14. Yazı: Din ve evrim teorisi | Dr. Yüksel Çayıroğlu

Yazar Editör

Daha önceki yazılarımızda evrimin bilimsel ve felsefi yönü üzerinde durmaya çalıştık. Fakat bir ilahiyatçı olarak bizi ilgilendiren asıl konu, Kur’ân ve Sünnet’in canlı varlıkların yaratılışlarıyla ilgili nasıl bir izah getirdiği, evrim teorisinin lehinde veya aleyhinde bir kanıt içerip içermediğidir. Ne var ki bilimsel ve felsefi yönü irdelenmeden doğrudan dinden hareketle evrim teorisini ele almanın ve ona dair bir kısım itirazlar yöneltmenin çok ciddi handikapları vardır. Böyle bir yaklaşım, özellikle evrimi, kanıtlanmış bilimsel bir gerçek olarak gören insanlar nazarında din-bilim çatışmasını akla getirmekte ve onları bu ikisi arasında bir tercihe zorlamaktadır.

Daha da önemlisi, evrim teorisi hakkında yeterli bilgisi olmayan bazı ilahiyatçılar, evrime karşı çıkacağım diye bilim dünyasında varlığı kesin olarak ispatlanmış yasa ve olguları reddedebiliyorlar ki bu da onların makul açıklamalarını ve yerinde tespitlerini dahi değersiz hâle getiriyor. Bazıları da Batılı akademik çevrelerde evrimin elde ettiği prestijli konuma bakarak, onun kanıtlanmış bir bilimsel hakikat olduğunu zannediyor ve kendi akıllarınca din-bilim çatışmasına sebep olmamak için oldukça tekellüflü tevillerle naslardan evrim teorisi çıkarmaya çalışıyorlar. Siyak-sibak bütünlüğü içerisinde Kur’ân’ın ne söylediğini anlamaya gayret etmek yerine, keyfî ve indî yorumlarıyla âyetlerin manasını zihinlerindeki hazır şablonlara uyduruyorlar.

Aşağıda yapacağımız detaylı izahlarda da açıkça görüleceği üzere Kur’ân ve Sünnet’ten evrim teorisi çıkarmanın imkân ve ihtimali yoktur. Kur’ân, pek çok âyet-i kerimede bir taraftan bütün safhalarıyla yaratmanın istisnasız ancak Allah’a mahsus bir fiil olduğunu vurgulayarak sebep ve tesadüflerin tesirini reddederken, diğer yandan da konu etrafındaki detaylı açıklamalarıyla evrim teorisinin iddialarının doğru olmadığını net olarak ortaya koymaktadır.

Doğrudan konuya girmeden evvel bazı hususları açıklığa kavuşturmak istiyoruz.

DİN VE BİLİM BİRBİRİYLE ÇATIŞIR MI?

Kur’an ve Sünnet perspektifinden bakan bir mü’min açısından din ile bilimin, ilgilendikleri alanların hiçbir noktasında çatışma yaşaması söz konusu olamaz. Çünkü bilimin çalışma alanı olan kâinat kitabı ile dinin temel dayanağı olan Kur’ân’ın her ikisi de Allah’ın âyetlerini ihtiva eder. Dini oluşturan teşrii emirler Allah’ın kelam sıfatından gelirken, bilimlerin çalışma sahası olan tekvini emirler de O’nun ilim ve kudret sıfatlarından gelir. Kur’ân’ı gönderen de, kâinatı yaratan da Allah olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen bu iki gerçeklik nasıl olur da birbiriyle çatışır?

Eğer bir çatışma varsa, burada iki ihtimal vardır: Ya Kur’ân âyetleri ya da tekvinî emirler yanlış anlaşılıyordur. Yani bu, gerçek bir çatışma değil; bizim algı ve anlayışımıza bağlı olan zahiri bir çatışmadır. Bu durumda yapılması gereken dinî ve bilimsel bilginin bir kere daha gözden geçirilmesidir. Fakat din ile bilimin arasını uzlaştırma düşüncesiyle dinin ruhuna dokunmamaya, âyetleri tahrif sayılabilecek tekellüflü yorumlara başvurmamaya ve bilimi dine koltuk değneği yapmamaya dikkat edilmelidir.

Özellikle müteşabih denilen ve manası kısmen veya tamamen kapalı ve belirsiz olan âyetler yorumlanırken kesin yargılardan ve iddialı ifadelerden uzak durulmalıdır. Âyetlerin genişliği daraltılmamalı, bir yorum ortaya konulurken bunun muhtemel yorumlardan sadece biri olabileceği mutlaka belirtilmelidir. Âyetlerin bilimsel tefsiri yapılırken her zaman ihtiyatlı bir dil tercih edilmeli, ileriki bir zamanda bilimsel görüşün değişebileceği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Yoksa bilimsel gelişmeler esas alınarak âyetler buna göre tevil ve tefsir edilirse, bilimsel teorilerin değişmesi karşısında âyetlerin sıhhatinin sorgulamasına kapı aralanmış olur.

Allah’tan gelen vahyin sıhhatine kesin olarak iman eden bir mü’minin, bilimsel gelişmelerden korkmasına veya bilimin dini zayıflatacağından endişe etmesine gerek yoktur. Çünkü, “İleride onlara âyetlerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak.” (Fussılet sûresi, 41/53) âyetinin de işaret ettiği üzere bilim ilerledikçe Kur’ân daha iyi anlaşılacak, bilim ulaştığı her burçta ilahî beyanın dalgalandığını müşahede edecektir.

Bir Müslüman için okumak, araştırmak, bilim yapmak korkulması değil, teşvik edilmesi gereken meselelerdir. Zira bunlar bütünüyle dinden bağımsız faaliyetler olarak görülemez. Çünkü Allah’ın teşri âyetlerini okuyup anlamak bir mü’minin vazifesi olduğu gibi, tekvini âyetlerini araştırma, anlamaya çalışma ve onlardan insanlık adına faydalı ürünler devşirme de onun sorumlulukları cümlesindendir. Pek çok Kur’ân âyetinin mü’minlere, kâinat kitabı üzerinde tefekkürde bulunmayı emretmesi ve sürekli akletmeyi teşvik etmesi de bunu gösterir. Mesela bir âyette şöyle buyrulur: “Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın.” (Ankebût sûresi, 29/20)

Bunun yanında Kur’ân’ın, bilenlerin bilmeyenlerden üstün olacağına işaret etmesi (Zümer sûresi, 39/9), Allah’tan en çok âlimlerin korkacağını beyan buyurması (Fâtır sûresi, 35/28), Allah’tan ilim talep etmeyi (Tâhâ sûresi, 20/114) ve bilmediğimiz konuları bilenlere sormayı tavsiye etmesi (Nahl sûresi, 16/43), savaşa çıkılırken dahi bir grubun ilim öğrenmek üzere geride kalmasını emretmesi ve Allah’ın iman edenlerle ilim sahiplerinin derecelerini yükselteceğini bildirmesi de (Tevbe Sûresi, 9/122) ilme, öğrenmeye, araştırmaya verdiği önemi gösterir.

Aynı şekilde yüzlerce hadis-i şerifte de yoğun olarak ilim üzerinde durulur ve mü’minler buna teşvik edilir. Misal olması açısından şunları zikredebiliriz: “Âlimin âbide olan üstünlüğü, Benim, ümmetimin en alt seviyedeki bir ferdine olan üstünlüğüm gibidir.” (Tirmizî, İlim 19) “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye Cennet’in yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikr 39) “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim 1) “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim 2)

Bu sebepledir ki mü’min ilimden korkmaz, cehaletten medet ummaz; tam tersine bir hadiste ifade buyrulduğu üzere ölünceye kadar ömrünü ilim yolunda geçirir. Bir taraftan vahiy bilgisini elde etmeye, diğer yandan da varlık kitabını okumaya çalışır. Zira o bilir ki bu iki kitap birbirini şerh eder.

Dolayısıyla din ile bilim arasındaki ilişki ne bazılarının zannettiği üzere çelişkidir (conflict) ne de bağımsızlık (independence); bilakis uyumdur (consistence). Aynı kaynaktan gelen teşri ve tekvini âyetlerin birbiriyle çatışacağını veya birbirinden tamamıyla bağımsız iki gerçeklik alanı oluşturacağını düşünmek makul değildir. İşin doğrusu bunlar arasında uyum ve birlikteliğin olduğunu ifade etmektir. Hatta uyumun da ötesinde bu iki disiplinin birbirini desteklediğini ve tamamladığını söylemek daha doğru olacaktır.

Din ile bilimin arasını uzlaştırma adına önemli çabalarıyla bilinen İbn Rüşd de hikmet (felsefe ve bilim) ile dini iki samimi arkadaş ve sütkardeş olarak tanımlamıştır. (İbn Rüşd, Fasulü’l-makâl, s. 30) Bediüzzaman’ın şu ifadeleri de din-bilim arasında çatışma olamayacağını anlatır: “Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir. Hâlbuki İslâmiyet, bilimlerin seyyid ve mürşidi, ulûm-u hakikiyenin de reis ve pederidir.” (Bediüzzaman, Muhakemat, s. 5)

Din ve bilimin birbirini tamamladığı yönündeki ifadeye özellikle dikkat edilmelidir. Zira daha önceki yazılarda da kısaca temas edildiği üzere, insan hayatında bilimin elinin uzanmadığı, onun ilgi sahasına girmeyen, dahası çözüm getiremeyeceği alanlar vardır. Bilim, bizim nasıl yaşamamız gerektiği konusunda yönlendirmede bulunamaz. Nereden gelip nereye gittiğimizi söyleyemez. Hayatın anlamı ve varoluş gayemize yönelik izahlar yapamaz. Ahlâk ve faziletin kaynağını açıklayamadığı gibi, niçin ahlâklı olmamız gerektiği konusunda da bir gerekçe sunamaz.

Bilakis onun vazifesi, tekvini emirleri okumak, varlığın sırlarını çözmek, tabiata hâkim olan yasaları bulup çıkarmaktır. Fakat bilimsel araştırmalarla elde edilen verilerin doğru yorumlanması ve onlardan doğru neticeler çıkarılması konusunda da yine dinî bakış açısına ihtiyaç vardır. Zira insan, varlık ve Allah arasındaki ilişki yerli yerine konulmayınca, bilimsel bulguların isabetli yorumlanması çok zordur. Bu ilişki ve dengenin nasıl kurulacağını bize öğreten yegâne hakikat ise vahiy bilgisidir.

Aynı şekilde hangi maksatla bilim yapacağımızı, teknolojiyi nasıl ve nerede kullanacağımızı da bilim bize öğretmez, öğretemez. Günümüzde de bu gibi konularda bilim adamlarının tercihlerini belirleyen bilimin bizzat kendisi değildir; bilakis felsefe, ideoloji ve hayat görüşleridir. Dolayısıyla bir dine inanmak ve bir Yaratıcının varlığını kabul etmek hiçbir şekilde bilimsel araştırmalardan vazgeçmek anlamına gelmez; bilakis onlara yön verir, anlam katar, motivasyon sağlar.

Rousseau’nun sorduğu şu sorular gerçekten üzerinde düşünmeye değerdir: “Bilimsel araştırmalarda ne tehlikeler, ne çıkmaz yollar vardır! Hakikate ulaşmak için, ondan gelecek hayırdan bin kere daha zararlı nice hatalardan geçmek lazım gelir! Bu işte zararlı olduğumuz meydanda. Çünkü yanlış, sonsuz şekillere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur. Zaten hakikati gerçekten ve yürekten arayan nerede? En iyi niyetlerle yola çıksak bile, bulduğumuz şeyin doğru olduğundan nasıl emin olabiliriz? Bütün bu karışık duygularımız arasında, doğruyu kestirecek olan kriter ne olacak? İşimiz rast gidip sonunda hakikati bulsak bile onu hayır yolunda kullanmasını bilecek miyiz?” (Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, s. 28-29)

Kısacası, doğayı, hayatı, canlı varlıkları anlama ve anlamlandırma çabası tek başına bilimin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Burada mutlaka teolojik açıklamalara ihtiyaç vardır. Bilim kendi yöntemi, yasaları ve disiplinleriyle tabiatı didik didik etmeli, canlı ve cansız varlıkların dilini çözme adına bütün imkânlarını kullanmalı fakat insan, varlık ve Allah hakkında bütüncül açıklamalar ortaya koymak için vahiy bilgisinden istifade etmesini bilmelidir.

Öte yandan Batılıların gördükleri veya vehmettikleri çatışmanın din ile bilim arasında değil; din ile pozitivizm ve materyalizm arasında cereyan ettiğini de vurgulamak gerekir. Günümüzde yaşanan problemin asıl sebebi, modern bilimin materyalist felsefeyle pozitivist yöntem üzerinde gelişmesi ve bütün çalışmalarını bu bakış açısıyla sürdürülmesidir. Ne var ki bu, bilimin bizatihi kendisi olarak görülemez, sadece onun farklı tezahürlerinden biridir. Nitekim günümüzde cılız da olsa inançlı bilim adamları tarafından alternatif yöntemler, araştırmalar, değerlendirmeler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Evrim teorisinin din-bilim çatışması ekseninde götürülmesinin sebebi de, bilimin onu desteklemesine rağmen dinlerin reddettiğinin iddia edilmesidir. İşte burada öncelikle “Hangi bilim?” sorusunu sormak, arkasından da evrimin gerçekten bilimsel delillerinin bulunup bulunmadığını araştırmak önem arz ediyor. Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere evrim hiç de güçlü kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir gerçek değildir. Dolayısıyla dinin, evrim teorisiyle çatışması, bilimle çatışması demek değildir. Evrimle bilimi özdeşleştirmek bir önyargının ve varsayımın sonucudur. Daha sonra ele alacağımız konular okunurken bu hususun hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması gerekir.

DİNÎ İNANÇ BİLİMSEL ÇALIŞMANIN ÖNÜNDE ENGEL MİDİR?

Bazılarının zannettiğinin aksine bir insanın Allah’a inanması, bütün varlığın onun tarafından yaratıldığını düşünmesi hiçbir şekilde bilimsel çalışmaların önünde engel oluşturmaz. Bazılarını böyle yanlış bir kanaate sevk eden en önemli sebep, Hıristiyan Ortaçağ’da Kilise babaları ile bilim adamları arasında yaşanan gerginlik ve çatışmadır. Ne var ki bunun sebebi din değildir. Bunun birinci sebebi, İncil’in ve Hristiyanlığın tahrif edilmiş ve aslından uzaklaştırılmış olması, ikinci sebebi de dinî, siyasi ve iktisadi gücü ele geçiren Kilise’nin halka karşı baskı kurması, dini yorumlamada taassup göstermesi, akıl ve bilime karşı düşmanca tavır alması gibi farklı şekillerde tezahür eden yanlış tutumlarıdır.

Ateist bilim adamları, Allah’ı kabul etmenin ve her şeyi O’nun yarattığına inanmanın bilimin gerilemesine ve hatta ölümüne sebep olmasından korkarlar. Kendi tarihî tecrübeleri açısından bütünüyle haksız da sayılmazlar. Çünkü onların bilimsel devrimlerinin altında yatan faktörlerden biri de Kilise karşısında kazandıkları zaferdir. Fakat İslâm tarihinde yaşanan tecrübeler açısından meseleye baktığımızda söz konusu endişe ve korkuların ne kadar yersiz olduğunu net olarak görebiliriz. Çünkü İslâm dünyasında din ile bilimin gelişmesi hep birbirine paralel bir şekilde gerçekleşmiştir. En güçlü İslâm âlimleri ile en güçlü bilim adamları aynı dönemde yetişmiştir.

İslâm’ın ilk beş asrına bakıldığında bir taraftan fıkıh, hadis, tefsir ve akaid gibi dinî ilimlerde devasa kametlerin yetiştiği ve ölümsüz eserlerin kaleme alındığı; diğer yandan da matematik, tıp, astronomi ve coğrafya gibi farklı bilimsel disiplinlerde baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı ve keşiflerin yapıldığı görülür. Yani İslâm’ın özellikle üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarında dinî ve pozitif bilimlerde gözlemlenen olağanüstü canlılık ve dinamizm dinin, bilimsel çalışmalar önünde engel olabileceği şeklindeki iddialara verilmiş en büyük cevaptır.

Aslında son birkaç yüzyılı istisna edecek olursak, Batı’da yetişen en meşhur ilim adamları da, dindarlığı ve Allah’a imanı hiçbir şekilde bilimin önünde engel olarak görmemişlerdir. Zira Francis Bacon, Galileo, Kepler, Kopernik, Pascal, Boyle, Newton, Mendel, Pasteur, Kelvin, Decartes, Kant gibi en meşhur ilim adamları hep dindar Hristiyanlar arasından çıkmıştır.

Kilisenin tasallut ve baskıları neticesinde bilim adamlarıyla Kilise babaları arasında yaşanan çatışmalar ayrı bir mevzudur. Fakat bu bilim adamlarının hiçbir zaman Allah inancıyla ve metafizik kabullerle bir problemleri olmamıştır. İnançları, bilimsel araştırma yapmalarının önünde bir engel oluşturmamıştır. Engel olma bir yana, imanları onlar için teşvik edici bir güç ve ilham kaynağı olmuştur. Bunlar bir taraftan bilimsel çalışmalarına devam ederken, diğer yandan da imanın ispatı, önemi ve gücü üzerinde durmuşlardır. Hatta bilimin verilerini imanî bakış açısıyla yorumlamış, bunları imanı ispat adına kullanmışlardır. İmanlarını açığa vurmaktan hiçbir zaman utanmamış, korkmamışlardır.

Mesela Bacon’un din-bilim ilişkisine bakışı şudur: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam anlamıyla yetişmiş olmak istiyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.” Kepler ise motivasyon kaynağını şöyle izah etmiştir: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu aklî düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 27)

Dinî inançların ve metafizik düşüncelerin, bilimsel çalışmalara engel olması bir yana onları motive edici bir etkisinin olduğunu ve onlara anlam kazandırdığını ifade etmiştik. Bunun yanında imanın diğer önemli bir faydası da bilim adamlarını hapsoldukları fizikî dünyanın dar kalıplarından kurtararak onların önüne çok daha geniş bir dünya açmasıdır. Dahası, onları sabit fikirlerden ve dar görüşlerden kurtardığını da söyleyebiliriz.

Öte yandan materyalist bakış açısının bir neticesi olarak hiçbir plan ve gayenin bulunmadığı, maddenin ve tesadüflerin bir ürünü olarak görülen varlık âlemini incelemektense, müthiş bir düzen ve ince bir tasarımın bulunduğu düşünülen varlığı incelemek çok daha kolay olacak ve bilim adamlarını çok daha tutarlı, mantıklı ve verimli neticelere ulaştıracaktır.

Varlığı, mutlak bir ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının eseri olarak kabul eden ve bu gözle inceleyen bilim adamlarının gördükleri ve bulduklarıyla, onu şuursuz maddenin ve kör tesadüflerin ürünü olarak kabul eden bilim adamlarının elde ettikleri arasında muazzam farklar olacaktır. Selimiye Camiini tabiatın bir eseri olarak kabul edip inceleyen bir sanatçıyla, onun Mimar Sinan’ın eseri olduğunu kabul edip inceleyen bir sanatçının ulaşacakları sonuçlar ve yorumlar aynı olamaz.

Asıl hedefleri hakikati araştırmak ve bulmak olan bilim adamlarının çalışmalarını sadece tabiat içinde kalarak sürdürmek zorunda olduklarını düşünmeleri ve kendilerini maddeyle sınırlamaları, daha baştan hakikate indirilmiş büyük bir darbedir. Çünkü hakikat, maddeyle sınırlandırılamayacak kadar engindir, geniştir. Fizikî dünyanın içinde kalarak gerçeklerin doğru ve bütüncül bir resmini çizebilmek mümkün değildir. Materyalistik ve mekanistik izahların ulaşabileceği bir sınır vardır. Bilim felsefecisi Stephen Meyer’in ifadesiyle söyleyecek olursak, bilim adamının vazifesi en iyi natüralistik izahın peşinde olmak değil, aksine en iyi izahın peşinde olmaktır. (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 330)

Son olarak insanın fıtratı icabı sürekli bir anlam ve manevi tatmin arayışında olduğunu hatırlatmak gerekir. Son asırda dinin toplumdaki gücünü önemli ölçüde yitirmesiyle seküler ideolojiler ve izm’ler bu ihtiyacı karşılamak için alternatif olarak sunuldu. Hatta bilimin kendisi seküler bir din veya kutsal bir dogma hâline getirildi. Fakat böyle bir tablo, insanlık açısından hiç de güzel neticeler ortaya çıkarmadı. Başıboş, gayesiz, ümitsiz ve yapayalnız kalmış fertlerden oluşan ruhsuz toplumlar meydana getirdi.

Kaynak: Dr. Yüksel Çayıroğlu | Tr724

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy