliyle nasip eyle. Amin.

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy