Bir Önden Giden Atlı | Harun Tokak

Yazar Editör

Çamlıca…

Boğaza nazır pencereden ufka bakıyorum… Güneş kızıl atıyla dörtnala guruba koşuyor.

Akşamdır, Boğaz’dır, vakt-i hazandır, sultan ay Ramazan’dır…

Bu sene güzün hüznüne bulanmıştır Ramazan’ın temiz nasiyesi. Guruba meylederken güneş, kızıl kanlarını dökerken Dersaadet’in platin renkli denizine, mutfakları şenlenen evleri seyrediyorum. Birazdan akşam ezanları okunacak ve evlerde ışıklarla birlikte sofralar etrafında buluşmuş oruçlu ruhların iç kandilleri de yanacak. Ardından teravihlerle yıkanacak milyonlarca gönül ve şehir, sahura kadar sabırla bekleyecek evlatlarının uyanmasını.

Nedendir bilinmez, hatırıma, bu gök kapılarının açılıp üzerimize mücevher tozlarının döküldüğü dakikalarda büyük ruhlu derviş Yunus’un dediği gibi, genç yaşında ömrünün hasadı gök ekini gibi biçilen bir yiğidin hayali düşüveriyor. Onu kardeşlerinin iftar sofralarının yanı başında iki gözü iki çeşme ağlarken hayal ediyorum. Besbelli ki ağlaması gittiği için değil; kalanların, bu fena sofrasına bunca itibar göstererek, o az önce tattığı mücevher tozu katılmış sofraya daha bir iştahla oturmadıkları içindir.

***

O, ilklerden, önden giden atlılardandı.

Asya’nın uçsuz bucaksız çöllerini geçti, karlı dağlarını aştı, mavi göklerin ülkesine, Orhun Abidelerine ulaştı. Çin Seddi’ne kadar yaklaştı.

O günlerde Türk varlığı adına bir şeye rastlamak müşkül meseleydi oralarda. Düşünün, büyükelçiliğimiz bile çok sonra açılmıştı. Pek çok namsız-nişansız yiğitler gibi gittikleri ülkelerde ilk ve tekti onlar.

Her biri atlarını farklı ülkelere sürmüş ve gittikleri ülkenin ümit kandilleri olmuşlardı. Kimilerini ünlü Gezgin ve Fotoğraf Sanatçısı Arif Aşçı, tarihi İpek Yolu üstünde, Tanrı Dağları’nın eteklerinde Türk varlığı adına tek ışık olarak görüyordu. Kimilerine değerli dostum Şerif Ali Tekalan Bey’le Hazar’ın doğusundaki Türkmen diyarında, öğrencilerine “Köyümün Yağmurları”nı söyletirken, kimilerine de Göktürklerin, Uygurların bir dönem delicesine at koşturdukları Orhun Abideleri civarında rastlıyorduk.

Âdem Tatlı işte o öncü yiğitlerdendi.

Hepi-topu üç beş arkadaştılar. Çok heyecanlıydılar. Önce bir okulla işe başlayacaklardı. Fakat bir türlü mana veremedikleri engeller yollarını kesiyordu.

Necaşi’nin ülkesine gidenleri rahat bırakmadıkları gibi, onları da rahat bırakmadılar. Ama yılmadılar ve sonunda başardılar.

Resmi makamlardan izin çıktığı gün sevinçten uçacak gibiydiler. Harç kardılar, tuğla ördüler, badana yaptılar… Boğaziçi,Hacettepe mezunu öğretmenler birer amele gibi çalıştılar.

***

Adanmış ruhlar, asırlar önce bir dünya imparatorluğu kuran Cengiz Han’ın memleketinde bu defa sevgiden bir imparatorluk kurdular. Atalarımızın susuz kaldıkları için Küçük Asya’ya doğru göç etmek  zorunda kaldıkları, uçsuz bucaksız Büyük Asya topraklarına geri döndüler. Çünkü oralar, onlar gibiler için bir hayal ülke, bir ütopya ve bir idealdi.

Ergenekon Destanı’nın geçtiği topraklarda şimdilerde yeni bir destan yazılıyordu. Ergenekon yuvadan çıkışın, ayrılığın, hasretin destanıydı. Âdem Öğretmenler ise yuvaya dönüşün, vuslatın, kavuşmanın destanıdır.

İstiklal Marşı’mızın okunduğu, bayrağımızın dalgalandığı okulun açıldığı ilk gün Âdem Öğretmenin gül yüzünde güller açmıştı.

Prof. Dr. Mehmet Sağlam Hoca, bir Moğolistan ziyaretinde öğrencilerinin başında buldu onları. Usulca yaklaştı birisinin yanına ve sordu:

“Kaç yıl oldu buraya geleli?”

“11 yıl.”

“Hayli zaman olmuş, ne zaman dönmeyi düşünüyorsun Türkiye’ye?” Cevap kanını dondurdu adeta Hoca’nın:

“Hocam biz dönmeye değil, ölmeye geldik.”

“Bittiğim andı, tüylerim diken diken oldu, utandım” derken baktım hoca ağlıyordu.

Ve Âdem Öğretmen dönmüyor, dönemiyordu.

Bindikleri araba önce savruluyor, toparlanamıyor ve devriliyor. Nefes almakta zorlanıyor. “Çok acım var” diyebiliyor o tatlı insan. Ambulans sirenlerini acı acı çalsa da nafile! Artık o tatlı insana doktor çare olmaktan çıkmıştır.

Derken dudaklar kıpırdıyor:

“Beni bu topraklara gömün.”

Belli ki hep öğrencilerinin sesini duymak, kardelenleriyle birlikte olmak istiyordu.

Sonra yavaş yavaş güzel gözleri kapanıyor.

Kardeşleri cenazesini Türkiye’ye getirmek için ısrar ediyorlar. Onu köyünün topraklarında kendi kucaklarındaymış gibi hissedeceklerdi. Mezarının otlarını saçlarını okşar gibi seveceklerdi. Ama olmadı, köyünün yağmurlarında bir daha ıslanamadı saçları.

Hanımı çok sevdiği eşinin son vasiyetini bağrına taş basarak yerine getirmekte ısrar etti.

Hanımına kaç defa, “Ben senden memnunum, bunu O’nun huzuruna çıktığımda da söyleyeceğim” dedi. Hanımı da belli ki onu çok seviyordu. Taş bastı bağrına ve son vasiyetini yerine getirip bıraktı onu Moğolistan topraklarında. Lakin onun da son bir arzusu vardı. Gül yüzüne, gülen yüzüne son bir defa bakmak istiyordu. Usulca açtılar yüzünü :

“Bu gülüyor, bu yaşıyor, uyandırın bunu!” dedi inledi, yalvardı ama kimseyi inandıramadı.

***

Kardelenler açmayacak, buzlar erimeyecek diye kim bilir kaç gece ağlamış, kaç gece uykusuz kalmıştı. Hele o ilk günler eline kuru bir ekmek parçası alıp önüne ilk gelen insana onu nerede bulabileceğini anlatmak için ne kadar uğraşmıştı.

Aylar geçiyor, Türkiye’den destek gelmiyordu. 18 aydır maaş alamamıştı. “İmkanlar olsa göndermezler mi?” diye düşündü. Hanımına, “Sen elişi bir şeyler yap, satalım; ben de taksi şoförlüğü yapayım” demiş, aylarca geçimini bu şekilde sağlamıştı. Bir başka zaman büyük bir sıkıntıyı sessizce halletmişti.

Kimse akıl sır erdirememişti. Sonradan anlaşıldı ki memleketteki evini satmıştı.

Kaç defa koyunlar ve keçilerle aynı uçakta yolculuk yaptı, kaç defa Moğolistan’ın uçsuz bucaksız steplerinde uçarken üzerine devrilen eşyaların altında kaldı. Kaç defa binmeye yürek isteyen eski model uçaklarla toprak pistlere iniş yaptı ve kaç defa toprak pistten arkada toz duman bırakarak havalandı.

Türkiye’ye son gelişinde bütün akrabalarını dolaşmış ve helalleşmişti. Kardelen çiçekleri de yanındaydı. Türkçe Olimpiyatları’na katılacaklardı. Yarışmalarda büyük başarı elde etmişler, finale kadar gelmişlerdi. Final gecesinde bir kardelen Nurullah Genç’in “Yağmur” şiirini enfes bir şekil de yorumlayınca Moğolistan gecenin gündemine oturuvermişti.

Meclis Başkanımız Bülent Arınç, içlerinde Adem Öğretmen’in de bulunduğu beş bin kişilik salonda eğitim gönüllülerinin fedakârlıklarından şöyle söz etmişti :

“Bir büyükelçimiz tayin bekliyordu, benden de iyi bir yer olması konusunda yardım istiyordu. ‘Bir haber var mı?’ kabilinden uğradı. Ben de şaka olsun diye “Bir Moğolistan lafı dolaşıyor seninle ilgili” deyince elindeki çay bardağı yere düştü. Benzi sapsarı kesildi. “Ben ne yaparım, orada nasıl yaşarım, orası büyük mahrumiyet yeri” dedi. Oysa bu kardeşlerimiz hiç çekinmeden büyük bir şevkle oralara gittiler. Bu bir destandır, bu bir fedakârlıktır.”

Bu yiğitler sevdadan atlarına binip gittiler ve bir daha dönmediler. Şimdi Altay dağlarından kopan hoyrat rüzgarlar Âdem Öğretmen’in kabri başında hüzünlü türküler söylüyor.

***

Sevgili Âdem Öğretmen!

Artık toprak pistten kalkan uçaklar, ördüğün tuğla duvarlar, badana yaptığın günler, ağladığın geceler… Hepsi geride kaldı.

Aylarca yanmayan elektrikler, akmayan sular, steplerin soğuğunda sınıflarda palto içinde titreye titreye ders verdiğin günler, koyunlar ve keçilerle aynı kabinde yaptığın yolculuklar ve bize yadigâr bıraktığın gül yüzlü çocuklar hepsi, hepsi geride kaldı. Bir de Moğolistan Cumhurbaşkanı’nın senin için hazırladığı şeref madalyası…

O da oğluna teslim edildi.

Abideleri, yazıtları, dikili taşları ile bizlerden izler taşıyan o topraklarda görkemli bir iz de sen bıraktın. Şimdi bir abide gibi duruyorsun asude bir tepenin yamacında. Tatlı tatlı esen meltemler okşuyor kabrinin üstündeki otları; bir de boynu bükük kardelenlerin.

Sen, mavi gökler ülkesinin koyu lacivert gecelerinde bir çoban yıldızı gibi kutlu yolcuların umut fenerisin. Sen hayallerdesin, gönüllerdesin. Bilmiyorum sen nesin? Yoksa mahcup ve mütebessim bir melek misin?

Uçsuz bucaksız steplerde atlar hala dörtnala koşuyor ama hiç biri Önden Giden Atlılar’a yetişemiyor.

Önden Giden Atlılar hep önde koşuyor.

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy