Yazıya başlık yaptığım bu cümleyi, M. Ali Şengül Hocamın “Hatıralar Işığında Hayatım” isimli hatırat kitabından aldım. Süreyya Yayınları tarafından basılan kitap, toplam yedi bölümden oluşuyor.
İlk bölüm doğduğu vilayet olan Burdur ve hafızlık yaptığı Denizli ile başlıyor. İkinci bölüm İzmir yıllarını içeriyor. Üçüncü bölüm onu Samsunlu Hoca yapan Samsun yıllarından bahsediyor. Dördüncü bölüm Ankara’da geçirdiği yılları kapsıyor. Beşinci bölümde Azerbaycan’la başlayan hicret günlerini anlatmış. Altıncı bölümde Brezilya-Asya-Avustralya gibi ülkelerde yaşadığı enfes hatıralardan bahsetmiş. Yedinci bölüm ise yeniden asli vatana dönüş ve İstanbul günlerinden söz ediyor.
1945’te başlayıp 2022’e dek Allah yolunda geçen yetmiş yedi yıllık bereketli bir ömrün hikayesi anlatılmış kitapta. Elinize geçer geçmez bir solukta okuyacağınız; bazen hüzünlenerek, bazen tebessüm ederek, bazen içinizin cız ettiği ve bazen de bütün ömrünü insanlığa adamış bir insana bu kadar da zulüm yapılır mı Allah’ım diyeceğiniz bir eser olmuş. Eli kalem tutan edebiyatçıların ileride, belki de Victor Hugo’nun “Sefiller” romanından daha muhteşem bir roman yazabileceği malzeme var kitapta.
Diğer yandan şu an dünyanın değişik yerlerinde kitap okuma programları yapılıyor bildiğim kadarıyla. Ben de M. Ali Hocamın, “Hatıralar Işığında Hayatım” isimli hatırat kitabını aldım, davet edildiğim bir kamp programında okudum ve bu yazıyı da oradan yazıyorum. Bu yüzden diyorum ki bu kitap mutlaka temin edilip sıcağı sıcağına okunmalı ve okutulmalı. Kitapta ilk defa okuyacağınız ve daha önce hiç duymadığınız o kadar çok hatırat var ki, ben bu yazıda hangisinden bahsedeceğimi şaşırdım işin doğrusu. İçlerinden hangisini seçsem derken kendi nefsim için de bir ders mahiyetinde olan şu hatırayı uygun buldum.
Bu hadise 1970’li yılların başında yaşanmış olmasına rağmen bu günümüze de bakan bir vakıa. Kitabın 141 ve 142’ci sayfalarında anlatılan bu olayı M. Ali hocamız şöyle anlatıyor:
“Yıllarca kader birliği yaptığımız, Hizmet’te beraber koştuğumuz bir arkadaşımızdan tahammülü zor, hakaret dolu bir mektup almıştım. İlk defa böyle bir şey başıma geldiğinden bu durum beni hayli rahatsız etmişti. Yanlış bir iş yapmayayım mülahazasıyla istişare için Hocaefendi’nin yanına gittim. Kendileri Hatay caddesindeki evinde, bel rahatsızlığından dolayı hasta yatıyordu. Hatta öyle ki bacağının kesilme tehlikesinin konuşulduğu günlerdi.
-Yanında kimse yoktu, benim hâlimden, yüz hatlarımdan sıkıntılı olduğumu anlamıştı.
-Ne var, dedi.
Kendisinin böylesine rahatsız olduğu bir anda onu tekrar üzmemem gerekirdi, ama mecbur idim. Onun da iyi tanıdığı bir kişiden bana gelen, söz konusu mektubu uzattım. Yattığı yerden mektubu okudu ve tebessüm etmeye başladı. Beni bu kadar etkilemiş ve üzmüşken zatıalileri tebessüm ediyordu, ben de hayret etmiştim. Odasında iki kapaklı bir dolap vardı, bana,
-Orayı açar mısın, dedi. Ben dolabı açtığımda, iki sıra, en az otuz kırk kadar mektup vardı.
-Aralarından bir tanesini alıp okur musun, dedi. Ben de bir tanesini alıp okudum. İşin doğrusu dehşete kapıldım. Çükü onlarda bana gelen mektuptan çok daha ağır ifadeler, hakaretler olduğunu gördüm.
Sonra bana,
-Seninkiyle beraber bütün mektupları kömür sobasının içine koyup yakar mısın, dedi.
Ardından da tarihe geçecek şu sözleri ifade buyurdu,
–Bizim bunlarla uğraşacak vaktimiz yok. Git! Moralini bozmadan kendi hizmetine bak.”
Evet, bugün de moralimizi bozup; gittiğimiz yoldan bizleri alıkoymak isteyen bir sürü Gulyabani var. Şimdi bizim de yapmamız gereken, aynen Hocamızın dediği gibi; bizim onlarla uğraşacak vaktimiz yok. Moralimizi bozmadan önümüzdeki elmas değerindeki hizmetlerimize odaklanmalıyız vesselam..
YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN