DERLEYEN: ERDEMLİLER YOLU AKADEMİ
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ
Öyleyse siz Ben’i zikredin ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin. (Bakara, 152) “ Siz ululuğumla, tahmid, tekbirlerle yâd edin Beni, Ben de problemlerle yüzyüze geldiğinizde yâd edeyim sizi, siz acz u fakrınızla Bana yönelin, ben de gücümle kuvvetimle sizi destekleyeyim.”
قالَ رسولَ اللَّه: مَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ في بيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللَّهِ تعالى يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ إّلا نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ
السَّكِينَةُ، وَغَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ، وَحَفّتْهُمُ الْمَلاَئِكَةُ، وَذَكَرَهُمُ اللَّهُ فِيمَنْ عِنْدَهُ
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir grup, Kitâbullah’ı okuyup ondan ders almak üzere Allah’ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekine iner ve onları Allah’ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar.” (Ebû Dâvud, Salât 349, 1455. H.; Tirmizî, Kırâ’at 3, 2946 H.; Müslim, Zikir 38, 2699 H; İbnu Mâce, Mukaddime 17, 225. H.)
Muhterem Müslümanlar! Hutbemiz, Kitap Okuma Kampları hakkında olacaktır.
Kamplarda geçen ayları, haftaları, günleri değil, bir tek günü, bir tek saati dahi anlatmaya kalkışsak anlatamayız. Nasıl anlatabiliriz ki, O, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevî hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan, hayatın tam cennetçesiydi. Bahar bulutları gibi üzerimizden gelip geçen her dakika, başımıza geçmişten hatıralar yağdırır, bizler de, bu mavi hülyalar içinde kendimizi, geleceğin aydınlık yamaçlarına atar, zaman zaman hâlihazırdaki güzellikleri hisseder, hatta bazen birkaç dakika gibi en dar zaman dilimi içinde, duygu ve düşüncelerimizi sonsuzluğun sardığını duyabilirdik.
Her gece seherin bağrında ve üns esintileri içinde, su sesi, yaprak hışırtısı, kuş cıvıltısı, bazen de tatlı bir meltemle uyanır; âh u enîn dinlemeye teşne seccadelere koşardık.
Her sabah güneş, ağaçların dalları arasından sızarak, altın ve yakuttan çubuklarıyla yaprakların cümbüşünü başlarımızın üstüne salar.. gözlerimizin içine sokar; derken, en tatlı esintilerle, güneşli, neşeli, pırıl pırıl bir yeni gün, çadır ve çardaklarımızın içine dolar; dolar da bizleri en baş döndürücü rüyalar âleminde yaşatırdı.
Kuşluktan sonra o olgun ve herkesi kendi ruhuna çeken sımsıcak, oldukça ağır saatler bastırır ve hepimizi çamların, çınarların bağrına iterdi.
İkindi sonrası o mavimtrak saatlerde, güneşin altın ışıkları yavaş yavaş erimeye yüz tutar.. Bizler de daha içli, daha derin akşamların mor saatlerini hissetmeye başlardık. Güneş, elindeki sarı mendilini çamların, çınarların üstünde bize sallarken, gurubu bütün tahassürüyle duyar, ürperir ve yavaş yavaş solan her şeyin çehresinde fenâ ve zevâlin o titreten damgasını görür; tam “Ben batıp gidenleri sevmem.” (En’âm,76) mülâhazasıyla sarsılıp yıkılacağımız an “Ben, boyun eğip, gözümü-gönlümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim.” (En’âm,79) nefesleriyle yeniden toparlanır ve gecenin, insanları derin mülâhazalara salan iklimlerinde dolaşmaya hazırlanırdık.
Akşamla beraber, her zaman tatlı tatlı esen rüzgârlar biraz sertleşir.. bazen de poyraz gibi iliklerimize işlerdi. Ve bu esnada, ağaçlara taht kurmuş gündüzlerin bütün gazelhanları susar, onların yerine gece bülbüllerinin sesleri duyulmaya başlardı. İleri saatlere doğru daha da koyulaşıp tatlılaşan renkler, daha tesirli, daha büyüleyici bir hâl alırdı ki, çok defa kendi kendimize “Yolu bu kadar zevkli olunca, acaba Cennet nasıldır?” der, hayretten düşüncelere dalardık. Bu alaca karanlık içinde, her şey ve hepimiz olduğumuzdan daha farklı görünür ve hakikatin hayale karıştığı bu büyüleyici atmosferde, zaten her biri birer veli namzedi olan kamp sakinleri, daha çok ruhanîleri andırmaya başlardı.
Yatma zamanı gelince, bir iki küçük kandilin dışında bütün ışıklar söner.. fâniliğini hatırlayan ve bu yolda düşünmeye yelken açan ruhlar, âdeta bir inziva demi içine girer; ayrı ayrı dillerle, semaların kapılarını zorlar ve saadet asrı insanının iniltilerine benzeyen çığlıklarla gönüllere bir başka ürpertiler salarlardı…
Hele, günün belli vakitlerinde müşterek namaz, müşterek tesbih ve müşterek duaların aramıza bir inişi vardı ki, onlarla beraber, onları indiren meleğin yumuşacık, incelerden ince ve pırıl pırıl ellerini âdeta başımızın üzerinde hissederdik… Namaz ve dualar, o inanılmaz tılsımları ve ifade edilememiş mânâlarıyla, ruhlarımızın en derin yerlerine kadar girer ve göz bebeklerimize semavî seyahatin haritalarını sererlerdi.
Kamp bence, arkadaşlarımın sevimli mevcudiyetinin, onlara şefkat ve muhabbetin tatlı tatlı esip durduğu bir mübarek bucaktı. Hepimiz orada, bir ruh kovanındaki arılar gibi, bir elimiz çiçeklerde, bir elimiz de peteklerde, çiçek özü ve bal arası gelip giderdik. Bu duygu ve düşünce, ruhumuzla öyle kaynaşıp bütünleşmişti ki; aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, ben hâlâ, o günleri bütün kalbimde, bütün canımda, bütün benliğimde dipdiri hissetmekteyim.
Kamplarda geçirdiğimiz o alabildiğine duygulu ve alabildiğine aydınlık dakikalar; bilhassa, ibadet, sohbet ve ders müzakereleri esnasında öylesine renklenir, öylesine derinleşirdi ki, hepimiz âdeta uhrevîlerle kucaklaşır gibi olurduk ve kendi kendimize: “İşte hayat böyle olur” derdik.
Ben, böyle nurlu ve bereketli bir geçmişin ziyan olacağına inanmak istemiyorum. Zira, o günler, dar bir zaman dilimi içinde geçip gitse de, bizim için bütün bir geçmişi gözetleme kuşağı ve bütün bir geleceğin de rüyalarının görüldüğü berzahî haritalar olmuştu.
Şimdi, ruhumdaki her hatırayı karıştırdıkça görüyorum ki, o yumuşak, şefkatli, sihirli, şiirli günler, hâlâ içimde dipdiri ve mevsim tanımadan tomurcuk tomurcuk açılan güller gibi, hiç durmadan solar solmaz hemen yeniden açılıyor, ruhumda en romantik duyguları tutuşturuyor ve zaman zaman hatıraları öyle canlandırıyor ki, kendimi hâlâ o üfül üfül ağaçların altında hissediyor; ağustos böceklerinin sesleriyle, nur soluklu, ışık soluklu talebelerin tesbih, temcid ve ilâhî sadâlarının birbirine karıştığını ve farklı bir koro teşkil ettiğini içimin derinliklerinde duyuyor ve burkuntu karışımı bir hazla tâlihime tebessüm ediyorum.
Eğer ötelere seyahatimizde, herkese birer hatıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların, o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyalı, mavi hatıralarını alır götürürdüm.
KAMP GÜNLERİ
O hülyâlı günleri bizlerle yaşayanlar, Cennet kokularının esip geldiği yerde.
Duydular Sonsuz’un bestelerini duyanlar, Çelikten sadâlarla o sırlı tepelerde…
İnler hâlâ o yerler bir ulu velveleyle, Tıpkı hasretmiş gibi o günkü gül yüzlere..
Şu ağaçlar, şu taşlar geliverseler dile, Ne büyülü şeyler anlatacaklar bizlere..!
Kuş cıvıltısı, yaprak sesi, insan âvâzı, Geceleri yıldızlarla söyleşen sîneler..
Her yanda ayrı bir kalbi kırığın niyâzı; O yeşil vâdi hâlâ bu nağmelerle inler…
Duâyla doğrulurdu başlar sabahlara dek, Uyumamış gözlerde billûr billûr mânâlar..
Buradaki yakarış semâlardakine denk; Yıllar geçse de gönlüm hep o günleri arar…
Akan çaya bakmış olsan ürperir ve dersin;O şen bakışlar hâlâ gülümsüyor dibinde..Hiç vakit fevt etmeden koşup sen de gidersin; Gidersin, hemen olmasa da günün birinde…
Kaynak: Zamanın Altın Dilimi. Özetle “Kamplarda Zaman” yazısı.
Cuma Hutbesi | Kitap Okuma Kampları WORD
Cuma Hutbesi | Kitap Okuma Kampları PDF